27 Aralık 2011 Salı

Metrekareye Düşen Eğitim Oranı (1)

“Metrekareye Düşen Eğitim Oranı”  isimli yazımı okuyan dostlarıma “az yazılmış”  hissi vermişsem o yazım içim başarıya ulaştığımı belirtmek isterim. Herkesin kendinden bir parça gördüğü, zaman zaman “eyvah yakalandık bu adam”  benden  mi bahsetmiş dedirten o yazıdan sonra bu yazıda da kendimizi görüp  bulacağız. Kaç kişiye ulaşır, bilmem ama okuyacağınız satırlar, ulaşan büyüklerimin “adam haklı arkadaş” demekten öte bir şeyler yapacağını umut ederek  kaleme alınmıştır.
Bu yazıda ana babalık görevini layıki ile yerine getiren büyüklerimin affını istiyorum.

Eğitimi sadece okullara sıkıştıran, bu memlekette  eğitimin olmadığını her meclisinde ağzına sakız eden ana babalar olarak eğitime  hangi katkıyı sağladığınızı merak ederim. Kendimi de  bu güruhun içine katarak “biz” diyerek devam edeyim.

Biz çocuğumuzu akademik    başarısına  göre severiz . İspatı: Matematiği iyi yapan çocuğa, “zehir gibi kafası” var, Allah bağışlasın derken,  4 yıl üst üste SBS kursuna giden bu sınav denemelerinde sınıfında sondan 3. 4. olan ancak okulunda  bilgisayarın bütün arızaları  için  öğretmenlerinin başvurduğu öğrenciyi de mahcup  bir edayla “ne yapalım bu da böyle işte ” diye resmederiz.

Diğer çocuklarımızın üniversite okumalarını anlatırken ağzımız ballanırken, kuaförlüğe merak sarmış kızımızın 9 zayıfı olmasına  rağmen illa büyükleri gibi okumasını istemeyi bir  mecburiyet addederiz.  Bu yavrucağı,  “okuyacaksın değil mi yavrum, söz mü” gibi ifadelerle teslim olmaya zorlayıp, Çarşamba’dan sonra Perşembe’nin gelişi kadar  net bir sonuçla karşılaştığımızda da sızlanırız.

Daha oyun çağındaki zavallı yavruların renkleri bilmemesi,  bilse karıştırmalarını, komşu çocukları gibi 10’a kadar  sayamamalarını gurur meselesi yapar, umduğumuzu bulamayınca yavrumuza  bakışımız bu “geri zekalı yahu” modunu alır. Okula  yeni başlayan yavruların, yazı yazmada gecikmesini Kıyamet alameti görür, “eyvah ne yapacağız şimdi” diyerek bildiğimiz psikologun kapısını çalarız. Adamın, bu çocuk normal, biraz sabredin çocuğunuzun bir şeyi yok
demesini “işi bilmiyor”  şeklinde yorumlarız. Psikologa gitmeyenlerimiz de “bu  çocuk sizin sülaleye çekmiş” kavlinden sözlerle zekaca eşinden üstün olduğunu  ispatlamaya  çalışır.
           
Yine oyun çağındaki çocuğumuzun 3 yalan 1 doğru üzerine kurulu SBS hazırlık  testlerinde 60 soruda bir iki yanlış yapması, çocuğun eşler arasında çekim bakımından  paylaşılamaması anlamına gelir. Dedim  ya biz  çocuğumuzu akademik başarısına göre severiz.
           
Çocuğumuza karşı sevgimiz her şeye rağmen 6. sınıfa kadar kesintili devam etse de 8. sınıfta yapılan “meşhur sınavla” son  nefesi verme aşamasına gelir. Çünkü, çocuk “şu seçkin” okullardan herhangi  birine yerleşememiştir. Artık,   büyük ihtimalle doktor, mühendis, öğretmen  olamayacaktır. Meseleyi, bu noktaya  kadar getirmemin sebebi bir sonraki  cümlede. Bu OĞLUUM DOKTOOR, BU OĞLUM ÖĞRETMENN, BU MÜHENDİSS dedikten sonra şu da okumadı  bizim yanımızda bağ,  bahçe işleri ile uğraşıyor,   “okumadı” derken   bile akademik başarı odaklı sevgimiz hatırlanıla. Yeniden noktanın öncesine dönersek, çocukları  başarılı olan aileler olarak okulların kapılarını aşındırırken (çünkü çocuk bizi mahcup etmez), hiç değilse bir meslek sahibi olsun diye yolladığımız okullardaki yavrularımızı hiç görmesek mutlu oluruz. Bize göre, çocuk artık  ele avuca sığmaz olmuş, bütün  öğretmenlerin dertlendiği biri haline gelmiş. Tabii, bu aşamaya kadar hiç suçumuz olmadığı(!) için önümüze sunulan seçeneklerden “ne  hali varsa  görsün”   şıkkını işaretleriz. Oysa, kendi haline bıraktığımız yavrularımız,  belki ömürleri boyunca hiç çekmeyecekleri sıkıntılarla gırtlak gırtlağa iken biz yok oluruz. Onları en fazla sevmemiz gereken zamanda sırtımızı döneriz. Hem de hiç biri bize doğumlarında DOKTOR, ÖĞRETMEN olacağım ya da OKUYACAĞIM  vaadinde bulunmamışken.
           
           
           
           


24 Aralık 2011 Cumartesi

Marangoz


 

Bir genç vardı, aylak aylak gezen, boş boş konuşan. 
Şerri kulaktan kulağa dolaşan.
 Mahalleli onun elinden çekerdi .
Onu gören herkes  yolunu değiştirirdi.
                                                    
Orta yaşlı bir anası vardı bu gencin.
Atsa atamaz, satsa satamaz, biricik evladıydı.
Kocasından kalan tek yadigarı.
Çırpınıyordu, zavallı.
Bir şeyler yapmalıydı.

Nadiren dediğini yapardı anasının.
Tabii tersinden kalkmamışsa…

Tersten kalkmadığı bir gün, anası yavrum:
“Misafirimiz gelince yemek yiyecek masamız yok.”
“Şu malzemeleri al, marangoza götür” dedi.
Bizimki biraz söylendi, kalktı yerinden, bin bir zahmet marangoza kadar gitti.

Marangoz: “Buyur evladım ne istedin ?” dedi, namını bildiği gence.
Genç:  “Şu malzemelerden bana 3 metre  uzunluğuğunda bir masa yap” dedi kaba bir şekilde.
Marangoz,  tamam dedi.

Bir hafta sonra buluşmak üzere ayrıldılar.

O gün geldiğinde anası genci zorla, yalvar yakar marangoza yolladı.
Genç, marangoza “yaptın mı benim masayı?” dedi.
Marangoz, gülümseyerek, ” evet evladım” dedi.
Genç, nerede diye sordu.
Marangoz, işte  diyerek küçük bir tabureyi gösterdi.
Genç, şaşkınlık içinde bu mu diye sordu.
Marangoz, evet dedi tebessüm ederek.
Genç,” dalga mı geçiyorsun sen benimle. Verdiğimiz işi adam gibi yapmıyorsun, bari malzemeler nerede?” dedi.
Marangoz, sakince sen sana verilen her şeyi adam gibi yapıyor musun? dedi.
 Kimse bana bir şey vermiyor ki.
Ha anladım dedi, marangoz. “ Senin aklın, beynin yok” dedi, yumuşak bir ses tonuyla.
“Olur mu öyle şey , var tabii ki dedi genç hiddetlenerek.”
Kim verdi?
Genç, duraksadı.
Marangoz, devam etti. Bana verdiğin birkaç odun parçasının hesabını soruyorsun. Gücün yetse beni döveceksin. Sen sana verilen bunca güzelliğin hesabını verebilek misin? Oyun mu sanıyorsun hayatı?

Genç iyice uysallaştı. Bir şeyler demeye çalıştı, kelimeler boğazına takıldı.
Marangoz, yavrum bu tabureyi artan malzemeden yaptım, kullandıkça beni hatırlarsın dedi. Masanı  tek başına taşıyamazsın diye evinize yolladım dedi.

Genç, iyice mahçup hissetti kendini.   Konuşacak bir şeyi yoktu, ama düşünecek  çok şeyi vardı aklında.” Teşekkür edererim, amca dedi”,  eline uzandı marangozun , öptü ve gitmek için müsaade istedi.

Marangoz, müsaade senin evladım dedi, tutmak istemedi genci daha fazla, çünkü  hem kendinin hem gencin yapacak çok “masası” vardı

21 Aralık 2011 Çarşamba

Metrekareye Düşen Eğitim Oranı

Metrekareye düşen kar, yağmur, dolu bile hesaplanırken, kişi başına neyin   ne kadar düştüğü her gün kulaklarımıza   bangır bangır söylenirken, gözlerimizin içine içine sokulurken    ne işe yaradığı belli olmayan istatistikler, “eğitim” dediğimiz hatta dil ucuyla “şart, şart” dediğimiz, bir türlü yüreklerimize indiremediğimiz bu fenomeni tartışmaya ne dersiniz?
 
Kişi başına ne kadar eğitimliyiz?
Metrekareye ne kadar eğitim düşmekte?
           
Bakalım büyüklerimiz, akademisyenlerimiz eğitimi nasıl tanımlamışlar?
 
“Eğitim yürürlükteki değerlerin, bilgilerin ve hünerlerin yetişen kuşaklara iletilmesi ve kazandırılmasıdır” (OZANKAYA, 1982, s:299).
 
“Eğitim kişinin kendisindeki cevherlerin gelişmesi ve davranışlara uygun yeni kazançları sağlayan düşünceler dizisidir” (ÖYMEN, 1969, s:11).
 
“Eğitim bireyin davranışlarında kendi yaşantısı yoluyla ve kasıtlı olarak istendik değişme meydana getirme sürecidir” (ERTÜRK, 1972. s:12).
 
Son dönemlerde eğitimi salt meslek edindirme aracı olarak gören bir takım görüşlerin de olduğunu belirterek yukarıdaki üç tanımda öne çıkan ifadeleri inceleyelim.
 
Değer, bilgi, hüner…
Cevherlerin gelişmesi, düşünce…
Bireyin yaşantısı yoluyla istendik, kasıtlı değişim, süreç.
 
Olumluluklar üzerine yapılan bu tanımlarda bireyden beklenenin tam da ne olduğunu netleştirmek için beyin fırtınasına gerek yok herhalde. Birkaç şey yazayım itirazı olan yorumlara yazsın.
Dürüst olma, paylaşımcı olma, saygı- sevgi hisleri taşıma ve uygulama, öz disiplin, öz denetim, güven, kamu malına sahip çıkma, kul hakkı (insan hakları) vs.
Unuttuklarımı   vesaire kısmına ekleyebilirsiniz.
Peki biz bunların ne kadarını okullarımızda verebiliyoruz? Okullarımızda metrekareye ne kadar eğitim düşmekte?
Daha ders başlamadan toplanılan tören alanında sevgi- saygı kavramı,  bir türlü sırada düzgün durmak   bilmeyen öğrencilere yapılan hakaretlerle erir. Okullarımızın halini özetleyecek bir fotoğraf çekmek aslında bu noktada mümkün. Ancak, içeri girildikçe metre kareye düşen eğitimin ne kadar olduğuna dair ayrıntılara ulaşmak daha da kolaylaşacaktır.
Koridorlarda, sınıflarına zamanında girmek istemeyen öğrenciler, gardiyan misali bekleyen öğretmeni çileden çıkarır. Öfkesini yenemeyen öğretmenin halini hayal gücünüze bırakayım en iyisi.
Sınıflara girince duvarların kirliliği, sıraların çizilmişliği dikkat çeker. Düşman malına yapılmayacak türden muamelelere maruz kalan sıralar  dillense, konuşsa neler der, neler. Sadece oturmak üzere yapılan bir malzemeye yazılan, çizilen değerlerin, değersizliklerin haddi hesabı yok.  Konu tam da buradayken, zavallı tuvalet kapıları için ne yapmalı? Sıralardan farkları olduğunu söylemek pek doğru olmaz.   Kırılan pisuvarlar, sabunluklar,   musluklar kardeşim devlet malına işte böyle sahip çıkılır (!) der gibi. Bu paragrafla ilgili iki ilginç nokta. Biri okul öncesinde ve ilköğretim birinci kademede yaşanan vakaların çok seyrek ve büyük oranda da kazara olması.  Diğeri, aile ortamında ev eşyalarına verilen zararın neredeyse hiç olmaması. Burada soru işareti (?) bırakalım.
Yeniden sınıflara dönecek olursak, öfkenin yutulduğu, şevkle, zevkle yapılan derslerin adedini merak ediyorum. Seçilerek oluşturulan okul tiplerini örnek göstermeyelim lütfen. Gerçi, oralarda çalışıp halinden memnun olmayan öğretmenlerin de sayısına bakınca bir aksilik olduğunu hissetmek dahice bir şey sayılmasın.
Böyle ortamlarda yapılan eğitimde ölçme-değerlendirme kısmı işin en garip, en akıl almaz noktası. Artık, öğrenciye güvenmiyorum anlamı taşıyan A, B grubu oluşturma modası yerini size hiç mi hiç güvenmiyorum anlamında A, B, C, D gruplarına dönüşmekte. Maksat öğrenci kopya çekmesin. Ben buradan yetiştirdiğimiz adama güvenmiyoruz mesajı çıkarsam, ufak at demezsiniz umarım. Öğrenci boş durur mu hiç, topu topu iki sayfalık sınavına çalışmayan kimseler yeni kopya çekme stratejileri geliştirmek için çabalar. Bu paragrafın özü, öğretmen kopya çektirmemek, öğrencide kopya çektirmek için çalışıp durmakta.
Diyelim çocuk başarısız oldu, apar apar çocuğun okuduğu okulda birilerini tanıyan mümkünse mevki makam sahibi bir amca bulunur. Rica, minnet kul hakkı yenilir, yutulur.
 
Kısaca, eğitim tanımlandığı gibi durmuyor.
 
Konu daha fazla dağılmadan sorayım: Metrekareye  ne kadar eğitim düştüğünü  hesaplayabildiniz mi?
  

11 Aralık 2011 Pazar

Kim demiş...?

Kim demiş okumuyorum?
Gazel okuyorum,
Maval okuyorum,
Mazlumların canına okuyorum,
Vara yoğa meydan okuyorum,
İçi dolu, boş her gün yüzlerce mesaj okuyorum.

Kim demiş vefasızım?
Her gün nereleri ziyaret ettiğimi bir bilse
Facebook’u, twitter’ı daha binlerce internet sitesini ziyaret ediyorum.
Mahalle kahvesine uğramadan geçmem mesela…

Kim demiş yazmıyorum?
Kaç kıza yazdığımı bilse öyle demezdi herhalde.
Mesaj yazıyorum onlara,
Adlarını kalbime yazıyorum.


Kim demiş cimriyim?
Harcamakta var mı üstüne?
 Zamanımı,
Enerjimi  harcıyorum…
Canımı harcıyorum…
Hem de salise salise…

Kim demiş tembelim?                                      
Benim kadar üretebilir mi bir düşünsün önce,
İş değil, laf üretirim,
En kralından bahane üretirim…

Benimle ilgili konuşacaksa haddini bilmeli insan…


6 Aralık 2011 Salı

İki Tuhaf Gerçek, Bir Ders

1970’li yılların sonları…
Bilenler bilir, bilmeyenler  lütfen birilerine sorsun bu dönemi…
Çünkü,  bu  yazıda pek detay  yok o  zamanlarla ilgili…
Ülkücü iki teyze oğlu, komünist avına çıkar…
Bir komünist vardır, adam vatan hainidir. İnançsızın tekidir. Teyze oğulları adamı yakalarlarsa fena yapacaklar…
Nihayet bulurlar komünisti… Dönemde memleket sormak modadır. Sorarlar… Yanıtı alınca şaşırırlar. Aynı ilçeden çıkarlar…
Bir soru daha. Hangi  köyden?
Cevap şaşkınlıklarını artırır teyze çocuklarının, çünkü komünist annelerinin köyündendir.
Heyecanla, “kimin oğlusun diye?” sorarlar.
Yanıt, şaşkınlığı çetrefilli duygular  içerisine sokar…
Çünkü, adam bizimkilerin yıllardır görmedikleri öz dayılarının oğludur…
Bu birinci gerçek.

Aklınıza gelenleri biraz tutun…

İkinci gerçek olaya başlıyoruz…
Sene 2011…
Anneleri amca kızı  olan birbirlerine teyze kızı diye seslenen iki bayanın hikayesi bu…
Çocukluklarında yaz tatilinde görüşürler…
Yıllar geçer…
İkisi de evlenir…
Tabii birbirlerinin düğünlerinden haberleri olmaz.
Biri sürekli olmasa da teyzesini arar, hal hatır sorar.
Bu görüşmelerin birinde teyzesinin kızıyla aynı şehirde  oturduklarını öğrenir.   Şöyle kaba bir tarif dinler teyzeden. Teyze kızının  yeni soy adını alır… Eşinin adını öğrenir. İçinden der ki “ aynı mahallede oturuyoruz ya aynı binada oturmasaydık bari.”
Elektrik faturalarının  geldiği bir günde bizimki tesadüfen teyze kızının  kocasının ismine rastlar. İçinden geçen olur. Aynı binada hatta altlı üstlü otururlarmış. Hem de bir yıl boyunca. Bir birlerinden haberleri olmamış. Bir kere birlikte asansöre  binip selamlaştıkları bile olmuş…

 Birinci olayın anlatımı  bitince  aklınıza telefon, teknoloji gibi vesaire şeyler geldi diye düşündüm.

Şimdi aklınıza gelenleri yapın: Bir akrabanızı arayın.

2 Aralık 2011 Cuma

Bir Ot Hikayesi

“ Bir gün ayrık otu, çimenin (çim) kapısını çalmış .
“Darda kaldım, ne olur bir gece beni misafir al” demiş.
Çimen, ayrık otunun bu haline dayanamamış ve içeri almış.
Bir gün geçmiş ayrık otu gitmemiş. Bir hafta geçmiş, bir ay geçmiş ayrık yine gitmemiş.
Çimen bu durumdan rahatsız olmuş. “Ayrık efendi ne zaman gideceksin?” diye sormuş.
Ayrık, “ben yerimden memnunum sıkışan çıksın” demiş.
 
 Bilmeyenler için ayrık otunu biraz anlatmaya çalışalım. Görsel olarak pek zararı olmayan bu ot dışta yeşil renge sahiptir. Toprağın içinde kökleri en başta bembeyaz süt gibidir. Bu beyaz görünüm sonra açık kahverengiye, sonra kahverengiye, en sonunda siyaha dönüşür.
 
Ayrık otu dünyanın her yerinde yetişir. Özellikle, çiftçiler bu ottan çok sıkıntı çekerler. Kişinin sevmediği ot burnunun dibinde biter misali bir çiftçi ne ekse ayrık otu orda biter. Siz gül dikersiniz ayrık otu hemen orda biter. Siz   bir sebze ekersiniz ayrık otu ordadır. Meyvelerinizin köküne zarar verir. Sulandıkça canlanır, büyür gelişir.
Çok inatçı, güçlü bir yapısı   vardır ayrık otunun. Günlerce susuz kalsa, sıcaktan kavrulsa bir gün toprağı bulsa oraya tutunur. Mesela şöyle anlatılır Çukurova’da, Torosların eteklerinde. “Ayrık otuz dokuz gün taşın üstünde kalmış, sonra toprağa düşmüş. Gülerek, bir gün daha kalsam ölecektim yav” demiş. Bu otu yok etmek için elvan türlü çalışmalar yapılsa da nafile. Zirai ilaçlar  çözüm olamıyor bir türlü. İş en başta toprağa düşürmemekte bu otu.
 
Çimeni hepiniz tanırsınız. Zarif, narin. Süs bitkisidir nihayetinde. Sürekli bakıma muhtaç, sürekli beslenmek zorunda.  Bütün çabalara rağmen, istediğiniz güzelliği sunmayabilir. İstemeden çimen yerine ayrık otunu besleyebilirsiniz.
 
“İyilik” ile “kötülük” de tıpkı çimen ve ayrık otu gibidir. İyilik için koşturur dururuz. Çalışır, çabalarız iyi bir şeyler yapmak için. Kötülükten kaçarız, istemeyiz birine kötülük etmek. Ancak, istemediğiniz bu şey yüreğimizde bir kere yer bulsa ayrık otu misali kök salar. Bir bakmışız ki biz onu besliyoruz.
 
            Bu ayrık otunun hiç mi iyi yanı yok diyenlere. Var tabii ki . “Vücudu kuvvetlendirir ve kanı temizler. Özellikle ateşli hastalıklarda hastayı rahatlatıcı etkiye sahiptir. İdrar söktürücüdür. Böbrek iltihaplarını giderir. Böbreklerdeki ve mesanedeki kum ve taşları düşürmeye yardımcı olur. Prostata karşı koruyucudur. Ergenlik sivilceleri başta olmak üzere deri hastalıklarına karşı da faydalıdır…”
            İlginç bir bilgi daha,  ayrık otunu en çok eşekler sever.
 
Tek bir kötülüğün dahi düşmediği yüreklere...