25 Nisan 2012 Çarşamba

İki Tuhaf Gerçek, Bir Ders

1970’li yılların sonları…
Bilenler bilir, bilmeyenler  lütfen birilerine sorsun bu dönemi…
Çünkü,  bu  yazıda pek detay  yok o  zamanlarla ilgili…
Ülkücü iki teyze oğlu, komünist avına çıkar…
Bir komünist vardır, adam vatan hainidir. İnançsızın tekidir. Teyze oğulları adamı yakalarlarsa fena yapacaklar…
Nihayet bulurlar komünisti… Dönemde memleket sormak modadır. Sorarlar… Yanıtı alınca şaşırırlar. Aynı ilçeden çıkarlar…
Bir soru daha. Hangi  köyden?
Cevap şaşkınlıklarını artırır teyze çocuklarının, çünkü komünist annelerinin köyündendir.
Heyecanla, “kimin oğlusun diye?” sorarlar.
Yanıt, şaşkınlığı çetrefilli duygular  içerisine sokar…
Çünkü, adam bizimkilerin yıllardır görmedikleri öz dayılarının oğludur…
Bu birinci gerçek.

Aklınıza gelenleri biraz tutun…

İkinci gerçek olaya başlıyoruz…
Sene 2011…
Anneleri amca kızı  olan birbirlerine teyze kızı diye seslenen iki bayanın hikayesi bu…
Çocukluklarında yaz tatilinde görüşürler…
Yıllar geçer…
İkisi de evlenir…
Tabii birbirlerinin düğünlerinden haberleri olmaz.
Biri sürekli olmasa da teyzesini arar, hal hatır sorar.
Bu görüşmelerin birinde teyzesinin kızıyla aynı şehirde  oturduklarını öğrenir.   Şöyle kaba bir tarif dinler teyzeden. Teyze kızının  yeni soy adını alır… Eşinin adını öğrenir. İçinden der ki “ aynı mahallede oturuyoruz ya aynı binada oturmasaydık bari.”
Elektrik faturalarının  geldiği bir günde bizimki tesadüfen teyze kızının  kocasının ismine rastlar. İçinden geçen olur. Aynı binada hatta altlı üstlü otururlarmış. Hem de bir yıl boyunca. Bir birlerinden haberleri olmamış. Bir kere birlikte asansöre  binip selamlaştıkları bile olmuş…

 Birinci olayın anlatımı  bitince  aklınıza telefon, teknoloji gibi vesaire şeyler geldi diye düşündüm.

Şimdi aklınıza gelenleri yapın: Bir akrabanızı arayın.

Metrekareye Düşen Eğitim Oranı

Metrekareye düşen kar, yağmur, dolu bile hesaplanırken, kişi başına neyin   ne kadar düştüğü her gün kulaklarımıza   bangır bangır söylenirken, gözlerimizin içine içine sokulurken    ne işe yaradığı belli olmayan istatistikler, “eğitim” dediğimiz hatta dil ucuyla “şart, şart” dediğimiz, bir türlü yüreklerimize indiremediğimiz bu fenomeni tartışmaya ne dersiniz?
Kişi başına ne kadar eğitimliyiz?
Metrekareye ne kadar eğitim düşmekte?
           
Bakalım büyüklerimiz, akademisyenlerimiz eğitimi nasıl tanımlamışlar?
“Eğitim yürürlükteki değerlerin, bilgilerin ve hünerlerin yetişen kuşaklara iletilmesi ve kazandırılmasıdır” (OZANKAYA, 1982, s:299).
“Eğitim kişinin kendisindeki cevherlerin gelişmesi ve davranışlara uygun yeni kazançları sağlayan düşünceler dizisidir” (ÖYMEN, 1969, s:11).
“Eğitim bireyin davranışlarında kendi yaşantısı yoluyla ve kasıtlı olarak istendik değişme meydana getirme sürecidir” (ERTÜRK, 1972. s:12).
Son dönemlerde eğitimi salt meslek edindirme aracı olarak gören bir takım görüşlerin de olduğunu belirterek yukarıdaki üç tanımda öne çıkan ifadeleri inceleyelim.
Değer, bilgi, hüner…
Cevherlerin gelişmesi, düşünce…
Bireyin yaşantısı yoluyla istendik, kasıtlı değişim, süreç.
Olumluluklar üzerine yapılan bu tanımlarda bireyden beklenenin tam da ne olduğunu netleştirmek için beyin fırtınasına gerek yok herhalde. Birkaç şey yazayım itirazı olan yorumlara yazsın.
Dürüst olma, paylaşımcı olma, saygı- sevgi hisleri taşıma ve uygulama, öz disiplin, öz denetim, güven, kamu malına sahip çıkma, kul hakkı (insan hakları) vs.
Unuttuklarımı   vesaire kısmına ekleyebilirsiniz.
Peki biz bunların ne kadarını okullarımızda verebiliyoruz? Okullarımızda metrekareye ne kadar eğitim düşmekte?
Daha ders başlamadan toplanılan tören alanında sevgi- saygı kavramı,  bir türlü sırada düzgün durmak   bilmeyen öğrencilere yapılan hakaretlerle erir. Okullarımızın halini özetleyecek bir fotoğraf çekmek aslında bu noktada mümkün. Ancak, içeri girildikçe metre kareye düşen eğitimin ne kadar olduğuna dair ayrıntılara ulaşmak daha da kolaylaşacaktır.
Koridorlarda, sınıflarına zamanında girmek istemeyen öğrenciler, gardiyan misali bekleyen öğretmeni çileden çıkarır. Öfkesini yenemeyen öğretmenin halini hayal gücünüze bırakayım en iyisi.
Sınıflara girince duvarların kirliliği, sıraların çizilmişliği dikkat çeker. Düşman malına yapılmayacak türden muamelelere maruz kalan sıralar  dillense, konuşsa neler der, neler. Sadece oturmak üzere yapılan bir malzemeye yazılan, çizilen değerlerin, değersizliklerin haddi hesabı yok.  Konu tam da buradayken, zavallı tuvalet kapıları için ne yapmalı? Sıralardan farkları olduğunu söylemek pek doğru olmaz.   Kırılan pisuvarlar, sabunluklar,   musluklar kardeşim devlet malına işte böyle sahip çıkılır (!) der gibi. Bu paragrafla ilgili iki ilginç nokta. Biri okul öncesinde ve ilköğretim birinci kademede yaşanan vakaların çok seyrek ve büyük oranda da kazara olması.  Diğeri, aile ortamında ev eşyalarına verilen zararın neredeyse hiç olmaması. Burada soru işareti (?) bırakalım.
Yeniden sınıflara dönecek olursak, öfkenin yutulduğu, şevkle, zevkle yapılan derslerin adedini merak ediyorum. Seçilerek oluşturulan okul tiplerini örnek göstermeyelim lütfen. Gerçi, oralarda çalışıp halinden memnun olmayan öğretmenlerin de sayısına bakınca bir aksilik olduğunu hissetmek dahice bir şey sayılmasın.
Böyle ortamlarda yapılan eğitimde ölçme-değerlendirme kısmı işin en garip, en akıl almaz noktası. Artık, öğrenciye güvenmiyorum anlamı taşıyan A, B grubu oluşturma modası yerini size hiç mi hiç güvenmiyorum anlamında A, B, C, D gruplarına dönüşmekte. Maksat öğrenci kopya çekmesin. Ben buradan yetiştirdiğimiz adama güvenmiyoruz mesajı çıkarsam, ufak at demezsiniz umarım. Öğrenci boş durur mu hiç, topu topu iki sayfalık sınavına çalışmayan kimseler yeni kopya çekme stratejileri geliştirmek için çabalar. Bu paragrafın özü, öğretmen kopya çektirmemek, öğrencide kopya çektirmek için çalışıp durmakta.
Diyelim çocuk başarısız oldu, apar apar çocuğun okuduğu okulda birilerini tanıyan mümkünse mevki makam sahibi bir amca bulunur. Rica, minnet kul hakkı yenilir, yutulur.
Kısaca, eğitim tanımlandığı gibi durmuyor.
Konu daha fazla dağılmadan sorayım: Metrekareye  ne kadar eğitim düştüğünü  hesaplayabildiniz mi?
  

Metrekareye Düşen Eğitim Oranı (1)

“Metrekareye Düşen Eğitim Oranı”  isimli yazımı okuyan dostlarıma “az yazılmış”  hissi vermişsem o yazım içim başarıya ulaştığımı belirtmek isterim. Herkesin kendinden bir parça gördüğü, zaman zaman “eyvah yakalandık bu adam”  benden  mi bahsetmiş dedirten o yazıdan sonra bu yazıda da kendimizi görüp  bulacağız. Kaç kişiye ulaşır, bilmem ama okuyacağınız satırlar, ulaşan büyüklerimin “adam haklı arkadaş” demekten öte bir şeyler yapacağını umut ederek  kaleme alınmıştır.
Bu yazıda ana babalık görevini layıki ile yerine getiren büyüklerimin affını istiyorum.

Eğitimi sadece okullara sıkıştıran, bu memlekette  eğitimin olmadığını her meclisinde ağzına sakız eden ana babalar olarak eğitime  hangi katkıyı sağladığınızı merak ederim. Kendimi de  bu güruhun içine katarak “biz” diyerek devam edeyim.

Biz çocuğumuzu akademik    başarısına  göre severiz . İspatı: Matematiği iyi yapan çocuğa, “zehir gibi kafası” var, Allah bağışlasın derken,  4 yıl üst üste SBS kursuna giden bu sınav denemelerinde sınıfında sondan 3. 4. olan ancak okulunda  bilgisayarın bütün arızaları  için  öğretmenlerinin başvurduğu öğrenciyi de mahcup  bir edayla “ne yapalım bu da böyle işte ” diye resmederiz.

Diğer çocuklarımızın üniversite okumalarını anlatırken ağzımız ballanırken, kuaförlüğe merak sarmış kızımızın 9 zayıfı olmasına  rağmen illa büyükleri gibi okumasını istemeyi bir  mecburiyet addederiz.  Bu yavrucağı,  “okuyacaksın değil mi yavrum, söz mü” gibi ifadelerle teslim olmaya zorlayıp, Çarşamba’dan sonra Perşembe’nin gelişi kadar  net bir sonuçla karşılaştığımızda da sızlanırız.

Daha oyun çağındaki zavallı yavruların renkleri bilmemesi,  bilse karıştırmalarını, komşu çocukları gibi 10’a kadar  sayamamalarını gurur meselesi yapar, umduğumuzu bulamayınca yavrumuza  bakışımız bu “geri zekalı yahu” modunu alır. Okula  yeni başlayan yavruların, yazı yazmada gecikmesini Kıyamet alameti görür, “eyvah ne yapacağız şimdi” diyerek bildiğimiz psikologun kapısını çalarız. Adamın, bu çocuk normal, biraz sabredin çocuğunuzun bir şeyi yok
demesini “işi bilmiyor”  şeklinde yorumlarız. Psikologa gitmeyenlerimiz de “bu  çocuk sizin sülaleye çekmiş” kavlinden sözlerle zekaca eşinden üstün olduğunu  ispatlamaya  çalışır.
           
Yine oyun çağındaki çocuğumuzun 3 yalan 1 doğru üzerine kurulu SBS hazırlık  testlerinde 60 soruda bir iki yanlış yapması, çocuğun eşler arasında çekim bakımından  paylaşılamaması anlamına gelir. Dedim  ya biz  çocuğumuzu akademik başarısına göre severiz.
           
Çocuğumuza karşı sevgimiz her şeye rağmen 6. sınıfa kadar kesintili devam etse de 8. sınıfta yapılan “meşhur sınavla” son  nefesi verme aşamasına gelir. Çünkü, çocuk “şu seçkin” okullardan herhangi  birine yerleşememiştir. Artık,   büyük ihtimalle doktor, mühendis, öğretmen  olamayacaktır. Meseleyi, bu noktaya  kadar getirmemin sebebi bir sonraki  cümlede. Bu OĞLUUM DOKTOOR, BU OĞLUM ÖĞRETMENN, BU MÜHENDİSS dedikten sonra şu da okumadı  bizim yanımızda bağ,  bahçe işleri ile uğraşıyor,   “okumadı” derken   bile akademik başarı odaklı sevgimiz hatırlanıla. Yeniden noktanın öncesine dönersek, çocukları  başarılı olan aileler olarak okulların kapılarını aşındırırken (çünkü çocuk bizi mahcup etmez), hiç değilse bir meslek sahibi olsun diye yolladığımız okullardaki yavrularımızı hiç görmesek mutlu oluruz. Bize göre, çocuk artık  ele avuca sığmaz olmuş, bütün  öğretmenlerin dertlendiği biri haline gelmiş. Tabii, bu aşamaya kadar hiç suçumuz olmadığı(!) için önümüze sunulan seçeneklerden “ne  hali varsa  görsün”   şıkkını işaretleriz. Oysa, kendi haline bıraktığımız yavrularımız,  belki ömürleri boyunca hiç çekmeyecekleri sıkıntılarla gırtlak gırtlağa iken biz yok oluruz. Onları en fazla sevmemiz gereken zamanda sırtımızı döneriz. Hem de hiç biri bize doğumlarında DOKTOR, ÖĞRETMEN olacağım ya da OKUYACAĞIM  vaadinde bulunmamışken.
           
           
           
           


FİL ve İNSAN




Fil denince aklınıza ne gelir?
Hortumu  mu, dişleri mi, oburluğu mu, yoksa çamur banyosu mu?

Filin çok fazla kuvvet gerektiren işleri yapmak için kullandığı 40 bin kaslı hortumu, senin teknolojin yanında solda sıfır çeker. Hortumun iletişim becerisi  seninkinin yanında devede kulak gibidir.

 Bilardo topu, piyano tuşları, düğmeler ve ziynet eşyası yapımı için kullandığın fil dişlerinin pabucu, sen plastikle tanışınca dama atıldı.

Akıllı filler, derisindeki parazitleri temizlemek için “çamur banyosu” yapar. Hatta, özellikle “killi  çamur’’filin  yaralarını  iyileştirir. Ama, bu  senin tıp ilminin yanında ne ki!

Filden, güçlüsün, daha atik.
Akıllısın ondan, daha pratik.
Zenginsin…. Ama

 “Bir fil yavrusu uyuyunca, sürüdeki diğer filler yavru filin uyanmasını bekler.”

5 yaşındaki yavruma kitap okurken öğrendim. Önceden  biliyorsanız,  cehaletimi bağışlayın.
Yeni öğrendim,  hayran kaldım .

Bu ne hoşgörü, bu ne tevazu, bu ne şefkat!
Nasıl bir yürek, Ya Rab! Bu nasıl  bir hilkat!

Ey insan!
Fil, hayvan!
Sen,  insan!
Bunu  anlatmaya  var mı bir lisan!

Belki fil  gibi günde 300 kilo yemiyorsun, belki yemek  için 16 saat ayırmıyorsun ama fil oburlukta sana ulaşamaz.

Obursun işte, kabul  et.
Yitirdiğin şeyin adı: MERHAMET.






18 Nisan 2012 Çarşamba

Okul Müdürleri “SEÇİMLE” Gelmeli.



4+4+4’lük eğitim, 8 yıllık  eğitimin  verdiği zararı,bezginliği hafifletme açısından bir  umut,  çıkış yolu olarak  görülmekte. Eskinin böylesi ruh haline dönüştüğü ortamda,  her yeni  koyunun olmadığı yerde keçi gibidir nazarımda. 8 yıllık eğitim, bir çok akademisyene rütbe  atlatsa da, onların kaleminden çıkan makaleler bir yaraya merhem olamadı. Yeni sistemin getireceklerine ve götüreceklerine dair akademisyenler anketler hazırlayıp, yeni makaleler için  kalemlerini bilerken, yüreklerinde inşallah şu  milletin adı “eğitim” olan kanayan  yarasını dindirme kaygısı  vardır diye umarak  bu paragrafı bitirelim.

Eğitim, hitap ettiği herkesin kazandığı, onların ilgi ve yeteneklerini geliştirme işi olmalıdır. Aksi varsa, -birileri kazanıyor  ve diğerleri yıllarını kaybediyorsa- bunun adı eğitim değil düpedüz ticarettir. Bir ülkede, bizzat o ülkenin önde gelenleri tarafından belirlenen ve 100.000’i  geçmeyen saygın  meslek kontenjanı için yaklaşık 1.700.000  gencin aynı hedefle sınava girmesi başka türlü  açıklanamaz.  Bu bağlamda  yeni sisteminde  OSYM sınavlarından dahi   bahsediliyor olması, eğitimden ziyade ticari faaliyetlerin devam  edeceğinin sinyali. Ancak, aşağıda  bahsedilecek öneriler buna bir çözüm sunabilir.

Her okulun işlerinin yürütülmesinde önemli yer tutan okul idaresinden başlayalım. Okulun idari kadrosu özellikle okul müdürleri, veli, öğretmen ve öğrenciler tarafından seçilmeli. Her okul müdürü, kendi kadrosu ile çalışabilmeli. Bu durumda, sadece koltuğuna sahip çıkan  müdür,  okulu ilgilendiren her unsura sarılacaktır. Veli, öğrenci ve öğretmen bu sayede eğitime daha fazla katkı yapacak, eğitimle ilgili yeni fikirler ortaya atılacaktır. Bu durum, eğitim öğretime  dinamizm getirerek, bu ortamda aktivite zenginliği oluşturacaktır.  Okul müdürlerinin seçimle geldiği uygulama, okulların rolünü de değiştirecektir.

Okullar, salt teorik   bilgileri  yükleme merkezi olmaktan çıkıp kendi hinterlandında eğim öğretim işlerinin koordine  merkezi olmalıdır. Okulda, teori anlamında  verilen derslerin uygulaması okul bölgesindeki iş  yerlerinde yapılmalıdır.  Sokakta her iş yerinde, -bakkal, manav, terzi, mobilyacı, ayakkabıcı vb- iş yerinin  büyüklüğüne göre  çocuk köşesi olmalı. Çocuk köşelerinde, o iş yerinin  çocukların  gerçekçi uygulama yapabilecekleri maket oyuncak, minik tezgahlar bulunmalı.  Buralarda çocukların ilgi ve yetenekleri tespit edilip o  yönde gelişimine katkı sağlanmalı. Bazı meslekler, akademik anlamda harcanan  bütün emeklere rağmen, başarı sağlanamadığı   için “çaresizlik  meslekleri” olarak görülmemeli. Söz gelimi, dünya var oldukça çobanlık mesleği var olacaktır ve  çoban olmak bir yetenek gerektirir. Bu meslek, bir “çaresizlik  mesleği” görülmemeli aksine bu mesleğin uluslar arası standartlara uygun bir şekilde eğitimi yapılmalı. İcabında eğitim dağa çıkıp, çobanı yerinde eğitmeli. İcap ederse, onu alıp başka ülkelerdeki meslektaşları ile tanıştırmalı. Her meslek hak ettiği saygınlığı kazanmalı.

Öğrencilerin okulda aldıkları dersler ilgi ve istek ve yetenek doğrultusunda olmalı.  Bu durum, artık  bir söylemden öte olmalı. Yıllardır dile dolanan, ilgi, istek, yetenek kavramlarının içi doldurulmalı. Öğrenci, eğer sadece bir derse ilgi duyuyorsa,  o dersi istediği öğretmenden  istediği ders saati kadar alabilmeli.  Bu  durum, öğrenciyi en az bir alanda yetiştirme anlamında  önemli olacaktır. Zira, doğan her  bireyin mutlaka ilgi duyduğu, yetenekli olduğu bir konu vardır. Aynı şekilde, öğretmen de dersini istemeyen bir öğrenciyle  karşı karşıya bırakılmamalı.



Öğrencilerin değerlendirilmesi konusunda bütün yetki ve sorumluluk öğretmenlere verilmeli. Böylelikle, öğretmenler, sistem içerisinde kendilerini değerli hissedip eğitim için daha  fazla enerji harcayacaktır. Öğretmenin, yaptığı her sınav çok önemli bir  belge olmalı ve öğrencinin geleceğine dair ışık tutmalı. Bu değerlendirmeler sonucunda, öğrencilerin geleceği şekillenmiş olacak, öğrencilerden dileyenler yine kendi alanlarında yüksek öğrenime sınavsız devam edebilecektir.





8 Nisan 2012 Pazar

İngilizce, Türkiye'de En İyi Öğretilen Ders.



İngilizce  denilince,  her duyarlı (!) vatandaşın aklını “bu memlekette neden İngilizce öğretilemiyor sorusu” kurcalar. Bu  vatandaşları, rahatlatacak açıklama ÖSYM verilerinden  gelir.  Bu verilere göre aslında İngilizce  hiç de kaygı edilecek  bir mesele değil. 2007 ve 2008 verilerini inceleyelim.
2007  ve 2008’de   sınava giren adayların ortalama  net sayıları  şöyle.
2007 ÖSS Net Ortalamaları
1.Bölüm
Ortalama  
Türkçe    
15.9  
Sosyal Bil.-1    
12.3  
Matematik-1    
8.9  
Fen Bil.-1    
4.3  
2.Bölüm
Ortalama
Edb.-Sosyal    
11  
Sosyal Bil.-2    
8  
Matematik-2    
9.1
Fen Bil.-2    
7.2
İngilizce    
51.7  

2008 ÖSS Net Ortalamaları
1.Bölüm
Ortalama  
Türkçe    
18.3
Sosyal Bil.-1    
11.4  
Matematik-1    
8.6  
Fen Bil.-1    
3.9  
2.Bölüm
Ortalama
Edb.-Sosyal    
11.6
Sosyal Bil.-2    
8.7
Matematik-2    
7.9
Fen Bil.-2    
8.5
İngilizce    
52.8  

Almanca
68.2  

İngilizce  ve Almanca’da 100, diğer derslerde  adaylara 30  soru yöneltilmiştir.Kaynaklarda ulaşamadım ancak diğer yıllarda oranların  yaklaşık bu şekilde olduğu söylenebilir. Buna göre  asıl konuşulması gereken İngilizce öğretimi değil. Ben değil, ÖSYM sonuçları böyle diyor.

Bu   veriler ışığında siz ama  kardeşim İngilizce kural  olarak öğretiliyor,  baksana  kimse doğru dürüst konuşamıyor diyeceksiniz. Bu konuda eleştirilerinizi sınav sistemine  yönlendiriniz.

Konuşma meselesi, biraz açılacak olursa  dilin bilindiğinin ispatlanabilir en kestirme yolu o dilin konuşulmasıdır. Yani,  kişi ben  İngilizce biliyorum dediğinde hadi konuş denilir, basitçe ölçülür.  Dil  bildiğini iddia eden kişi konuşsa, telaffuzuna laf söylenir ya da biz  bilmiyoruz ya bize küfür ediyorsun denilir. Ya da, yaygın “dil öğretilemez” kompleksinden  bir türlü kişinin konuştuğuna  inanılmaz. Diğer, derslerin ölçülmesi ise öyle değildir.  Kişi  kimya biliyorum dese kimse hadi kolonya veya   sabun yap demez. Periyodik cetvelden  bir soru sorulmaz. Fizikte, hız ya da enerji hesabı yaptırılmaz. Matematikte, çarpım tablosu sadece çocuklara sorulur.  Bu örnekler artırılabilir.

Bu  ülkede, İngilizce öğretmenlerinin  bile İngilizce konuşmadığı gibi bir   başka iddia söz konusu. Günlük yaşamsa konu hemen her İngilizce öğretmeninin konuşabileceğini rahatlıkla söyleyebilirim. Ancak, konu bilimsel ise Türkçe  ne kadar konuşabiliyoruz ki!

Demem o ki, yabancı dil öğretimi Türk Eğitim Sistemi’nin günah keçisidir. “Yetmez ama verilere göre en iyi öğretilen bu  derse adı yabancı olunca yüklenen yüklenene. Oysa, yabancı dil öğretimi sorunlarına yorulan kafalar diğer alanlara yorulsa eğitimde daha fazla  mesafe kat edilir. 


4 Nisan 2012 Çarşamba

Küfürsüz Hava Sahası: Küfrü Bırak, Havana Bak.

Her  dönemin en sinsi, en tehlikeli olgusu  küfürdür. Alışkanlıkların en kötüsü…  Ucuz…“En kronik, tedavisi mümkün değil” dediğimiz hastalıkların  bile ötesinde etkilerini görebiliriz.  Zulümdür. Korkaklıktır, küfür. Samimiyetsizliktir. Herkesin dilinde az ya da çok  bir pelesenk  misali yerini alır.  Ama, önlenebilir.

En sinsidir; çünkü adı insan olan her canlıda ne zaman görüleceği bilinmez.
Kimi içinden kimi dışından kullanır bu illeti.
Kimyasal ya da  biyolojik silahların etkisi onun yanında fare ile dağ gibidir.
Belki, o silahlar bir küfrün sonunda kullanılıyor. O yüzden.

Tehlikelidir, çünkü küfür en kıymetli organımız, “kalbimizi” kırar.
Sinir  sistemimizi zedeler.
 Beyinde hasar bırakır.
Can damarından vurur, adamı.
Ruhumuzda tamir edilemez izler bırakır.

Alışkanlıkların en kötüsü.
Sermaye istemeyen tek kötü alışkanlık  “küfür”dür.
Sigara içiyorsan paran olmalı.
Kimse kimseye bedava alkol vermez.
Hız tutkunuysan araban olacak.  Araba yetmez, arabanın deposu da dolu olmalı.
Ama, küfür öyle değildir.
Hiç sermayesi yoktur...
Ucuzdur.Hem de çok.

Küfür önlenebilir.
Bir  bayanın yanında erkek, erkeğin yanında da bayan küfür etmez mesela.
Yeni tanıştığımız birine küfür etmeyiz.
Müşterilerimize asla küfür etmeyiz.
Hele, bizden güçlülere, rütbece bizden üst olanlara küfür etmeyiz.
O zaman küfür ayı misali inine  çekilir.
Demek ki önlenebilirmiş.

Kime küfrederiz…
Bizden güçsüzlere…
Astlarımıza…                    
Bu yüzden, zulümdür.
Hem kendi ruhuna, hem de küfredilen mazluma. 
Oysa, delikanlı adama zulüm yakışmaz. Racona terstir, küfür.
Hem “kötü söz sahibinindir.”
Döner , edeni bulur.

Kimse sütüne su katılmasını,
Çayına tükürülmesini,
Havasının kirlenmesini,
Değerlerine küfür edilmesini istemez.

Oysa,  bunların hepsi küfrün neticesidir.
Çünkü, kötü söz, kötü ameli getirir.
Kötü söz, kökünden kesilmiş ayakları üzerinde duramayan ağaca benzer.
Bu ağaçtan  meyve toplamak imkansızdır.
Küfür de asla  “güzel meyve”  vermez.
Oluşturacağımız “Küfürsüz Hava  Sahası”nda her  güzel meyveyi bulabiliriz.
Haydi,
KÜFRÜ  BIRAK, HAVANA BAK.