23 Ağustos 2013 Cuma

Zalim eğitim sistemi


Bugün  20 yıldır  gitmediğim,  çocukluğumda dünyanın en son noktasının orası olduğunu sandığım, gördüğüm en ücra yerlerden biri olan,   bir Akdeniz köyü ,  komşu  köye gittim. At üzerine attıkları heybelerle kuyudan su getirmeye  giden çocuklar bana  bir nostalji yaşatırken, köyün  girişindeki iki çocuktan birinin elinde sapanla, diğerinin oyuncak silahla saklandıkları ardıç ağacının ardından  bize “teslim olun” demeleri aklıma, modernizm yalanı  bu köye de selam   vermiş  düşüncesini getirdi. İzlediğimiz  adı şefkat,  içeriği şiddet dolu filmlerin yansımasıydı galiba.  Nostalji  diye bahsettiğim olaya dair zerre ilerleme kaydedemeyen modernizm ,  anlaşılan şiddete dair epey mesafe kat etmişti. Köyü tam çıkarken, el arabasının ardına numaradan saklanan ,  kendilerini fark ettiğimizi anlayınca da gülümseyen çocukların sahnesi de ‘bu  memleket artist sıkıntısı  çekmez, arkadaş dedirtti’ bana. Buraya kadar olan kısım toplumu filmler üzerinden eğitebileceğini iddia edenlere bir gönderme olsun.
Başlığı görünce, aklınıza ilk gelenin güzel ülkem Türkiye olduğundan adım kadar eminim.  Ne yalan söyleyeyim, ben  böyle bir başlık görsem ben de sizin gibi düşünürdüm. Ama yıllarca zavallı  ülkemin günahını almışım da haberim yokmuş. Aslında dünya eğitim  noktasında perişanmış da haberim yokmuş. Boşuna, Ausebel, Bruner, Bandura, Bloom, Taba , Taylor diye kafamı şişirmişim. Sunuş yoluyla mı, buluş yoluyla mı, çoklu zeka kuramıyla işe koyulsam diye boşuna kara kara düşünmüşüm. Eğitime dair, plan, program,  müfradat,  hedef, içerik şimdi burada aklıma gelmeyen kavramların  hepsi birer zırvaymış.
Dünya,  perma perişan  bir haldeyken önceki paragrafta bahsettiklerimin, kısacası eğitimin  masum olduğunu bana kimse anlatmasın. Artık,  inanmam. Dünyayı, Müslüman Müslüman öldürüyor yalanıyla kandırırken, hadi biz bu yalana inandık, yukarıdaki sistemin yetiştirdikleri ne yapıyor!
Evet, bu sistem,  matematiği belki dünyaya  anlattı, öğretti. Belki, bir çok kimseye zenginlikler  kazandırdı. Kendini, milletini, dinini sevmeyi öğretti. Birleşmiş Milletler, NATO, Avrupa Birliği, G8, G  20 gibi oluşumları hazırladı. Belki bazılarını süper güç yaptı,   belki kimilerini  bu kurumların, devletlerin başına başkan, başbakan, cumhurbaşkanı yaptı.
Ama, başkalarını sevmeyi öğretemedi, samimi olmayı öğretemedi.   Bu  yüzden, zulmü, katliamı kınayamıyorlar  bile. En samimileri çıkıp bu zulümdür diyor. Ama sadece diyor. Somut hiçbir adım yok. Yüzlerce çocuk öldürülüyor, “acaba kimyasal mı kullanıldı” diye ikircikleniliyor. Ne fark eder kardeşim, kimyasal kullanılmamışsa çocuklar geri mi gelecek? 
Şunu hepimiz biliyoruz ki, zalimi, zorbayı ,  diktatörü başka gezegenlerden getirmedik. Onlar da nur topu gibi dünyamıza geldi  ancak bir şekilde onları böyle yetiştirdik. Kendimizi de masum ad edip  kaybedeceğimiz en ufak bir çıkara karşı adamlığımızı insanlığımızı susturduk. Hakikatten uzaklaştık. Duyarsızlaştık.
 İnsanlık hakikatten uzaklaşırken, zulme duyarsızlaşırken,  ben, ben diye haykırırken, hala sadece iyi   bir iş, kariyer, ev   ve araba vaat eden eğitim sistemi masum mu sizce? 

18 Ağustos 2013 Pazar

Hata değil, negatif bilgi



Negatif bilgi, hedefe gitmeyen yolları gösteren zihnin uyarı işaretlerinin toplamı ve yapılmaması gerekenleri bilme (negatif uzmanlık) olarak tanımlanmaktadır. Negatif bilgi, kişisel gelişim, problem çözme ve bilgelik düzeyinde öğrenmede kritik bir öneme sahiptir. Pozitif bilgiye odaklı eğitimin sınırlılıklarına karşın; negatif bilgi,  öğrenme sürecinde hataları “daha fazla hata yapmayı önleyecek” biçimde işe koşarak, öğrencilerin risk alma, yaratıcılık ve girişimcilik gibi özelliklerine destek sağlama potansiyeline sahiptir. Ayrıca okulların da, hatalarından ders çıkararak, “öğrenen örgütler” haline gelebilmesinde negatif bilgi, “akıllı başarısızlıklar” olarak önemli bir işlev görebilir. Bu özellikleriyle negatif bilgi, pozitif bilgiyi tamamlayıcı olarak, öğrenmede bilinen yollara yeni perspektifler sağlayabilir.” (1)
Hayatımızın çok  büyük kısmını    kapsayan  “negatif bilgi”,  hata  ya da başarısızlık diye kesilip atılırken  negatif bilgi olmasa  başsız horoz misali kalacak pozitif bilgi saltanat sürmektedir.  Negatif bilgi, kısaca bilmememiz  gereken şeyleri bilme olarak tanımlanmaktadır. Bu yönüyle baktığımızda  negatif  bilgi  olmadan  pozitif  bilgiye ulaşmamız  mümkün görünmemektedir. Öyleyse,  negatif  bilgiyi hata ya  da  başarısızlık olarak tanımlamak  bir kaçış, kolaycı bir anlayışın  ürünüdür. 
Bir adrese ulaşma sürecinde sizi varış noktasına –pozitif bilgi-  ulaştıracak  her bilgi negatif bilgiyi oluşturmaktadır. Varış noktası öncesi bildiğiniz her iş yeri, sokak, cadde,  meydan size avantaj sağlayacaktır. Kullandığınız yol ile varış noktasına  varmada zaman ve mesafe bakımından uzama kısalmalar olsa da   sürecin hiçbir yerinde de hata ya da  başarısızlık yoktur.  Bunu navigasyon cihazı kullananlar çok daha iyi görebilmektedir. Bu cihaz sadece hedefe ulaşmanın imkansız olduğu yerlerde en yakın yerden dön komutunu vermektedir. Bunun dışında sürekli olarak sizi doğruya ulaştırma çabası vardır.  Bu çabayla da er ya  da geç hedefe ulaşırsınız.
Hedefin doğru  belirlendiği  durumlarda  hata ya da  başarısızlıktan  bahsetmek doğru değildir. Hatta, kişileri hedefe taşımak istiyorsak gelinebilen her  noktayı “başarı” kabul etmekte fayda var. Örneğin , hedefi dağın zirvesine çıkmak olan insanlardan sadece dağın  zirvesine çıkanları başarılı kabul etmek düpedüz pozitif  bilgi odaklı eğitim zihniyetinin  ürünüdür. Oysa, aşağıdaki  olasılıklar da göz önünde  bulundurulmalıdır.
A)     Dağın zirvesi sınırlı sayıda kimseleri  barındıracağından herkesin aynı anda oraya çıkması zaten mümkün değildir.
B)      Dağ yalnızca zirveden ibaret değil, dağın zirvesi için  dağın eteği nasıl olmazsa olmaz ise,   dağın eteğindeki kimseler de zirvedekiler için aynı öneme sahip olmalıdır.
C)      Zirveye çıkanları imkansızı başarmış gibi görmek doğru değildir,   onları var olan potansiyel  oraya taşımıştır. Bu potansiyel zamanla diğerlerini  ya zirveye getirecektir ya da zirveye yaklaştıracaktır.
D ) İşe pozitif  bilgi odaklı  baktığımızda, zirve bir gün kimsesiz kalabilir. Çünkü, bu anlayış sadece zirveye  ulaşmayı başarı gördüğünden oranın diğer taliplilerini küstürüp  başka mecralara sevk edebilir.
Negatif bilgi,  eğitimin her aşamasında işe koşulursa eğitimin mevcut sorunlarına çözüm olmada kilit rol oynayacaktır. Eğitim literatüründe pek yeri olmayan “negatif bilgi ”   kavramı anlam ve uygulama şekliyle bir an önce eğitim camiasında hak ettiği yeri almalıdır.  
(1 )Akpınar, B. ve Akdoğan, S. (2010). Negatif bilgi kavramı: hata ve başarısızlıklardan öğrenme. Batı Anadolu Eğitim Bilimleri Dergisi (BAED), 1(1), 14-22.

8 Temmuz 2013 Pazartesi

Bir hatırlatma: Edep


Bir hatırlatma: Edep

Yazdıklarıma ne var ki bunda  diyeceğiniz ön  yargısıyla başlıyorum. Ama  asıl yazmama  sebep aranızda sadece bir kişinin evet “bu adam doğru söylüyor” diyerek içinde bulunduğu   hale  çeki düzen vereceği umudu. İşte bu umut davamı, inandıklarımı  anlatmam  için yeter.

Size ne var ki bunda  diyebileceğiz  birkaç olay yazayım öncelikle.

Kendisi, “beyinsiz, geri zekalı , aptal” gibi kelimeleri sık sık kullanan ve bunda beis görmeyen doçent seviyesindeki bir akademisyenin daha ağır ifadeler, düpedüz küfürler için yardımcı doçent seviyesinde  başka bir akademisyene müracaat  ettiğini gülümseyerek  anlatması;  bir de “adam sağlam küfür ediyor “ arkadaş demesi;

Düpedüz küfre dilini iyice alıştırmış eski emekli kurmay albay yeni yardımcı doçent bir akademisyenin bu duruma karşı uyarılınca, “gençlerle daha iyi  iletişim kuruyorum”  diyerek üste çıkmaya çalışması;

Sivri  kalemiyle nam yapmış birinin, akil  adam seçilince duvara astığı baltasını gezi parkı eylemleri için yeniden ele  alarak burada yazmaktan utanç duyacağım ifadelerle  sağa sola sallaması;

Hastasını muayene eden doktorun, ağzından çıkanı  kulağı duymayan,  bir hasta yakının uyarmasını üzerine, özür dilemek yerine küfrüne meşruiyet araması;



Belki, bu yazdıklarımın daha fazlasını yaşıyor, duyuyorsunuz  belki bu yüzden ne var ki  bunda diyebiliyorsunuz. Ama, naçizane, argonun, küfrün, saygısız  ifadelerin  kimlere karşı, niçin yapıldığını sorsam yanıtınız ne olur?

Yukarda, insanların edep öğreticiliği rolü verdiği kimseler bu haldeyse, bu eğitimden nasiplenmemiş  insanlar nelere tepki  vermez ki!

Bizim tuttuğumuz takımı tutmayanlar.
Bizimle aynı siyasi fikri paylaşmayanlar.
Bizim sınıfta olmayanlar.
Beyaz renkte olmayanlar.
Erkek olmayanlar.
Bizim köyde oturmayanlar.
Bizim evde ikamet etmeyenler.
Bizim kadar bilmeyenler.
Bizim gibi giyinmeyenler.
Bizim izlediğimiz diziyi izlemeyenler.
Bizim okuduğumuz kitabı, dergiyi, gazeteyi okumayanlar.
Bizim gittiğimiz camiye gitmeyenler.
Bizim şeyhimizden tövbe almayanlar.
Bizim gibi inanmayanlar.

Hepsi ne kadar hakareti, küfrü hak ediyorlar değimli (!).

Saydığım şeylerin içinde benim de bir  yerim var. Bir yerlere ait hissediyorum kendimi. Ait olduğumu söylediğim  şeylere benimle beraber ait olan kimselerde de “ötekileştirici” tavrı maalesef görüyorum. Eğer, bilgimiz,  siyasi görüşümüz, inancımız ve saire değerlerimiz gerçekten kıymetliyse, bunu başkalarına da yaşatmak için mücadele vermek gerekmez mi?

Bir fikir,  düşüncede çoğunluğu elde edince,  bencilleşerek, kısaca bizim gibi olmayanları fikrimizden uzaklaştırıyorsak, ya  bizde ya da fikrimizde bir arıza vardır. Aksini iddia ediyorsak, başkalarını ayıplayan, küçümseyen üslup ve tavırlar yerine  ait olduğumuzu iddia ettiğimiz davamızı sabır ve azimle anlatma dilini seçmeliyiz.

Dil, kalbi yansıtır. Ağzı  küfür dolu bir adamın, kalbinin ne kadar temiz olduğunu, o kimsenin ne büyük bir ilim adamı, siyasetçi, öğretmen, doktor, dava adamı olduğunu anlatmaya çalışıyorsanız, ne büyük yanılgı içinde olduğunuzu zaman size gösterecektir. Benden hatırlatması.







25 Haziran 2013 Salı

Unuttuğunuz Halk



Bir grup diyor ki:
“Biz elitiz,  entelektüeliz, birikimliyiz, okuyoruz, yabancı dil biliyoruz. Bu ülke de , demokrasi, özgürlükler konusunda sıkıntılar var. Bunu homojen bir grup olarak iddia etmiyoruz. Biz, Türk’üz, Kürt’üz, Ermeniniz, Aleviyiz, Suniyiz, genciz,  yaşlıyız. New York Times’ta tam sayfa reklamımız çıktı, bütün gelişmiş ülkeler davamızı haklı görmekte çünkü biz halkız.”
Kısmen haklısınız.

Diğer bir grup diyor ki:
“Biz seçilmişiz, bakın burada % 50 var. Seçimle  geldik, eğer beğenmiyorsanız seçimle yollarsınız. Türkiye’de demokrasi en çok bizimle mesafe kat etmiştir. Özgürlükler en çok bizimle genişletilmiştir. Bizi çekemiyorlar. Dış mihrakların oyununa gelmeyin. İş  birlikçilerden olmayın. Bu oyunu biz bozarız, çünkü biz  halkız.”

Kısmen siz  de haklısınız.

Her iki grup da   kısmen haklı. Çünkü, her iki grup da kısmen halk. Her iki grubunda  unuttuğu bir halk var ki, onlar her iki halkın, nüvesini, özünü oluşturuyor.

Onlar, Adana Saimbeyli’nin Yardibi Köyü’nde. Sene boyu emek ettikleri kirazlarını 10 kuruş daha fazlaya nasıl satarız  diye kara kara  düşünürler.
Onlar, Antalya Kemer Moonlight Beach’te turistler daha rahat denize girsinler diye güneşten yanmamak için yüzler   peçeli  yabani  ot temizlemekte.
Onlar, Bingöl Şerafettin dağlarında bir yanda hayvanlarını otlatırken diğer yanda hayvanlarının kışlık yiyeceklerini hazırlamakta.
Onlar, Kastamonu Tosya Karadere’de orman işçişi.
Onlar, Diyarbakır’da karpuz, Edirne’de  ayçiçeği tarlasındalar.
Onlar, kapıcı, temizlikçi, bulaşıkçı, lağımcı.
Onların elleri nasırlı,  çatlak. Yüzlerini poyraz vurmuş.

Onlar sizin gibi okuyamadılar, ama siz okuyun diye varlarını yoklarını size yolluyorlar. Siz okuyun,  vatana  millete faydalı olun diye bu  sıkıntıyı   çekiyorlar. Siz okumuşsunuz ya, gidin anlatın  onlara, kim anlatsa ona “haklısın” diyeceklerdir. Çünkü, size inanır onlar. Ama, sizin  gibi sokağa çıkamazlar, miting alanlarına koşamazlar. Bir gün iş bırakmaları demek hepimizin rahatının bozulması demek. Onlar bir gün iş bıraksalar, ben şurada rahat rahat şu yazıyı yazamam. Siz, sokaklara çıkamazsınız.

Onlar bu mevcut düzenin emekçileri. Acaba, dilinizden düşürmediğiniz özgürlükler, demokrasi, getirmeyi planladığınız her hangi bir rejimde onlara yer var mı? Yoksa, lütfen gölge etmeyin. 

23 Haziran 2013 Pazar

Kur’an’da Aile Modelleri


“İnsanlık tarihi kadar geçmişe sahip olan aile kurumu her din ve milletlerde var olmuştur. Toplumların sahip oldukları inanç şekillerine göre şekillenmiş ve zaman içerisinde gelişmelere göre değişiklikler göstermiştir” diyerek ‘Kur’an ‘da Aile Modelleri’ isimli eserine  giriş   yapan Yrd. Doç. Dr. Hüseyin  Çelik, Yahudilik, Hristiyanlık, Sabiilik, Manihezim,  Bahailik, Cahiliye dönemi Arap Toplulukları ve Eski Türklerde aile konusuna kısaca değindikten sonra Kur’an’da aile modellerini özüne uygun bir şekilde incelemiş.

“Aile, hayatın cenneti, ebedî cennetin de başlangıcıdır. Aile, insanoğlunun içinde doğduğu, büyüdüğü ve ilk eğitimini aldığı en küçük sosyal topluluk olmasına rağmen toplumların temelinde en büyük role sahiptir.” Üstelik,  Aile bir saadet, bir zenginlik sebebidir.
 “Bu yüzden Kur’ân evliliği teşvik eder. Evliliğin sağlam temeller üzerine bina edilmesini ve evlilik müessesesinin devamı için iki tarafın birbirlerine adaletli, ahlaklı ve olgun davranmalarını emreder. Evlilik dışı birliktelikleri yasaklar, yasağa uymayanların ise en ağır şekilde cezalandırılmalarını ister. Yine kadın ve erkeğin iffetli olmalarını, kendileri ile nikâhlanabilecekleri erkeklerle çekici bir edâ ile konuşmamalarını da emreder.”

“Kur’ân, ailenin fonksiyonlarını, aileyi meydana getiren fertlerin birbirlerine karşı görev ve sorumluluklarını zikretmenin yanında örnek aile yapılarından da sık sık bahseder. Bu örnekler içerisinde hem olumlu hem de olumsuz olanları zikreder. Bir peygamberin aile yapısını ve yaşam tarzını baştan sona anlatmak yerine değişik peygamberlerin değişik yönlerini zikreder. Kur’an’da Âdem (as)’in oğullarından Kâbil’in Hâbil’e karşı tutumu ile Yusuf (as)’un kardeşlerinin kendisine karşı sergilemiş oldukları tutumları olumsuz kardeş ilişkisine örnek teşkil ederken Musa (as)’nın kız kardeşinin tavrı ise olumlu model olarak zikredilir. Nuh (as) ile Lut (as)’un hanımları inanç noktasında uyumsuz eşlere örnek olurken, Eyyüb (as) ve Zekeriyya (as)’nın eşleri gibi bazı hanımlar inanç noktasında uyumlu eşlere örnek olmuşlardır. Mısır azizinin hanımı Züleyha iftira atan bayan olarak dikkat çekerken, Hz. Aişe ise iftiraya uğraması ile dikkat çekmiştir.

Adeta Kur’ân’da aile yapıları ile anlatılan bölümleri bir araya getirdiğimiz zaman karşımıza biri olumlu diğeri de olumsuz olmak üzere iki ayrı aile yapısı çıkar. Bir ailenin bütün fertleri inanç noktasında tamamen olumlu veya olumsuz olabildikleri gibi bazen anne olumlu baba olumsuz veya baba olumsuz anne olumlu olabilmekte, bazen de anne baba olumlu evlatlar olumsuz ya da evlatlar olumlu anne-baba olumsuz olabilmektedir. Kur’ân bu farklı yapıları anlatarak aile içindeki konumlarına ve aile yapılarına göre evli çiftlere rehberlik etmektedir.”

Hz. Adem (as) ve Hz. Hava’dan başlayıp Hz. Eyüp (as), Hz. Zekeriya (as), Hz. İbrahim (as) Hz. Yakup  ( as) gibi örneklerlerle devam ederek  peygamber efendimizi (sav)  de örnek aile yaşantısı ile anlatan “Kur’an Aile  Modelleri”  bir çırpıda okuyup bir kenara atılacak bir kitap değil. Her defasında  müracaat edeceğiniz, müracaat  ettiğinizde yeni şeyler öğreneceğiniz ve asla sıkılmayacağınız bir kitap.

Yayınevi yayıncılıkta bulabileceğiniz bu emek dolu eseri bize sunan,  Gaziosman Paşa Üniversitesi ilahiyat Fakültesi öğretim görevlisi Yrd. Doç. Dr. Hüseyin Çelik’e  teşekkür eder,  onun başarılarının devamını dilerim. 

18 Haziran 2013 Salı

Dünyayı istemiyoruz ama ...




Dünya sizin olsun ister misiniz?

Bu soruyu yaşları 15  ile 70   arasında değişen  belki yüzden fazla kişiye sordum.  Nihayetinde ‘evet’ diyen  kimse olmadı.
Sizin aranızda da evet diyen çıkacağını sanmam. Deseniz  de,  benim yüz  yüze görüştüklerimden önce ‘evet’ deyip  sonra ‘aman , ne yapacağım dünyayı” diyenlerden olacağınıza eminim. Henüz, insan dünyanın tamamını isteyecek kadar  bencilleşmedi. Hatta, hepimiz ‘bütün dünya senin olsun, bir  dost bir post yeter bana’ modunda yaşıyoruz. Küçücük  şeyler istiyoruz. Belki de bu  küçük şeylerde dünyalar gizli. Yoksa,

Dünyayı istemeyen bir çocuğun, dünyayla değer açısından kıyas  bile edilemeyecek bir cep telefonu yüzünden ana babasını üzmesini,

Dünyayı istemeyen bir kocanın, bir tabak yemek için  kadına dünyayı dar etmesini,

Dünyayı istemeyen bir kadının basit bir ev eşyası için kocasının başını etini yemesini açıklayamayız.

Bu küçük  şeyler parça bütün ilişkisinde de aynı.

Mesela, hiçbir sınır kavgası tarlanın tamamı için çıkmamıştır. Al tarla senin olsun dense istemeyiz. Ama,  kim bilir birkaç cm toprak  kaç kişiye yaşamayı haram kılmıştır.

Kimse bir ormanın tapusunu istemiyor. Ancak,  bir ağaç  kim bilir kaç ormana  bedel olabiliyor. Kaç insanın canını yakabiliyor.

Kimse, gece gündüz içelim demiyor. Ancak,    bir yudum alkol gecemizi gündüzümüzü belirsiz edebiliyor.  Bir salise,  bizi gece gündüz içmek isteyen  birileri yapabiliyor.

Kimse, dünyayı ben yöneteyim, dünyanın kralı ben olayım, herkes bana itaat etsin demiyor. Ama, söylediğimiz  küçük bir söz, basit bir hareketimiz öyle algılanmamıza neden oluyor, dünyayı ayağa kaldırabiliyor.


Şimdi, Çin’de kanat çırpan bir kelebeğin New York’ta  nasıl deprem oluşturabileceğini daha  iyi anladık mı?

Fırtına için bir kaşık su yetiyor  hatta  artıyor ise, iyi ki okyanusumuz yok.

İyi ki de dünyayı istemiyoruz.


16 Haziran 2013 Pazar

Bizim mahallede baskı yok



Önce size küçük ama yelpazesi büyük bir mahalleden bahsedeceğim. Aslında mahalle değil ama öyle kabul edelim. Bu mahalle akrabalarım başta olmak üzere  tanıdığım herkesi kapsıyor. 
Bu  mahallede Türk, Kürt, Arap, Çerkez, suni, alevi herkes var.  
Bu  mahallede ana baba ibadet eder ama çocuk ibadetin yanından bir bayramlarda geçer.
Çocuk, ana ibadet eder, baba her gün  içmese duramaz.
Ana kapalı, kızlar açık. Kızlar kapalı ana açık.
Kızlardan biri açık, diğeri kapalı. 
Baba koyu solcu oğul aşırı sağcı.
Baba Ak  Partili oğul Chp’li.
Arkadaşlardan  biri ülkücü diğeri, diğeri solcu.
Sakallısı var, küpelisi var.
 Daha farklı çok şey bulabilirsiniz.

Bu mahallede   duyduğum tek baskı olayı: “Dayının” kapanan yeğeninin başörtüsünü zorla almaya  çalışması. Buna da epey zaman oluyor. Akraba ortamında gülüşmelerle tatlıya bağlanmış o da.  Hafızamı zorluyorum, baskı oldu mu  diye çocukluğumda rakı sofrasındaki amcalar kafayı bulunca çocukları içki içmeye zorlarlardı.  Ayılınca kendileri de yaptıklarından utanırlardı, “hadi ya, öyle   mi yaptım” diyerek.

Bu mahallede bazen anne babaların çocuklarını namaza davet ettiklerini duyarım. Evladım namazını kılsan iyi olur türünden ifadelerle. Bu mahallede, futbol, sinema, açık açık konuşulurken,   şarkı, türkü söyleyip, fıkra anlatıp eğlenilirken, siyaset, din konularına  pek girilmez. Zira, her ikisi de, hararetli tartışmalara sebep olduğundan  mahalle sakinleri birbirleri hakkındaki fikirleri gıyaben sunarlar.  Dindarlar, içenler için “bunlar iflah olmaz, Allah bunları ıslah etsin derken, kendileri için “yobaz bunlar, örümcek beyinliler” gibi ifadeler kullanılır.
Bütün bu fikir ayrılıklarına rağmen, onlar birbirlerini tatlı, düğün, nişan gibi merasimlere davet ederler.  Bir cenaze olduğunda en kötü ihtimal, koltuk  altına kıstırılan bir kilo bisküvi, bir kilo lokumla cenaze sahibine baş sağlığı dilenir. Hiçbir şey,  acı tatlı günde bir olmaya engel olmaz bu  mahallede.

Hani  deniliyor ya,   özel hayatımıza  müdahale ediliyor. Mahalle de özel hayata müdahale edecekse akrabalar eder, değilse en yakın aday komşu olur. Bu mahallede tuhaf ama komşular birbirine selam vermekten aciz. Baskı  yapmak nere, komşu nere!
Anlayacağınız bizim mahalle  de baskı yok. Başka mahalleleri merak ederken, geçen hafta Ankara’ya yaptığım yolculuk bu merakımı gidermeme hayli yardımcı oldu. İnsanların tiplerinden ne olduğunu tabii ki  bilemeyiz ancak açıklık, kapalılık, sakal  ve küpe boyutuyla şartlar bizim mahalledekine benzer.
Otobüste, (Adana – Ankara firmaları 10  sene önce gördüğüm namaz saati odaklı doğu firmalarına hala ulaşamamış.) metro da benzer sahneler. Kızılay’da hayatımda görmediğim kadar aynı anda birahanede içen adam gördüm.  Yarım saat Güven Park’ta  oturdum, etrafı  izledim. Herkes, kendi halinde. Kimse kimseye öte git demiyor. Bayanların en az % 80’i açık. Açık , kapalı,  güle oynaya dolaşabiliyor.
Biri geçen yaz olmak üzere iki bakanlığa gittim, durum çok farklı değil.
Devletin okulları, hastaneler yine öyle. Dileyen dilediği gibi yaşıyor.
Kiminiz çizdiğim tabloyu aynen onaylarken, kiminiz itiraz edip bu tabloya “hadi oradan “  diyeceksiniz.
Siz  ne düşünürsünüz bilmem, ama bence bu mahallede  baskı yok.  Mahalledeki farklılıklar kadar hak ve doğru da yok. Özgürlükler, kadar da hak ve doğru yok. Birimiz yanlışız, bunu kabul etmemiz lazım.  Doğruya ulaşmak  için birbirimizi samimi bir şekilde dinlememiz şart. Ancak, son “TBMM’deki  yapılan alkol düzenlemesi,  ‘ahlak kurallarına uyalım’ anonsu ve Gezi Parkı hadisesi” gösteriyor ki: Bizim birbirimizi dinlemeye  tahammülümüz yok.



10 Haziran 2013 Pazartesi

Küçük dünyamdan notlar


Ben sizler gibi büyük çevrede büyümedim. Dört bir yanı dağlarla çevrilmiş bir köyde doğdum. Bayır bir yamaçta durduğumda önüme baksam ufkum  200 metre, ardıma baksam 2 metreyi geçmezdi. Dik yamaçların, sarp kayalıkların olduğu ,  Adana’da olmasına rağmen kışın çok sert  geçtiği bir köy burası.  Karla ilgili anıları anlatmaya başladığımda yalan konuşuyormuş gibi dinlenildim hep. Adana’ya kar mı yağar derdi herkes. Akdeniz bölgesinde ama benim köyüme hep  kar  yağar. Zaman zaman, kardan  elektriklerin kesilip,  yolların kapandığı bile olur. Sert iklim koşulları, belki mizacımı da sert yapmıştı. İmkanların kısıtlı olduğu bu köyde, belki fikirlerde dar oldu hep.

Çocukluğum, televizyon haberleri karşısında okuma yazma bilmeyen annemin “Kürt denilince tüylerim diken diken oluyor, Kürtlerden nefret ediyorum” söylemlerini duymakla geçti. Bu köy de, Kürtlere, Alevilere küfür etmek zaruri bir ihtiyaç gibi algılanırdı. Allah affetsin ben de o ihtiyacı gördüm. Bu üniversiteyi bitirmem ve 2003 ‘te öğretmen olmama kadar devam etti. . Üniversiteye gittiğimde, Eskişehir ülkü ocaklarında Kürt Fatih diye bir arkadaşımız vardı. Onu çok severdim. Ama, onun Kürt olduğuna bir türlü inanmak istemezdim. Zira, Kürt nasıl bu kadar  iyi olabilir diye düşünürdüm. Arkadaşlarla, onun nasıl Ülkü ocağında olduğunu tartışırdık.

2003 yılında Elazığ’a ilk atamam yapıldı. Sadece, Türk ve Kürt’ten ibaret sandığım memleketimde Zazalar, Kırmenciler, Araplarında olduğunu öğrendim. (Eskişehir’de öğrendiğim Çerkez ve Manavları unutmayalım.) Bunu da “kendimi sormak zorunda olduğumu hissettiğim “Türk müsün, Kürt müsün” sorusuna borçluyum. Soruyu sorar, ardından  “yanlış anlama, benim için önemli değil, Kürt de insan” derdim. Karşı taraf nasıl algılıyordu bilmem, ama ben şimdi utanıyorum.

Çünkü, artık ben yüreğimi, ufkumu yedi milyara açtım. Bunu “büyüdüm daha çok öğrendim, tanıdım, sevdim” cümlesine bağlayacakken, bu ifadelerin  annem de olanı değişime katkı yapan özneye haksızlık olacağını düşüyorum. Artık, annem de Kürtler insan diyor. Hatta,  bir kere onun, açlıktan bir deri kemik kalan teröristin kendini güçlü göstermek için beline bağladığı kolanı (kalıp ip)  anlatırken ağladığını bile gördüm. Öldürülen o terörist hakkında “kim bilir ne dediler de, kandırdılar çocuğu, onun da anası babası var ”  diyordu, anam.  Okuma yazma bilmeyen, ömründe tek bir Kürt görmemiş  bir kadına aşılanan  nefret artık yerini sevgiye, merhamete bırakmıştı annem de.

Köyüme, gelince köyüm hala aynı yerde. Coğrafi şekiller hala köyü sıkıştırıyor. Ancak, ben insanların eskisi gibi Türk, Müslüman, sunni olmayana küfür ettikleri duymuyorum.

Hayatımda, üniversite yıllarında Ülkü ocakları içerisinde resmen bulunmam haricinde politikayla pek bağlantım olmadı. Bir dönem Ak Partiyi bazı kimselere karşı  savunsam da koyu Ak Partili babama da eleştirmekten geri durmadım. Bu güne kadar 130’un  üzerinde yazı yazdım, eğitime dair bir dünya eleştiri getirdim ancak politik olmaktan hep uzak durdum. Kendimi siyasetten  uzak tutma çabası içerisinde olduğum bu günlerde Gezi Parkı olaylarında, halkına zulüm yapıyormuş gibi gösterilerek  haksızlık yapılan Başbakanımıza ve AK Partiye,  bana, anneme ve köylüme insanı sevmeyi öğrettiği için teşekkür etsem, inşallah bu teşekkür politik bir duruş olarak görülmez.

Ben kendimi ve bütün insanları apolitik daha çok seviyorum. 




6 Haziran 2013 Perşembe

Tandırdan Yükselen Barış Havası

“Azgın tartışmacılar da keşke, diğer söz suçluları gibi ceza görselerdi. Hep öfkenin alıp götürdüğü bu fikir çarpışmalarında, insanın etmediği kötülük kalmaz. İlkin fikirlere çatarız, sonra da insanlara…

Tartışma ile neye varılabilir? Biri doğuya gider, biri batıya; yolda rastladıkları ayrıntılara saplanır ve konudan ayrılırlar. Bir saat cenkleştikten sonra, neyi aradıklarını bilemez olurlar: Kimi konunun üstüne çıkmış, kimi altına inmiş, kimi de kenarında kalmıştır. Kimi bir kelimeye, bir benzerliğe takılır; kimi söylenene kulak bile vermeden bir şeyi tutturur ve yalnız kendi söylediklerini dinler. Başka biri de kendine güvenmediği için her şeyden kaçınır, hiçbir fikri kabul etmez; ta başından her şeyi karıştırır, yahut da söz kızışınca, büsbütün susar ve bir daha ağzını açmaz; bilgisizliğini küskünlüğünün altında saklar; mağrur bir küçümseme ya da budalaca bir alçak gönüllülükle tartışmadan kaçar. Bazısı yalnız saldırmasını bilir, kendini korumak umurunda değildir. Bazısı da yalnız saldırmasını bilir, kendini korumak umurunda değildir. Bazısı da yalnız sesinin ve ciğerinin gücüne dayanır. Bakarsınız birisi tutar kendine karşı dönüverir; başka biri kalkar ön sözler, yersiz hikayelerle kafa şişirir. Kimi vardır, sıkıştığını görünce karşısındakini susturup kaçırmak için düpedüz sövüp saymaya başlar ve Alman kavgası çıkarmaya çalışır. Başka bir türlüsü de vardır, konuya hiç bakmadan sizi bir sürü mantık çemberiyle, diyalektik oyunlarıyla kuşatıp boğmaya savaşır.”

Ülkece içinde bulunduğumuz durumu o kadar net özetliyor ki bu alıntı, çok fazla kesinti yapmak istemedim.  Yaklaşık 500 yıl önce Montaigne’in dimağından dökülen bu paragrafların bana çok faydası dokundu. Artık, daha az tartışıyorum. Tartışma gerçekten uzaklaşınca, hemen bunlar aklıma geliyor ve ya tartışmanın özüne dönüyorum ya da tartışmayı sonlandırıyorum.

Zaman tartışma değil, düşünme zamanı.
Çözüm için bir şeyler yapma zamanı.

Tamamen amacının dışına çıkan Gezi Parkı Eylemlerinin başlatıcılarına eğer samimi iseler naçizane bir tavsiye. Sayenizde hiç konuşmadığımız kadar, ağacı, yeşili, doğayı konuştuk. Ülkemizin çok büyük bir kısmının adeta çöl olduğu hepimizin malumu. Şimdi, konuşma değil de icraat zamanı diyerek ülkemizin her bir köşesini ağaçlandıralım. Buna da siz öncü olun. Ya da başka bir “ağaçlandırma” projesi koyun ortaya  yoksa iyi niyetinizden şüphe edeceğim.

Doğayı sevmek öyle 3, 5 ağacı kurtarmakla olmamalı.

Daha 10 gün önce barışı konuşuyorduk.
Hemen herkes barıştık, barışacağız derken gündem Gezi Parkı olayları oldu. Şırnak’ta yaşanan bu olay inşallah ülkemizdeki puslu havayı dağıtmaya bir zerre de olsa katkı sağlar. Şırnak’a kızını zabıtalık sınavına götüren Mehmet Kara anlatıyor.

“Evinde misafir kaldığımız arkadaşımız, bölge halkı aleyhinde atıp tutuyor. ‘Ben , kardeş insan insandır, bunun Türk’ü Kürd’ü olmaz desem de ikna edemedim. “Biz burada yaşıyoruz, senin bilmediğin şeyler var” dedi hep. Ertesi gün, marketten alışveriş yaptık, eve giderken arkadaşın eşi “oh mis gibi koktu” dedi. Arkadaşım, şimdi alırız dedi ve biraz ilerde   tandır yapan teyzeye yaklaştı: “İki tane tandır alacağız kaça satarsın” dedi. Kadın, olmaz satmam diye cevap verdi. Arkadaşım, çocuğun varsa onlara hediye alayım, hanımın canı istedi  dese de kadın olmaz, markette ekmek satılıyor dedi. O ara, ben teyzem bunları parayla satmaz, Allah rızası için verir dedim. Kadın, hemen kaç tane istiyorsan al, sen böyle dedin ya  istersen Şırnak’ın hepsini al dedi. Biz, iki tane aldık ve oradan ayrıldık. Tabii, arkadaşım bir gün önceki konuştuklarından utanmıştı.”

Bu teyzenin sizce barış sürecinden haberi var mıdır?
Demokrasiyi, Cumhuriyeti bilmeyen annemden çok farklı olduğunu sanmıyorum. Ama, barış da, insanlık da , ilericilik de onun yüreğinde. Tıpkı , annem gibi. Tıpkı Anadolu’nun her köşesindeki kadınlarımız, erkeklerimiz, güzel insanımız gibi.

Bu insanlara yazık etmeyelim…






3 Haziran 2013 Pazartesi

İnsan ölüyor, be oğlum!

Geçen yıl Mart ayında, boş arazimize 60 tane ceviz fidanı diktirdim. İlk kez bu kadar ağaç dikmenin verdiği duygudan mıdır bilmem, bahçeye girdikçe bir gururlanıyor , o fidanların büyüceğini düşünüyor, kafamdan türlü türlü hayaller geçiriyordum. Fidanları her birini tek tek kontrol ediyor, ayrı ayrı ilgi gösteriyordum.

Temmuz ayının başında iki haftalığına  İstanbul’a eş dost ziyaretine gittim. Giderken, aklımda tabii ki ağaçlar vardı, ve ben onları babama emanet ettim. “Aman, baba mutlaka sulat onları, yoksa kururlar, emeğimiz zayi olur” diye de tembihledim. İstanbul’a gidince de iki güne bir arayıp anamdam, babamdan önce cevizlerin hatrını soruyordum. Babam, iyi diyordu. Ama, ben kendim görmek istiyordum.

İstanbul’dan döner dönmez tarlaya gittim, baktım ki cevizlerin 20’si kurumuş. Ben babama  için için kızıyorum, tabii babadır yüzüne bir şey diyemiyorum. Ama, anneme sürekli babamı çekiştiriyordum. “Cevizleri, ihmal etti de. Onları sulatsa böyle olmazdı da”. Belki, başının etini yediğim annem, “aman oğlum, insan ölüyor” demez mi sakin sakin. Buradan ben dersimi almıştım, annem, “insan ölüyor, millet senin kadar söylenmiyor” diyordu kendi üslubunca. Bu söz, artık benim söylenmemi durdurmuştu.

Annem, maalesef okuma yazma şansına sahip olamamış.
Demokrasinin D’sini, Cumhuriyet’in C’sini, İnsan Haklarının İ’sini ancak bilir. Bu kelimeleri okuyabilmesi dakikalarını alır. Ancak, insanın her şeyden kıymetli olduğunu öğretmişti bana.

Sözüm, üç ağaç için güzel ülkemizi karıştırmaya çalışanlara.

Birader, bizi yanlış anlamışsın, bu ağaç meselesi değil.

Diyeceksiniz ki: Orantısız güç kullanıldı. Ülkede temel hak ve özgürlükler hususunda sıkıntılar var. Eğitim, başlı başına bir problem. Demokratik bir şekilde yönetilmiyoruz. İşsizlik sorunu var.

Türlü türlü, problemler sayacaksınız. Her biriniz belki farklı yanıt vererek, ceplerinizde ne var ne yok hepsini dökeceksiniz.


Problemler konusunda haklı olabilirsiniz ancak çözüm yönteminiz insanları ve ağaçları üzmekten başka bir işe yaramıyor. Lütfen ortamı germeyelim.  Başta, ağaçlar olmak üzere, özgürlük, demokrasi, insan hakları,  insan için var. İnsan olmazsa onlar neye yarar!

30 Mayıs 2013 Perşembe

Futbol Bir Ayak Oyunu

Futbolla ilgilenen hemen herkesi çocukluk yıllarında hangi takımı tutuyorsun sorusuna “ekmek spor, hangisi yenerse onu, milli takım vb. “ yanıt verenler sinir etmiştir. Ben, herkesin bir takım tutması gerektiği düşüncesiyle, birilerine bu soruyu sorar  bu tür cevaplar karşısında öfkelenirdim. Hele, bu soruyu babama hiç sormak istemezdim. Zira, babam kendine has üslubuyla futbolu şöyle tanımlardı:

Bir yuvarlak.
22 uyanık.
Binlerce manyak. (Tarzım olmayan bu kelime için özür dilerim)

Ben otomatikman kendimi üçüncü grup içerisinde hisseder, bu yüzden babama olan tepkim artardı.  3 – 0’dan 3 – 4 kazanılan bir Galatasaray - Fenerbahçe maçıyla başladı takım tutma işim. Elime geçen para o zaman futbolcuların küçük resimlerini hediye eden sakızlara giderdi hemen. Sakızdan çıkan, Fenerbahçe olursa ne ala, diğer takımlar olursa, ya çöpe atar, ya yırtardım. Nadir de olsa, diğer takımları tutan arkadaşlarıma verirdim. Nielsen, Gerson Küçük Şenol, Büyük Şenol, Oğuz, Aykut kim çıksa sakızdan mutlu olurdum. 11 kurunca bir başka sevinirdim. Arkadaşlarla, Fenerbahçe –Galatasaray maçı yapar, yenince biz değil de Fener yenmiş gibi sevinir aksi durumda Fener kaybetmiş gibi üzülürdüm.

Her sezon öncesi transferleri takip eder,  şampiyonluğun hayalini kurardım. Özelikle, 3 Temmuz öncesindeki birkaç sezonda  senede en az 30 maç izlerdim. Bir de, ben maç izleyince takımım yenilmiyor diye düşünür, bütün programlarımı buna göre yapardım. Mesela, Fenerbahçe’nin son şampiyonluğunda  hiç  mağlubiyet görmedim, çünkü mağlup olduğumuz 4 maçı da izlemek nasip olmadı.

Maç izlerken, küfür edenlere hiç katlanamaz, küfür ettikleri futbolcu gol attıktan sonra sevinenleri iki yüzlülükle suçlardım. Kimi zaman  “ne yüzle seviniyorsun” diye o tip kimselere fırça atmışlığım bile olmuştur.  Futbolda sabrın esas olduğuna inanır, 90 dakika bitmeden yenildiğimize inanmazdım. Maç içerisinde ve maç dışında rakibe saygı duyulması gerektiğini düşünür, haksız penaltılar ve ya yanlış hakem kararlarıyla alınan galibiyetlere sevinemezdim. Taç için hakemle tartışan, faul alabilmek için kendini kolayca yere atan futbolcuların yaptığını asla etik bulmazdım.

Futbola bu kadar kafa yorarken, imdadıma 3 Temmuz süreci yetişti. Süreci, sadece şike var, yok boyutuyla değil de, bütün olarak değerlendirdim kendimce. Futbol bu topluma ne  katıyor, toplumdan ne alıyor diye bakmaya çalıştım. Şike, iddaa, bahis, toto ile dönen ayak oyunları zihnimi kurcalayıp durdu. Futbola karşı buz gibi olmasam da son 3 yılda toplamda 5 maç bile izlemedim desem kat ettiğim mesafeyi tahmin edebilirsiniz.

5  yaşındaki, oğlum Galatasaray formasını istedi, hemen aldım. Fenerbahçe forması istedi onu da aldım. Şimdi, bir gün başka forma diğer gün başka forma giyiyor. İkisini de sevdiğini söylüyor. Aslında, çocuk her şeyi özetliyor.

İngilizler, foot (ayak) ball (topu)  diye boşuna dememiş, ayakla oynanan bir oyuna kafa yormaya değer mi?









27 Mayıs 2013 Pazartesi

Sarhoş musan?


“Alkole yasak geldi” denilince, şöyle derin bir sevinç yaşadım. Çünkü, bana göre artık bu, ülkede, çoğunluğu alkolden kaynaklanan, cinnetler, cinayetler, tecavüzler, trafik kazalarının yaşanmayacağı anlamına geliyordu.

Sevindim, çünkü artık bu ülkenin bir bakanlığı alkolle mücadele etmek için bütçeden para almayacak, alkol satan yerlere ruhsat veren başka bir bakanlıkla çelişmeyecekti. Yeşilay hiç yoktan üretilen problemlerle 
mücadele ederek enerjisini boşa harcamayacaktı. 

Sevindim, çünkü artık gece bir yerden arabamla geçerken zil zurna sarhoş olduğu her halinden belli olan adamı arabama almadım diye vicdan azabı duymayacaktım.

Sevindim, çünkü alkole bir yakınımı, arkadaşımı daha kurban vermeyecektim.

Sevindim, çünkü bana göre bu, alkol illetinin ülke sınırları dışına çıkması anlamına geliyordu. Bu yasağı çıkaranlardan Allah razı olun diyecektim ki, olay düşündüğüm gibi değilmiş.

Hala alkol serbestmiş. Bu alkol severlere müjde olsun. Hala, içebilecekler. Onlar açısından yaşasın. Peki, niye bu kadar tepki var diye merak ettim.

Yasağa göre, 22:00 06:00 arası içki satışı yapılamayacakmış. Ne var bunda, geride kalan 16 saat boyunca iç. İlle de bu saatler arasında içmek istiyorsan, önceden al git evinde, komşunda iç. Hem o saatlerde, evde yağ, şeker  bitse onu da alamıyoruz. Ama, bunu yasak diye algılamıyoruz.

Yasağa göre, okul, ibadethane,  dershane, öğrenci yurtları  gibi yerlerin 100 metre yakınında içilemeyecekmiş. Ancak, daha önce buna hak kazanmış yerler hariçmiş. Git orda iç. Yok derdin, öğrencileri de alemine ortak yapmaksa gel sınıfta iç.(!) Cami cemaati de içsin diyorsan, gel camide iç.(!) İnsanlar istedikleri her yer de namaz kılamıyorlar, zaten namaz her yerde kılınmaz,  yasak var demiyorlar. Deseler de kimse umursamıyor. Biz istediğimiz her yerde  piknik yapamıyoruz, yasak var demiyoruz.

Yok, bunlar gündem değiştirme çabasıymış.  Uludere’de Kürtaj, Reyhanlı’da Alkolmüş. Sen de değiştirme gündemi. Bir kelime Reyhanlı’ya yazsanız kırk kelime alkole yazıyorsunuz. Hep Reyhanlı’yı yazın. Sanki çok umurunuzda.
Derdiniz ne sizin? Yoksa, Sarhoş musanız?
 Bari, yazarken, okurken ayık olun.



24 Mayıs 2013 Cuma

Dokunmayın ateistime!


Potansiyel Müslümanlarla, Müslüman olduğunu iddia edenlerin birbirlerine karşı şiddet, hakaret içeren  söylemlerini hayretle izliyorum.

Potansiyel Müslüman, Fazıl Say’ın ardından, bir başka potansiyel Müslüman Sevan Nişanyan (bu ismi ilk defa duydum, lütfen cahilliğime verin)  "Halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılayan kişi, fiilin kamu barışını bozmaya elverişli olması halinde, altı aydan bir yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılır." (madde 216/3) ile cezaya çarptırıldığını öğrenmiş buluyorum.

Kendilerini tanıyanlar, ortak bir paydaları olduğuna inanan bir zümre nüfusun  % 90’dan % 99’a kadar var olduğunu iddia ettikleri Müslümanlar ve İslamiyetle ilgili bin bir türlü hakaret küfür içeren yazılar yazdılar.

Oysa, yukarıdaki TCK maddesinde İslam dininin "Halkın bir kesiminin benimsediği dini değer” olmaktan öte bir yanı yok. Bu başka bir din de olabilirdi.  Küfür edilen İslam, yapılmasında hiçbir şekilde pay sahi olmadığı bir anayasaya tarafından savunulurken, başka küfürlere maruz kalıyor.

Levent Kırca, Ferhan Şensoy gibi şayet kalpleri  mühürlenmemişse Müslüman olma ihtimalleri bulunan kimseler sahnede ve yahut köşe yazılarında İslam’a hakaret edebiliyor. Ben bunlara şaşırırken, bu kimselere kötü söz, hakarete asla müsaade etmeyen İslam dininin mensubu olduğunu iddia  eden kimseler de onlar gibi hatta daha kötü üsluplara müracaat edebiliyor. Kimi haddi aşıp “bu tipler yok edilmeli” türünden ifadeler kullanabiliyor.

Merak ediyorum, bu ifadelerden kim karlı çıkıyor? Birilerine hakaret etmek kime ne kazandırıyor? Hadi, ateistler ya da dine küfür edenler bir şekilde birkaç günlüğüne gündem de kalma çabası güdüyor diyelim. Bırakalım, gündem onların olsun. Sen de eğer derdini gündem için yapıyorsan bunun neresi Müslümanca! Farz edelim, bu ateistler yok edildi , öldü ki, o halde ölürlerse bizim inancımıza göre onlar “cehennemlik”. Birinin cehenneme gitmesi hangi Müslümana ne kazandırır?

Lütfen, bir Müslüman her hangi bir kimseye karşı ettiği kötü söze kılıf bulmaya çalışmasın. Bu konu da yüce kitabımız Kuran-ı Kerim  şunları söyler

Allah’ın güzel sözü neye benzettiğini görmüyor musun? O, onu yerin derinliklerine kök salmış ve dalları göğe tırmanan yararlı bir ağaca benzetiyor. O ağaç sürekli olarak meyva verir. İnsanlar öğüt alsınlar diye Allah onlara çeşitli öğütler verir. İğrenç söz de kökü yerden kesilmiş, dik duramayan acı meyvalı bir ağaca benzer. Allah, gerek dünya hayatında, gerekse ahirette mü’minleri değişmez söze bağlı tutar. Allah zalimleri ise saptırır. Allah dilediğini yapar. (İbrahim 24-27)

Ve onların söyledikleri şeylere sabret. Ve güzel bir ayrılış ile onlardan ayrıl. (Müzzemmil 10)

O halde eğer nasihat fayda verirse, nasihat et. (A’la 9)

Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır. O halde kim tağutu reddedip Allah’a inanırsa, kopmayan sağlam kulpa yapışmıştır. Allah işitir ve bilir. (Bakara 256)

Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır. O halde kim tağutu reddedip Allah’a inanırsa, kopmayan sağlam kulpa yapışmıştır. Allah işitir ve bilir. (Bakara 256)

Sizin dininiz size,  benim dinim banadır. (Kafirun 6)

(Onlar) İslam’a girmelerini senin başına kakıyorlar: De ki, İslam’a girmenizle beni minnet altında bırakmayın ! Eğer, iddianızda doğru iseniz, bil’akis sizi imana erdirdiği için Allah sizi minnet altında bırakır. (Hucurat 17)

Kuran-ı Kerim’in hiçbir yerinde ya da  peygamber efendimizin (sav) hiçbir hadisinde küfrü meşru gören bir ifade bulamazsınız. Her kim bir canı kurtarırsa bütün insanlığı kurtarmış gibi olur diye buyuran bir dininin mensubu olarak ateistleri ya da sizin gibi inanmayanları öldürürseniz bu dini taşa mı, oduna mı, yoksa ağaca mı anlatacaksınız?




22 Mayıs 2013 Çarşamba

Nasıl anlatsam, evlat!



 Beş yaşındaki bir çocuğun parkta gördüğü renkli içeceklerin ne olduğu öğrendiğinde “sağlıklı mı bunlar “ diye sormasına  tepkiniz “aferin çocuğa “ ise sizinle aynı fikirde  olmadığımı belirtmek isterim.

Zira, bu suç bastırmaktan öte bir şey değil. Doğrudur, çocuk soyut düşünmeye başlamıştır. Ailesini  ya da öğretmenlerini tebrik etmek gerekebilir. Ancak, neden bir çocuğa bir şeyin sağlıklı olup olmadığı öğretilmek zorunda.  

Çocuğun sorduğu soruya bunlar “sağlıksız” diye yanıt verdiğinizde peki bu amca  “neden bunları satıyor” diye soruyorsa yanıtınız ne olur.

Adam geçinmek zorunda.  Sağlıklı şeyler pay edilince bu adamcağıza bir şey düşmemiş o da bunların sağlıksızını satıyor deyip geçiştirelim mi?

Yoksa, sus bakalım sen çok oluyorsun mu diyelim?

Bizim çocukluğumuzda, ben bir şeyin sağlıklı olup olmadığını sorduğumu hiç hatırlamıyorum. Bizim zamanımızda da kötüler vardı, ya onlar canavar, ayı olurdu, ya ülke sınırları dışında olurdu, ya da başka milletlerden. Öylesi bir öğretinin doğruluğu da tartışılabilir.

Ancak, bu gün gelinen nokta o günden hiç de iyi değil.

Bu gün, bizim zamanımızın kötüleri hala var. Doymak bilmeyen küresel güçler. Dünyayı elde etmek için her yolu mubah gören bir zevat. Eğitim, sağlık, gıda, inşaat her sektöre el atmış durumda. Biz ise, parktaki meşrubatçı Ahmet abiden, mahallemiz bakkalı Ali amcaya, dondurmacı Hasan’dan, sıvacı Ekrem, Internet cafeci  Metin’e  hep beraber adamların değirmenine su taşıyoruz. İşin en tuhaf yanı da hepimiz masumuz.

Lafı uzatmayayım da sorayım: Şu 5 yaşındaki çocuğa bu işi nasıl anlatayım?

 

16 Mayıs 2013 Perşembe

Bırakın, aynalar adam görmesin!


Bırakın, aynalar adam görmesin!
Eskişehir’de üniversiteyi okurken Samsun’lu Ercan   “adam görmek için illa aynaya mı  bakmak lazım” derdi.  O zaman şartlarında bu söz bana tebessüm ettirirdi. Zira Ercan da çevre tarafından pek adam görülmezdi. Ben dahil hiç kimse ona aynaya baksan da adam göremezsin diyemedik. Şimdilerde  etrafımda olup bitenlere bakıyorum, “o adam değil, bu şöyle kötü, böyle kötü” gibi ifadeler duymaktan bıkan biri olarak  kendi kendime koş aynaya bak, belki adam görürsün diyorum, ama yüzüm yok. Aklıma hep hatıralarım geliyor. Kırdığım kalpler, üzdüğüm insanlar, yaptığım hatalar. Bir türlü şöyle aynaya bakıp kasıla kasıla “adamsın be adam ” diyemiyorum kendime.
Siz biz “deriz be birader ” diyorsanız, biraz düşünmenizi istirham edeceğim.
 Konu, derbi.  Bir eğlence unsuru olan futboldan “küfür, cinayet, ırkçılık tartışmaları deşirmek ancak insanoğlunun yapacağı bir şey. Konuyu sadece ülkemizle sınırlandırmıyorum. İnsanın yaşadığı her yer buna gebe.

Biz şimdi kendi meselemize bakalım. Derbi oynandıktan sonra, günah keçileri ilan ettiğimiz, Volkan, Emre, Sabri, Melo, Meireles diğer futbolcular sanki uzaydan gelmiş gibi davranıyoruz. Sanki, bazı şeyleri ilk defa duymanın heyecanını yaşıyoruz. Daha önce Fazıl Say için de yapıldı bu.

Derbi akşamı maçı izlemedim, ancak sosyal medya twitter ve facebook’ta gördüklerim karşısında midem bulundu. Ertesi gün maç hakkında duyduklarım karşısında kulaklarıma pamuk tıkamak istedim. Belli ki, maçla ilgili bazı şeyler uygun görülmemiş, tasvip edilmeyen bazı şeyler var.

Bundan hareketle cinayeti Galatasaray’a ya da Fenerbahçe’ye yükleyenler.

Cinayetten Volkan’ı, Sabri’yi sorumlu tutanlar.

Volkan’a adamlığı yakıştıramayanlar.

Meireles’in çirkin hareketini gösterip, anasına ahlaksızlığı yakıştıranlar.

Fenerbahçe’ye sövenler, Galatasaray’a sövenler.
 Ne olurdu biraz kendimize baksak. Ama, yok, galiba bunların lügatında kendinden fazla küfür, hakaret edene karşı durmak var. Belki, “nasıl benden, daha çok insanın içinde küfür edersin tepkisi” ya da “bu kadar ünlü olup benim gibi sıradan bir adamın edebileceği küfür nasıl edersin tepkisi” gösteriyorlar.

Kendi adıma bu kişilerin tamamını sosyal medya da arkadaşlıktan çıkardım. Artık paylaşımlarını görerek zihnini kirletmek istemiyorum.

Günlük hayatta yanımda bir defa küfür eden ikincisini tekrarladığında artık o “pis alışkanlığını “ terk edene kadar saygı duyduğum biri olamaz.

Siz küfrü eden, dinleyen, okuyan, paylaşan kimselerden iseniz “bırakın aynalar adam görmesin.”



13 Mayıs 2013 Pazartesi

UBUNTU



Hayatımızdaki bütün problemlerin temeli yarışma odaklı yaşantımız. Yanlış okumadınız, bu gün “yalan, dolan, bencillik, hırsızlık, arsızlık, yolsuzluk, gasp, cinayet, terör, bilumum şiddet  versiyonları” varlıklarını bizim yarışma sevdamıza borçlu.

Gün geçmiyor ki yeni bir yarışma formatıyla karşılaşmayalım.  Her gün düzenlenen yarışmanın derece sahiplerine ödül töreni yapılmakta. Hatta, bu törenler bile kendi içinde yarış halinde. Törenler, görsel bir şölen, bir şov ortamına dönüştürülerek en başta hedeflenen maksat bir türlü hasıl olmuyor.

Bu yarışmacı ortamın hiç mi faydası yok, hiç mi kazananı yok  diyorsanız yanıtım kocaman EVET. Sadece kaybedenler ve kazanmış görünenler var. Yarışmayı kazanmış görünenler, kısa bir süre edindikleri bilgiyi, beceriyi kullanırken,  bu çoğu zaman süreklilik arz etmiyor. Bir de zaten sayıları oldukça az olan bu kimselerin yeni yarışmalarda kaybeden olma olasılığı yüksek. Hep kazansalar bile, o kadar kimseyi yenmiş olmanın onur, gurur ve kibri onları iflah olunmaz bir sürece götürebilmektedir.

 Yarışmanın kaybedenleri,  kaybetme psikolojisinden neşet eden duygularla kendilerini çoğu zaman illegal olan yeni oluşumların içinde bulmaktadırlar. Çünkü, onlar da bir şekilde kendilerini ispat etmeye zorlanıyor.  Bu oluşumlar içinde bile “en iyi” olma  psikoloji hesaba katılırsa “dünyanın” bu günkü tablosunun hiç de yadırganmaması gerektiği söylenebilir.

Peki çözüm ne diyorsanız?

Yarıştan ziyade, paylaşımı esas alan bir hayat felsefesi geliştirilmeli. Uygulanabileceğine canı gönülden inandığım aşağıdaki hikaye bunu en güzel şekilde anlatıyor.
“Afrika’da çalışan bir antropolog bir kabilenin çocuklarına bir oyun oynamayı önerir, ağacın altına koyduğu meyvelere ilk ulaşanın ödülü o meyveleri yemek olacaktır.

Onlara;
“Haydi, şimdi başla! Birinci olan alacak!”

O an bütün çocuklar elele tutuşur, koşarlar ağacın altına beraber varırlar ve hep beraber meyveleri yemeye başlarlar.

Antropolog neden böyle yaptıklarını sorduğunda şu cevabı verirler;

“Biz “ubuntu” yaptık: Yarışsa idik, yarışı kazanan bir kişi olacaktı. Nasıl olur da diğerleri mutsuzken yarışı kazanan bir kişi ödül meyveyi yiyebilir?

Oysa biz ubuntu yaparak hepimiz yedik.”

Ubuntu’nun anlamını açıklarlar onların dilinde:

Ubuntu: BEN, BİZ OLDUĞUMUZ ZAMAN 'BEN'İM...

5 Mayıs 2013 Pazar

İmtiyaz



Nam-ı  diğer ayrıcalık. Kişiye özel ayrıcalık denilse daha doğru olur. Bir türlü biz de değerini bulamayan ifade. Başkalarında olunca bazen tereddüt yaşasak da genel tavrımız öfke dolu olur. Bu ne haksızlık, bu dünyada adamının olacak türü ifadelerle öfkemizi haykırırız. Bazen, adam koca başkan ,  iki adamı işe almasın mı, bu kadar da olsun deyiveririz. Ben olsam ben de yaparım diye bir de ölçüt koyarız. Ölçütün adı “ben”.
İmtiyaz, benle alakalı olunca hepimiz birden  istemem yan cebime koy modunda nazlanır, bilmem olur mu ki diye bir iki git gelden sonra ikna olur,  icabını yaparız. Sonra, minare çalındı ne de olsa kılıf bulmak  zor olmasa gerek. Zaten, hemen herkes hazır gönüllü terzi olmaya. Belki  pişmanlık duyup yaptıklarını dostlarına paylaşırsın. Ama, onlar hazır diktikleri elbiseleri giydirmeye başlar.

“Sen en doğrusunu yapmışsın. “

“Millet neler yapıyor, senin haberin var mı?”

“Kantarın topuzu kaçmışsa, doğru olmak doğruya en büyük haksızlık olur.”

Pazara çıkarsın. Altı üstü, iki kilo domates alacaksın, pazarcı “abi, 2 lira ama sana 1,75 olur.”

Apartmanda kapıcın, “abi senin yerin başka, senin Allah’ına gurban.”

Hastan olur, sıra alayım dersin: Akraban doktor: “Hiç gerek yok, bu işi de halledemeyeceksek niye doktor olduk. “

Okulda öğretmen: Sen çocuğunu hiç merak etme, ben bütün öğretmenlerle konuşurum.

İmtiyaz, başkalarında olunca sevilmeyen şey. Bize olunca en doğal hak.

Ama,  “emrolunduğun gibi dosdoğru ol ” diyor Allah.
Boşuna yaşlanmamışsın ya Resulullah. 

2 Mayıs 2013 Perşembe

Memleketimden “Güzel” İnsan Manzaraları


         
Kötülükleri duymaktan, görmekten bıktım diyen güzel insanlar. Madem, bıktınız , o zaman siz de güzellikleri konuşun, paylaşın yaşayın, yazın.  Her platformu bunun için bir fırsat olarak değerlendirin.  Güzelliklerin yaşamasına katkı sağlayın. Unutmayalım, bu dünya sınav dünyası ise –ki biz en deruni duygularımızla böyle olduğuna inanırız- “iyi, güzel” olmadan sınav asla olmaz.  Öyle ise, etrafımızda olup bitenler karşısında ye’se kapılıp, ah vah demek yerine güzeli arayalım, bulalım, yayalım, ki yangının sönmesinde bir damla da olsa katkımız olsun.  
Kendi adıma, İnşallah  bunu becerebiliyorumdur.  Yoksa, kırılsın kalemim. Dimağımdan tek bir harf dahi çıkmasın siz “güzel insanları”  rahatsız eden.
Bu yazımda da sizlere güzel insan tablosu sunmaya çalışacağım. Bu tablodaki insanların bir kısmı hayatta.  Bir kısmının da yaşayıp yaşamadığını öğrenmemize katkı sağlayacağınızı umut ederek tablomu çizmeye başlıyorum.
Geçen hafta babamla, babamın 45 yıl sonra bulduğu asker arkadaşı Hasan amcayı ziyaret ettim. Hasan amca, eşi Durdu teyze ve 35 yaşındaki epilepsi hastası kızı Meryem ile birlikte yaşıyor. Biz daha eve, girer girmez iki asker arkadaşı başladılar konuşmaya. Askerlik anıları… İkisi de o kadar mutluydu ki. Askerde dayak yediklerini anlatırken bile gülüyorlardı. Onları bir keyifle izledim. Ya ne güzel insanlar bunlar dedim.  Ama, onlar değil bu yazının sebebi.
İlk karşılaşmanın heyecanı bitince, babam Hasan amcanın kızını işaret ederek. “Bu çocuğun durumu nedir” diye sordu.
Hasan amca anlatmaya başladı. “Bu çocuk doğuştan rahatsız. Biz o zaman Maraş Göksun’da oturuyorduk. Orada doktorlar çocuğun durumunu bilemeyince bizi Kozan’a yolladılar. Kozan’dan Adana’ya orda da bilemeyince, Ankara Hacettepe Üniversitesi hastanesine sevk edildik.” Yol yordam bilmeden, tuttuk Ankara’nın yolunu. Hastaneye zar zor yatış yaptırdık. Kendimizi bir otele attık. Birkaç  gün  böyle idare ettik. “
Amca anlatıyor, Durdu teyze iç çekiyor. O günleri yeniden yaşar gibi.
Hasan amca devam ediyor. “Sonra, hanım aslen Malatyalı Cemile hanım diye bir bayanla tanışır. Cemile hanım, bizim halimizi, nerde nasıl kaldığımızı öğrenince bizi kendi evlerine davet eder ve hanımın elime bir adres tutuşturur.  Olur olmaz derken, o adrese gitme kararı aldık. Tabii, bildiğimiz mi var, biz yakın bir yer sanıyoruz. Cemile Hanım’ın   Keçiören’deki su deposunun batı tarafındaki çocuk parkının yanındaki evi güçlükle bulabildik. Allah razı olsun, eşi Sadık bey de bizi iyi karşıladı. Tam 15 gün onların evinde kaldık. 15 gün boyunca Cemile hanım bizimle beraber her gün hastaneye geldi. Bu sürede, diğer çocuklarımızdan, köydeki keçi, koyunumuzdan hiç haberimiz yok.  Hanımefendi bize, ” siz köye gidin ben çocukla ilgilenirim” dedi. Biz, köye döndük, bu yavrumuz hastanede tam 90 gün kaldı ve Cemile hanım her gün bizim çocuğumuzu yokladı. “
Hasan amca, duygulandı. Durdu teyze ağladı. Babam,  ne iyi insanlar dedi. Ben duygulandım.
Olayın bizlik kısmı: Hasan amca, Durdu teyze bu güzel insanların – Cemile Kılıç, Sadık Kılıç ve oğulları Cemil Kılıç-  hayatta olup olmadıklarını bile bilmiyorlar. Eğer hayattalarsa da görüşmek, 35 yıllık hasretleri dinsin  istiyorlar.
Şahsen, direkt Kadirli ve Keçiören ilçelerinin yetkilileri ile görüşerek  onların bu hasretlerini dindirmeyi tercih edebilirdim, burada yazmayı yeğledim.
Çünkü, İyiler rahat olsun ve bilsinler:  Her şeye rağmen “Vefa, Sabır, Fedakârlık, Hoşgörü, Kıymet bilme” hala yaşıyor.  
Yetkililerimizin duyarlılıklarının yaşadığını da biliyoruz. Hasan, Durdu, Meryem Akol Osmaniye Kadirli’de  yaşıyor.  İnşallah, Cemile, Sadık, Cemil Kılıç da yaşıyordur.




27 Nisan 2013 Cumartesi

Çadırdan Mesleğe Koşuyorum



27 yıl önceydi… Göksu Irmağının  kenarında, dut ağacının altındaki çadırında gündüz vakti uzanırken, duyduğun çocuk çığlığı seni koşturmaya yetmişti. Ses ırmağın karşı kıyısından geliyordu. Su derindi ama sen aldırmadın.  Koştun,  su üstünde. Koştun, koştun, koştun. Minicik yavruyu, ölümün pençesinden almak senin nasibin oldu.

Çocuğu annesine teslim ettin, ve bir sonraki “koşma” ne için olacak diye çadırına uzanırken,  köyde adın “aptallar “ çocuğu kurtarmış diye anılıyordu.

Bu köyde sana “aptal” denilir. . Başka yerlerde, Roman,  davulcu , sepetçi, çingene, cingan, ede , bizim kirveler, öteki ….  Bunlar farklı, kimi  Hindistan’dan gelme, kimi Romanya’dan denilse de “sen” yaşadığın toplumdan hep başka oldun. Hep koşmakla geçti senin ömrün, tehlike gördüğünde, ruhun daraldığında topladın çadırını başka yerlere göçtün.

Fakirdir, yaşamasın denildi. Arı ırk korunsun,  kalıtsal hastalıklar önlensin denildi. Toplama kamplarına konuldun.  Söz de bilimsel çalışmaların canlı canlı kurbanı oldun. Kısırlaştırıldın. Vahşice katledildin, soyun kurutulmak istendi. Ama, yapamadılar, sen koştun. Hayata koştun, yaşamaya koştun. Hep farklı, hep öteki oldun.

Gün geldi, seni kendinden farklı görmeyen yürekler ortaya çıktı. “Ne farkımız var bizim onlardan, onların bizden ne farkı var “  dedi onlar. Onlardan biri, narin güzel insan Halil Kaplan. Çocuklarını aldı, senin mahallenden geçti. Seni konuştu onlara, seni anlattı. Koşuşlarını izledi. Bir fikir çıktı yüreğinin derinliklerinden:   “Çadırdan Mesleğe Koşuyorum”.  Arkadaşlarına anlattı. Halili Lütfullah Çeliğ, Yusuf Gür ve başka arkadaşlar  hemen kabul etti. Bir proje yapalım denildi. Ve sen bu vesiliyle Çadırdan mesleğe koşuyorsun. Yolun açık olsun.

“Çadırdan Mesleğe Koşuyorum” isimli Sosyal Destek Programı (SODES) kapsamındaki proje Kadirli Endüstri Meslek lisesinde yürütülmektedir. Başta, okul müdür baş yardımcısı, Halil KAPLAN, müdür yardımcı Halili Lütfullah ÇELİĞ, Motor  Teknolojileri Öğretmeni Yusuf GÜR beyler olmak üzere bu projede emeği geçen herkese teşekkürlerimi sunuyorum. Dilerim, bu ve buna benzer projeler başta ülkemiz olmaz üzere dünyanın dört bir yanında uygulanır ve başarıya ulaşır. 

27 yıl önce benim için koşanları bugün mesleğe koşturanlara selam olsun.