26 Şubat 2013 Salı

Sol Bekler Dershanede




Hafta sonu (23 - 24 Şubat 2013) Kadirli Gençlik Spor ve İzcilik kulübümüzün organize ettiği kulüp kampını yapmak üzere 39 izcimiz ve 3 izci lideri arkadaşımla birlikte, Aslantas Barajı Kızyusuflu Su Sporları (Kadirli / Osmaniye)  tesislerindeydik. Gençlik ve Spor Bakanlığına bağlı 17 dönüm üzerine kurulu, hemen her türlü sporu yapmaya müsait bu tesisle ilgili izlenimlerimi paylaşacağım.

Batık Otobüs

Daha kamp alanına girer girmez izcilerimizi taşıyan servis aracı, zaman zaman orada kampa giren Kadirli  Spor futbolcularını taşıyan otobüse yol vermek isterken, yağmurdan dolayı ıslanan zeminde battı. En büyüğü 17 yaşında olan izcilerimiz hemen müdahale ederek servislerini kurtardılar. Bu arada içlerinde iki de siyahi sporcunun bulunduğu Kadirli Spor futbolcuları eller cepte tesis cafesine gittiler. Biz servisimizi kurtardık derken, futbolcuları taşıyan büyük otobüs battı. İzcilerimiz, bir gayretle otobüsü kurtarmaya koştu. Denediler olmadı. Futbolcular, yerlerinden bile çıkmadı. İzciler pes edip bıraktılar. Ancak, 10 15 dakika sonra Kadirli Spor yetkilileri izcilerimizi yeniden çağırdılar. Bu sefer onlara birkaç futbolcu da katıldı.

Onlar orada gayretle çalışırken futbolculardan biri batan otobüse küfür etmesin mi! Ben, küfür etmemesini söylerken, futbolcu deplasmanlara otobüs yüzünden  hep diken üstünde gittiklerini söyleyerek küfrüne haklı gerekçe sunmaya çalışsa da ben yine sıkıntılar olsa da küfrün çözüm olmadığını söyledim. Bu sefer başka, bir futbolcu olsun yine de biz küfür edelim diyordu. (Eğer o futbolcular bu satırları okurlarsa kendilerini hemen bileceklerdir.)  Ben de “anlaşılmadığın yerde sus “ prensibini uyguladım. Ancak, aklıma şu geldi. Kadirli’de “Küfürsüz Hava Sahası” mücadelesi verilirken Kadirli belediyesinin bizzat sponsorluğunu yaptığı bir kulübün oyuncusu nasıl bu denli seviyesiz olabiliyor.

Bu arada otobüs kurtarıldı. Biraz önce kurtulması için  hiçbir şey yapan / yapmayan futbolcular, küfür eden de dahil otobüse binip Kahramanmaraş’a doğru yol aldılar.

Ben otobüsü dünyamıza, o futbolcuları da hiçbir şey yapmadan yaşayan insanlara benzettim. Emin olun, siz bir şey yapmasanız da dünya bu bataktan kurtulacak.

Sol Bekler Dershanede

Peki, su sporları tesisi nasıl kullanılıyor?
Birkaç kez yapılan su müsabakası dışında sportif anlamda neredeyse hiç kullanılmıyor.
Zaman zaman rica minnet izcilerin kamp yaptığı bu tesis sınavlardan önce dershaneler tarafından kullanılmakta. Spor yapmak yerine öğrenciler soru çözmekle meşgul oluyor. Anlayacağınız, 4 yanlış 1 doğru sporu.

Yarışma yapmaya meraklı ülkemiz insanına “bir spor tesisi en verimsiz nasıl kullanılır” diye bir yarışma yapılsa, tesisin mevcut hali açık ara yarışmayı kazanır. 

Kadirli Sporlu siyahi futbolcu kardeşlerimi görünce bizim gençlerimiz en az bunlar kadar oynayamaz mı diye düşünmeden edemedim. Nasıl olsun ki!

Bir de aklıma Beşiktaş Teknik Direktörü Samet Aybaba’nın 70 milyondan bir sol bek çıkaramıyoruz demesi geldi. Nasıl çıksın ki, sayın hocam!

Bizim çocuklar  en azından bir kapıcı olarak devlet dairesine girebilmek için dershanede. Çocuk, baktı bir yere giremiyor, futbolcu olmak istiyor, siz de o zamana kadar transferi yapmış oluyorsunuz. 



Kamp Kazanımları

1.      Kamp liderimiz, izcilere fular bağı bulmalarını söylediğinde, hemen her izcimiz nasıl yapacağız diye dertlendi. Ancak, sınırlı sandığımız imkanlarda izcilerimizin her biri, meşe palamudu, kamış, kola kapağı, boş fişek kutusu vs. maddelerden çabucak birer bağ yaptılar.

Hiçbir şey imkansız değildir. Yetinmeyi bilmeliyiz.

2.      Kamp sonunda izcilerimiz kampın çok kısa olduğunu söylediler. Bir liderimiz aynı şekilde 15 gün yaşayıp yaşayamayacağımızı sorduğunda izciler bunun zor olduğunu söylediler. Çünkü, daha fazla sorumluluk almak gerektiğini söylediler.

Sürekli yaşadığımız kimselerle sorun yaşıyorsak, sorun bizden de kaynaklanıyor olabilir.





18 Şubat 2013 Pazartesi

Ayıbın filmini çekmek…




En son 2006’da bir film izledim. O zamana kadar ne zaman bir filmin başına otursam sıkılırdım. Son izlediğim film de, Fransız yazar Alexander Dumas’ın İngilizce ismi “The Count of Monte Cristo ” olan Türkçe’ye Monte Kristo diye çevrilen kitabının çok övülen filmiydi. İngilizcesini bayıla bayıla okuduğum, kitabı eşime, o zaman bizimle kalan kardeşime de tavsiye etmiştim. Biz kitabı okuduktan kısa süre sonra bir televizyon kanalı bu filmi yayınlayınca, eşim ve kardeşimle beraber  büyük bir heyecanla başına oturduğumuz filmden hayal kırıklığıyla kalkmıştık.

Film sonunda ortak cümlemiz: “Kitapların filmi yapılmıyor arkadaş” idi.  Bu cümleyi çok kullandım.

Dan Brown’un Deception Point (İhanet Noktası), Tosltoy’un Anna Karanina,  Qaisra Shahraz’ın Kutsal Kadın, Jeffrey Archer’ın Cain & Abel (Kabil ve Habil), İskender Pala’nın “İki Darbe Arasında”  vb.  kitapların da filminin yapılmasını anlık geçirsem de aklımdan, hep Monte Kristo tecrübem beni bu düşüncemden vazgeçirmeye yetiyor da artıyor. Bırakın kitap öyle kalsın dedim. (Bilmiyorum, bu kitapların filmi yapılanlar olduysa cehaletime verin)  

Zaman zaman, öz eleştiri  yaparak kendimi film izleme özürlü bile ilan ettiğim anlar oldu. Ancak, kendime haksızlık ettiğimi, sadece 10 saniyelik bir dizi fragmanında gördüğüm iki şiddet sahnesi ile anladım. İki tokat sahnesi. Birinde kadın erkeğe, diğerinde erkek kadına tokat atıyor. Karakterler farklı. Ben, fragmanı bu olan dizinin içeriğine allame-i cihan olsa bakmam.

Geçenlerde film sektöründe olan bir beyefendinin “biz eğitici değiliz, toplumda olanı yansıtıyoruz, olması gereken bizim işimiz değil” kavlinden bir açıklamasını okumuştum.

Beyefendi demek istiyor ki, insanlar tokatlaşıyor biz de bunun filmini yapıyoruz.
İnsanların  tokatlaştığı doğrudur, ancak hiçbir tokatlaşmanın görgü tanığı beşi geçmez. Kimse, milyonlar önünde tokatlaşmıyor , efendi!

Keza, bu toplumda sizin filmini yaptığınız her şey yaşanıyor.

İnsanlar kavga ediyor. Siz iki çocuk kavga etse  çocuklar yapmayın “çok ayıp” diyen kimseler olarak, kocaman adamların kavgalarını canlandırmakla ayıp etmiyor musunuz?

Evet, bu topumda maalesef cinayetler oluyor. Ancak, hiçbir cinayet sizin canlandırdığınız gibi milyonların gözü önünde yaşanmıyor.

Bu toplumda, maalesef aldatmalar yaşanıyor. Bunu yapanlar dışında kimse bilmiyor.   Ama kimse kendini senaryolarınızdaki gibi, evli bir adamla yasak ilişkiden dolayı hamile kalan bir kadını, “adam diğer hanımdan zaten ayrılacaktı, evlenmeden önce de onlar birbirlerini seviyorlardı” gibi gerekçelerle masum gösterme çabasında değil.

Siz sanat yaparken, sanat için soyunurken, öpüşürken, sevişirken mahremiyeti yok ettiniz. Artık, beş yaşındaki çocuklar bile “anne – babalarını” dudaktan öpmek istiyor sayenizde.

Toplumda, zaten yaşanıyor diye ayıbı gözler önüne serdiniz ve  ayıbın filmini yaparak ayıbı normalleştirdiniz. Kimse yaptığının ayıp olduğunun farkında bile değil.
İşte bu yüzden, en masum sahnelerde bile bir hataya düşen, bir ayıbı gün yüzüne çıkaran filmler hiç olmasın. İşte bu yüzden, kitaplar film yapılmasın. Hatta, ayıptan bahsedecekse kitaplar da yazılmasın.

Son sözüm de Tosltoy’a: Hayalini bile kuramayacağımız güzelliğini zihnimize kazıdığın Anna’ya kocasını aldatan kadın rolünü nasıl yakıştırdın?


                                                                                                                                     

13 Şubat 2013 Çarşamba

Kuma Bilgisayarlar




İletişime en çok ihtiyaç duyulan zamanda iletişimi en çok engelleyen şey maalesef iletişim araçlarıdır.

Kimilerince iletişim çağı diye adlandırılan yüzyılımızda belki de “iletişimsizliğin” zirvesini yaşıyoruz.
Görüşüyoruz, konuşuyoruz, yeni kimselerle tanışıyoruz…
Ama iletişemiyoruz.
En son ne zaman yakın bir dostunuzu aradığınızı bir düşünün.
En son ne zaman, samimi, içten bir diyalog geçirdiniz yakınlarınızla.
Zorlayın hafızalarınızı…

Oysa, ne çok ihtiyacımız bunlara. İletişime en çok ihtiyaç duyulan zamanda iletişimi en çok engelleyen şey maalesef iletişim araçlarıdır

Söz meclislerinde, aile toplantılarında ( toplanılırsa)  yemekte (bir araya gelinebilirse)  parkta otobüste.
Ellerimiz dokunmatik ekranlardan ayrılmıyor. Neyi karıştırıyoruz, ne arıyoruz farkında değiliz.
Muhabbetin en can alıcı noktasında gelen bir mesaj sesi, bir telefon bütün dikkatimiz uzakta iletişim kurduğumuzu  zannettiğimiz kimselerce dağıtılıyor. Meşgule alsak aklımız "ne diyecekti" diye  karşıda kalıyor. Görüşsek, sohbet burada yarım kalıyor, karşıdakiyle yavan, tatsız bir görüşme oluyor.


Uzun zamandır hiç görmediğimiz kimseleri bile sanki her gün görüyor gibi hissediyor, Facebook’ta “beğen” meyi, ya da arkadaşımızdan gelen gönderiyi paylaşmayı,  twitterda “retweet” yapmayı iletişim sanıyoruz. Adeta gizlice takip ettiğimiz o kimselerle, yıllar sonra bir araya gelsek bile konuşacak “iki çift laf” bulamıyoruz.

Daha kolay görüşelim, teknoloji nimetinden istifade edelim, çocuklarımız kimseden geri kalmasın, arkadaşları içinde mahcup olmasın diye her bir yanımızı donattığımız teknolojimizle iletişimimizi öldürdük.


Galiba bu iletişimsizliğin en acı, en dramatik örneği de bir annenin, bir bayanın eşini başından kaldıramadığı bilgisayar için “ benim kumam” demesidir.

Artık, deniliyor da…

10 Şubat 2013 Pazar

Boz – Yap




Bu  haber sizi çok yakından ilgilendiriyor.  
Artık, sizin de bir hastaneniz olacak!
Müjdeli haber (!), komşumuz Rusya’dan geldi.
Petersburg’dan.
Behtereva Psikolojik Araştırma Üniversitesi araştırmış ve düşünmüş ve çözümü bir hastane açmakta bulmuş.
Hem de 7 gün 24 saat hizmet verecek bir hastane.

Bu hastane oyunkolikler için açılıyor. Bizimle ne alakası var demeyin.

Hastane, sayıları gitgide artan bilgisayar ve telefon oyun bağımlıları için açılıyor.
Oyun bağımlıları tıpkı alkolikler ve uyuşturucu bağımlılarına uygulanan yöntemlerle iyileştirilmeye çalışılıyor.
 Öncelikle,  onların psikolojik tedavi görmeleri gerekiyor.
Peterburg’da ve Rusya’nın bir çok bölgesinde binlerce ve gencin bu hastalıktan mustarip olduğu ifade ediliyor.

Eee, bizimle ne alakası var demeyin.
Komşuda pişen bize de düşer.
Ama gerçek sebep bu değil.

Oyun bağımlısı, bağımlı olduğunu farkında değilmiş. Bu yüzden bağımlı kişilerin ailesi ve akraba fertlerinin yardım için hastaneye müracaat ettiği söyleniyor.  

Yani, eğer oyun oynuyorsanız farkında olmadığınız bir bağımlılığınız olabilir. Ya da potansiyel bir oyunkoliksiniz.

Peki, neden başlığı “Boz –Yap” diye attım?
Sığ aklımla insanoğlunu bir türlü anlayamadım.
Önce sapa sağlam adamları boz, sonra tedavi etmeye uğraş.
Kimse anasından, alkolik, kumarbaz, oyunkolik doğmuyor.

Bir bataklık var ama biz sazlıktaki kuşların yuvalarını bozmakla uğraşıyoruz.

İnşallah, bataklığı hep birlikte kurutabiliriz.  









4 Şubat 2013 Pazartesi

Zeka Haritası




Size hiç “meslek liseli” denildi mi?

Kılık – kıyafet tartışmalarının  zirvede olduğu dönemde bu konuda fikri sorulan meslek liseli bir öğrencinin şu yanıtı sizleri yukarıdaki soruya muhatap kıldı.

“Valla, bu serbestlik çok iyi oldu. Artık, kimse bize meslek liseli diyemeyecek. İnsanların, bize meslek liseli, serseri, geri zekalı demesinden bıktık.”

Tırnak içindeki bu ifadeler eğitimi sadece , dershane, kılık- kıyafet, öğretmen maaşı, atamalar ve eş durumu atamaları yönüyle tartışanlara yeni bir tartışma ortamı açar mı acaba?

Beyler, hanımlar!
Şahsen yukarıdaki öğrencinin sözlerini açık bir çığlık, bir haykırış, bir yakarış olarak görüyorum.

Daha hayatlarının baharında on binlerce meslek liseli çocuğumuza hissettirdiğimiz bu ezilmişlik psikolojisi düpedüz sınav odaklı eğitim sisteminin ürünüdür.

Aynı sistem, lise düzeyinde Fen lisesi, Sosyal Bilimler Lisesi, Anadolu Lisesi,  İlköğretim ve yine lise düzeyinde Bilim Sanat Merkezleri ile diğer çocuklara farklı bir psikoloji hissettirmektedir. Çocuk yaşta kendini “dahi” sanan yavrular. Doğrusu, “dahi” olduklarına inandırılan çocuklar.

Adeta, “işte sana havuz ne yaparsan yap ama çıkarken mutlaka şu delikten dışarı çıkacaksın diyen eğitim sisteminin doğurduğu uygulamaları okuyanlar acaba benden mi bahsedilmiş diye heyecanlanacak. İşte bu uygulamalardan birkaç örnek.

İlköğretim birinci sınıf öğretmenlerinde ilk hedef çocuklara okuma - yazma öğretmek. Daha o yaşta çocukları tembeller, çalışkanlar sırası diye ayırarak kendilerince bir “zeka haritası “ çizmek. Okumaya geçen “zeki”, diğerleri “zeki” haricinde her şey.

Sonra giderek “zeka haritasının” çizgileri kalınlaşır.

İlköğretim ikinci sınıfta ailelere test kitabı aldırmak, hafta sonları çocukların eksikliklerini (!) tamamlamak için ek kurslar düzenlemeye başlamak. Mümkünse çocukları dershaneye yazdırmak. Değilse, zaten çocukların çok büyük kısmı 4. sınıfta başlayacaktır.

İlköğretim 4. sınıftan  “devlet memuru” olana kadar  çocuğu  neredeyse dershaneden dışarı çıkarmamak. Arada şunlar yaşanmaktadır.

8. sınıfta yapılan sınav ile çocukları puanlarına göre sıralamak. Kolejler, Fen Liselerinden başlayan sıralamanın en alt tabakasını meslek liseleri ve düz liseler oluşturmaktadır. Tabii, sıralama burada bitmiyor, önceki okullarında ilk sıraları paylaşan Fen Liseli “zeki” çocuklar yeni okullarında son sıralarda yer alırlarsa haliyle problem yaşıyorlar. Yarış psikolojisi içinde geçen eğitim hayatları onlar için tam bir çile olabiliyor.

Daha önce yapılan sınavlarda istenilen başarıyı (!) gösteremeyen meslek liseli öğrenci hiç olmazsa bir meslek öğreneyim diye gittiği meslek lisesinde bir 9. sınıf eğitimiyle karşılaşmakta. Rehberlik dahil 21 kültür dersi alan çocuk tam bir bunalım geçiriyor. Zaten, bu saate kadar yapamadığı derslerin, önce hayatına yön verecek alan seçiminde önemli olduğu söyleniyor kendisine. Yani, not ortalaması yüksek olan okulun popüler alanına gidebilecek. Ortama yüksek değilse ömür boyu hiç istemediği bir meslek çocuğu bekler. Sonra, bu kültür dersleri üniversite seçme sınavlarında lazım olacaktır. Mesela , makine teknolojisi alanını bitiren bir öğrenci makine mühendisliğine gitmek isterse  Türkçe, Matematik, Fizik, Kimya vs. derslere hakim olmalı. Makineyle ilgili tek bir soru yok. Tabii, bu meslek liseli için bir hayal. Peki, makine mühendisliğine kim gidiyor? Üniversiteye gidene kadar ömründe hiç makine görmeyen meslek liseli haricindeki diğer liseler. (Örnekler artırılabilir.) Bu arada haritada hatlar karışmaya başlar.

Türkiye’de Eğitim Algısı başlıklı makalede şu ifadelere yer vermiştim. “Kabul etmek gerekir ki, bu kadar ilgili, ilgisiz soruları yanıtlayabilenler “zeki” kimseler. İlgi alanı ne olursa olsun, tıp, hukuk, belirli mühendislik fakültesine yerleşecek puanı alan birine öğretmenlik, veterinerlik, yazdıramazsınız. Dolayısıyla, Türkiye’nin üniversiteler düzeyinde “zeka haritası” incelendiğinde tıp, hukuk, bazı mühendislik ve bazı işletme fakültelerinde yığılma olduğu görülebilir.”

Oysa, her mesleğin zeki kimselere ihtiyacı var.  Bu ihtiyaç mevcut durumla asla karşılanamaz.

Alimlerden biri “kişi evine gidip gelebiliyorsa zekidir” demiş. Bu söze her daim katılmışımdır ancak böylesi tuhaf uygulamaların “çocuğa” evinin yolunu unutturacağı kaygısı taşımaktayım.

Çocuk akranları içerisinde kendini geliştirir. Aşağı yukarı aynı özelliklere sahip çocukların bir araya getirilmesi bir kaos ortamından başka bir şey doğurmaz. Nitekim, bu gün bir çok meslek lisesinde sınıf başkanlığı dahi yapabilecek öğrenci bulmakta güçlük çekilmektedir. Diğer yanda ülkeyi yönetsin diye yetiştirmeye çalıştığımız çocuklar birbirlerini rakip görmekten enerjilerini, bilgilerini boşa harcamaktadır.

Eğitimle biraz ilgisi olan herkesin farkında olduğu bu durumu sizlerle paylaşmaya çalıştığım bu makalemi sorularla bitirmek istiyorum.

1.      Acaba kılık kıyafet tartışmaları bu sorunu ne kadar çözebilir?
2.      Her konuda referans isteyen / gösteren akademisyenler böylesi eğitimin uygulandığı bir ülke gösterebilirler mi?
3.      Siyasiler ne zaman “eğitimi” bir siyaset malzemesi olarak görmekten / kullanmaktan geri duracaklar?