30 Mayıs 2012 Çarşamba

Memur, zammını kendi belirlesin!



Bu yazının mesele zam olunca her şeyi  bir kenara bırakıp grev konusunda uzlaşanlara aykırı bir  duruşu  olacak.
Memur olana kadar türlü sıkıntılar çektim,  maddi anlamda. Öğrenim  hayatımda hiç kayıp senem olmamasına karşın, özellikle üniversite yıllarım hiç geçmek bilmedi. Ailemden, her  an para istemek   işkence gibi gelirdi. Ben istemeye utanırdım, babam üniversiteye giden oğluna  verdiği az paraya utanırdı. Anam, babam, ablam, ağabeylerim kim bilir kaç kez  geceleri uyuyamadılar benim için.  Anam, yüzüğünü  sattı, çocuk aç kalmasın diye. Bir de terörist olmamdan korkardı, anam.  Nedenini hala anlamam.
Benden küçük  kardeşlerimin hakkını yedim. Özellikle en küçüğümüz, sadece yol harçlığıyla yollanırdı, 20 km uzaklıktaki okuluna. Belki, doya doya çikolata yiyemedi çocukcağız. 
Sonra, ailenin ilk memur çocuğu oldum. Benim, memuriyetimle sıkıntılarımız hafifledi. İnşallah, aileme haklarını ödeyebilmişimdir.
Memur olmak, siz de nasıl bilmem ama biz de sırt devlete dayanmış ya. “İşler ayna, çal çal oyna” misali karşılanır. Bayramlarda,  memurlu evlerin şekeri, ikramı bambaşka olur. Memur, özel hürmet görür. 9 yıllık memuriyet hayatımda, bir gün olsun aldığım maaştan şikayetçi  olmadım.  Bu yüzden, dedemin yanında  ayrı  bir yerim var, “bir hoca Musa  şükür eder, bir de şu bizim torun  diye gururlanır” dedem benimle. Ona göre,  “memurun gözü doymaz, dünyayı versen  gözü doymaz.”  Bu ifadeye çok katılmam, çünkü  tıpkı  benim ailemin çektiği sıkıntıların aynısını çektiğini  bildiğim  memur arkadaşlarım olduğunu biliyorum. Bu konuda, devletin üniversite okuyan  tüm kardeşlerimize bir çözüm getirmesi gerek. Ankara, İstanbul gibi  büyük  şehirlerde çalışan memurların halini görmezlikten gelmek insafsızlık  olur. Bu ve buna  benzer kriterler ele alınarak düzenleme yapılmalı.
Memurlar açık yüreklilikle son   bir yılda ülkeye yüzde kaç katkı yaptıklarını belirtsinler ona göre zam istesinler.
Kendi adıma istemiyorum. Bu sene  belki  tek kelime İngilizce öğretmeden dünyanın parasını aldım. Performansım öğrencilerime sorulabilir. Bunda tek suçlu olmadığımı yedi düvel biliyor ama kimse gıkını çıkarmıyor.
NEDEN ZAM İSTEMİYORUM ?
Milli Eğitim Bakanlığı’nın veli- öğretmen ilişkileri kapsamında  uygulamaya koyduğu aile ziyaretleri çerçevesinde, okuluma 30 km uzaklıkta  bir öğrencimin ailesini ziyaret ettim. Bu aile sıvasız bir evde yaşıyor. Oturmak bir çekyatları dahi yok. Bir sedirde oturduk.   Yataklarını oturma odasına koymuşlar, muhtemelen ana- baba iki  oğul aynı oda da yiyor, içiyor ve yatıyor. Bunca yokluğa rağmen, çayları ve muhabbetleri sımsıcaktı.
Benzeri ziyaretlerin  aile hekimliği dahilinde doktorlarda ve  yaşlı ve  özürlülere  verilen maaşlar için  PTT çalışanlarında olduğunu biliyorum.  Şimdi onlara  soralım: Tüpü olmayan, saç ayağında, tıngır üstünde yemek pişiren ailelere rastladınız  mı?
 Bu yüzden zam istemeye benim yüzüm yok.
Bu   bizim suçumuz değil biliyorum. Bizden çok iyi halde olanlar  var, belki  bizi sömürenler var.  Onlarda  bizim hakkımız varsa,  fakir fukaranın da hakkı var. İstiyorsak, herkes için isteyelim.
AYTEKİN
Aytekin, 2007 yılında Otomotiv  öğretmenliği bölümünden mezun olur. İlk üç yıl vekil  öğretmenlik  yapar, olmaz. 4. yılında zengin bir  müteahhidin şoförü  olur. 1100 maksimum 1200 lira  karşılığında, gecesi gündüzü belli olmayan bu işte çalışmak Aytekin’i yorar. Patronun her dediği bu kardeşimize dokunur.
Aytekin, kendisini arayan bir dostuna dertlenir. “Bana iş bul,  ne iş olsa yaparım yeter ki buradan kurtulayım.” der.
Arkadaşı, dayısının, marketinde çalışmak üzere dürüst  bir eleman aradığını söyler. Normalde asgari ücrete çalıştırılan işe 900 liraya Aytekin için anlaşma sağlanır. Sıra, aile bireylerine danışmaya gelir. Ana, baba feryat figan. Biz seni bu günler için mi okuttuk? 60 yaşındaki babası “ben seni hep masa başında hayal ettim” der, ağlar, ağlar.”
Ülkemizde  yüz binlerce gencin bu halde  olduğunu biliyoruz. Şunu merak ediyorum. Acaba, Aytekin memur olsa bu gün greve gider  miydi?



17 Mayıs 2012 Perşembe

Karma Eğitim Tartışılmalı



Ne, ne öğreteceğimiz , ne nasıl  öğreteceğimiz , ne de  hangi ortamda öğreteceğimiz.
Hiçbiri eğitimin EN temel  sorunu değildir.
Bunlar tartışılır, eklenir, çıkarılır, yenisi getirilir, yıkılır, yenisi inşa edilir.
Nitekim yapılıyor da… Yapılmalı da. Çağa, zamana  ayak uydurulmalı vesselam.
Ama,  mesele, ahlaksa bu uğurda her şeyden daha çok çalışmalı. Zamanı “değerlere” uydurmalı. Değerlerin mücadelesi verilmeli.

Okullarımız öncesini bilemem ancak son iki ay içerisinde , neresinden tutsak altında kalacağımız, hesabını veremeyeceğimiz bir durumla karşı karşıya. Basına yansıyanların  dışında bir şey  bilmediğim ama  asla küçümsenemeyecek bu durumun adı: Taciz ya da taciz iftirası.

İspatlanana kadar hiç kimsenin suçlu sayılmaması gerçeği bile, tarafları asla rahat  ettirmeyecektir.  İnsanı sosyal, psikolojik manada yıpratacak bir hadisedir taciz.

Nitekim, son olaylar ülkemizde  bir öğretmeni intihar ettirdi. Şikayet edildikten sonra, açığa alınan öğretmen bunalıma girerek kendi hayatına son verdi. Ancak, ölümünden sonra masumiyeti anlaşılan öğretmeni, ne iade edilen görevi, ne iftira atan öğrencilerin pişmanlığı geri getirecektir. Olan öğretmene, eşine, ikisi giden babalarına ağlayan, biri dünyaya babasız  gelmeye hazırlanan yavrulara olur. 

Bir diğer taciz  olayında , sevmeyenlerinin dahi “her işi  beklerim  bunu beklemem dediği” bir okul müdürü apar topar hapishaneye atılır. Kız meslek lisesinde görev yapan müdür  beyin düştüğü bu hali  Allah düşmana vermesin. Eğer, gerçekse aynı dilek  mağdur öğrencimize olsun. Bu dileklere amin dediğinizden eminim.

Geçmişe  oranla kıyaslandığında minimal düzeyde de olsa  bir artışın gözlendiği, bu olayları münferit kabul etmek ihmalkarlık olur. Bu  bağlamda, olası vakaları engelleme açısından sorunun sebeplerini  ve soruna çözüm önerilerini tartışmak hepimizin boynunun borcu .

Bu konuda, eğitim, psikoloji ve sosyoloji  alanında akademisyenler, bilimsel çalışmalarını sunmalı.
Din adamlarından görüş alınmalı.
Özellikle, 700.000 öğretmenin fikirlerine müracaat edilmeli ve öğretmenlerimizin deneyimlerinden istifade edilmelidir.
Siyasiler  ve  basın üzerine düşeni yapmalı.

Karma eğitim eksi ve artılarıyla masaya yatırılmalıdır. Eğer eğitimde istenilmeyen sonuçlar doğuruyorsa  değiştirilemez değildir.

İnsanının  olduğu yerde suçun olması kaçınılmazdır ancak insanın olduğu yerde çözüm de vardır. 
İşte bu çözüm için sorumluluk alma zamanı. Yoksa, hiçbirimizin hesabını veremeyeceği durumlarla karşı karşıya  kalabiliriz.

Bu ülkenin, gerçekse öğrencisine taciz de bulunacak kadar alçalan bir öğretmene, değilse öğretmenine iftira atan öğrenciye tahammülü yok.  













10 Mayıs 2012 Perşembe

Bu Paketin Sahibi Firari



 Bir sigara paketi hikayesi.

Meçhul  tiryaki bitirdiği paketini müstakil bir evin bahçesinin bitişiğindeki kaldırıma atar.
Kim bilir  belki “içiyorsam kime zararım var”  dedi o paketi  atarken soğuk bir Şubat gecesi.
O yeni paketleri,  “kime,  neye zararım var” diye açarken bir bir,  müstakil evin önüne attığı o paket,  bir ailenin hayatını değiştirir.

O evin sahibi 85 yaşındaki Mehmet dededir. Sabah kalkar,  kışın  soğuğunda orada gördüğü pakete, onu  atan  gibi  duyarsız kalmaz, o yaşında. Paketi alıp,  onu çöpe atmak için eğildiğinde ayağı kayar, düşer ve omzu kırılır dedenin. Mehmet dede hastaneye kaldırılır. 80 yaşındaki eşi sıkıntıya girer Mehmet dedenin. Ankara’dan oğlu ziyarete gelir, geri döner.  Konu komşu ziyaretini yapar. Ama, dedenin sıkıntısı uzun sürer. Bu aşama da bütün yük kızı  ve bir türlü evliliğin nasip olmadığı 48 yaşındaki diğer oğluna düşer dedenin. Bu  insanlar sürekli acı çeken dedenin 4 ay kadar süren rahatsızlığı boyunca geceleri 5-6 defa uykularını bölmek zorunda kalırlar,  belki tiryaki horul horul  uyurken.

Birkaç satıra sığdırılan bu olayın bizim bilmediğimiz,duymadığımız hangi boyutları  vardır  bilemem. 
Ancak, bildiğim bir şey var ki, bu meçhul tiryaki sigara içmekle kendine zarar verme, havayı kirletme ve en basit şekliyle- öyle kabul  edelim- biran boş bulunup attığı paketin Mehmet dede ve ailesine çektirdiğinin hesabını verecektir.

Elazığ’da yaşanan bu olayın müsebbibi bulur mu  onu da bilemem, ama   Mehmet dedenin bu trajedisi  bir kişiye çevre bilinci verirse, kendi adıma paketi atanın Mehmet dede ile helalleşmesi kadar sevinirim.

Güzel, duyarlı  insan Mehmet dedeye geçmiş olsun derken, ona kucak dolusu selam eder ellerinden öperim.

2 Mayıs 2012 Çarşamba

Aman, Siz Doğayı Korumayın!


Yemyeşil çam ağaçlarının ortasında birazdan  canlıları ile karşılaşacağım hayvanların heykelleri bile heyecanlanmama  yetti.

Ancak,  lemur, maymun , şempanzeyi görünce biraz  hüzünlendim.
Yapılan bütün temizliğe rağmen bu hayvanlara özgü koku rahatsız ediciydi. İhtiyar maymunun, elini başına koyduğu hali beni bu hale getirenler utansın der   gibiydi.

Sürüngen evinin üyeleri, bize boşuna sürüngen demiyorlar “sürünüyoruz” işte bakın halimize derken, görüntüsü zaten soğuk olan bu hayvanların, renkleri donuktu. Yılanlar cansız, halsiz, bitkindi. Timsah, yaşadığıma  bin şahit getirin gene de inanmam diyordu uyur haliyle.

Akvaryumdaki, canlılarını halini hep öyle gördüğüm için bir şey diyemeyeceğim, onlar  sanki hallerinden memnundu.
Ayı, inine çekilmiş, ortalarda görünmedi. Puma da öyle.

Aslan, televizyondaki görüntülerinin aksine, yorgun, yılgın duruyordu.  Kükremeye  mecali  kalmamıştı adeta. Laf  aramızda, “şuraya  atlasam bu aslanı yıkarım” dedirtti bana.

Zürafanın devasa görüntüsü, “hayal gücün  pek de sınırlıymış  bir birader!” dedirtti bana . Zürafanın bu kadar iri  olacağını hayal bile edemezdim. Onun için yapılan dev bina, zürafanın  tavanı gökyüzü olan evinin  yanında bir hiç olduğundan onu da  orada çok mutlu gördüğümü söyleyemem.

Filin hortumuyla otu ağzına  koyması benim için mucizevi bir şov iken,  filin dolaştığı alanda birkaç tutam ot bulunması onun  için  bir hayal  kırıklığı olsa gerek.

Hendekle etrafı çevrelenen develer, deveye hendek atlatmak deyiminin nereden geldiğini hatırlattı bana.  Çöl de üzerinde yiğitler taşımaya alışmış bu hayvanlar, kardeşim beni burada değil bir de çölde gör bakalım diyorlardı sanki .

 Deve  kuşunu , gergedanı, kanguruyu, tavus kuşunu ve zebra ne haldeydiler pek anlamadım.

Geyiklerin tamamıma yakınının boynuzunun kesilmesi  içimi cızlattı. Orada aklıma boynuzların geyikler birbirine zarar vermesinler diye kesilmiş olabileceği geldi. Sonra, geyiklerin  boynuzlarından akan kanın tıp dünyası onaylamasa da Çin’de uzun zamandır kullanılan bir tedavi yöntemi olduğu öğrendim. Bunun için de kesilmiş olabileceğini sanmıyorum. Bu sadece, google  bilgisi.

Tabii, ben dolaşırken sık sık hayvanlara  çok  fazla yaklaşılmaması  gerektiği söyleniyordu anonsla. Bu anonslardan önceden, sadece hayvanat bahçesi olarak bildiğim yerin “Doğal Yaşamı Koruma ve Hayvanat Bahçesi” olduğu öğrenirken, “kardeşim bu kadarına pes, hem doğayı katlet hem de vatandaşı uyar” dedim.

Minareyi çalmışsınız ama kılıf pek uymamış sanki.

Yırtıcı kuşlara bakmak hiç içimden bile gelmedi. Büyük bir heyecanla ailem  ve iki dostumla ziyarete gittiğim Gaziantep Hayvanat Bahçesi’den kaz ve ördeklerin yanında adeta  onlara moral vermeye çalışan  “serçe” den başka özgür bir hayvan göremediğim için hüzünle ayrımdım.

7 aydır hayvanat bahçesine gitmenin hayalini kuran ve hemen her gün orası hakkında konuşan 5  yaşındaki oğlumun bu ziyaretle ilgili neredeyse hiç konuşmaması hayal kırıklığımda yalnız olmadığımı göstermiyor mu sizce?