28 Ocak 2013 Pazartesi

Yaşamak kime yakışır!



Beyin ölümü gerçekleşmiş bir hasta yakınının, hastanın o halde bile yaşaması için dua ettiğine tanık oldunuz mu?
“Nefes alsın yeter “ der dua sahibi.
Hasta, ya ana – babadır, ya evlattır, ya eştir, ya bir akraba ya da bir dost.
Onun yaşaması güç verir yakınına, nihayetinde candır.
O suda tutulmamış ya da leylekler getirmemiştir onu.
Yaşanmışlıklar, paylaşımlar vardır  onunla. Anlık bile olsa. Bu yüzden “yaşasın” istenir. Yaşaması için dua edilir. Kesin son –ölüm- bir türlü yakıştırılamaz ona.

Ne halde olursa olsun bir insanın hayatta olduğunun bilinmesi bile birilerini mutlu eder. Bu yüzden insanı yaşatmanın savaşı verilmeli. “Bir insanı kurtarmanın bütün insanlığı kurtarmak” gibi olduğunu bildiren ilahi emir akılda tutarak, verilmeli bu savaş. Ancak bu yaşam beyin ölümü gerçekleşmiş kimseninki gibi olmamalı. Kişi yaşarken ölü gibi olmamalı. Aksine, sahip olduğumuz her şeyden o da nasiplenmeli.

Yediğimizden yemeli, onların mideleri ikinci el değil ki!
Giydiklerimizden giyinmeli, onların bedenlerinde bir eksik yok ki!
Gördüğümüz güzellikleri görmeli, soluduğumuz havayı solumalı.       

Evet, insanı yaşatmanın mücadelesi verilmeli.
Diline, dinine, ırkına, cinsiyetine, rengine bakılmadan.

Farklı dillerden ortak noktaları bulmak çok zor değil. Sonuçta bütün dillerin kaynağı aynı değil mi?

Farklı dinlerden en doğrunun hangisi olduğu bilmek, onu yaşamak herkesin hakkı değil mi? En doğru din  herkesi kucaklayamaz mı?

Farklı ırkların güzelliği “farklarında” değil mi? Hem biz “farklı” diye eleştirdiklerimizi bizim gibi olunca “taklitçilikle” suçlamıyor muyuz? Bırakalım, kişi kendini kim, ne hissediyorsa öyle yaşasın.

Kadın erkek zaten birbirinin tamamlayıcısı değil mi?

En güzel rengin ne olduğu hepimize göre değişiyor. Acaba, renklerin sahibi en çok hangi rengi beğeniyor?

Yaşamı zıddı ölümle düşününce insan, herkesin yaşamasını istiyor.
Aklınıza gelen en zalim kimsenin bile öldüğünde iyilikleri hatırlanıyor. Bu yüzden yaşamalı insan. Unutma, sende olan güzelliklere sahip değil diye eleştirdiğin herkesin eksiklerinde senin de payın var!




20 Ocak 2013 Pazar

Ölüm kime yakışır!




A)    160 kişi öldürüldü.
B)    Aralarında sivillerinde bulunduğu 160 kişi öldürüldü.
C)    20’si çocuk 9’u kadın, 30’ u erkek 160 kişi öldürüldü.
D)    Aralarında Türklerin de bulunduğu 160 kişi öldürüldü.
E)     Aralarında Müslümanların da bulunduğu 160 kişi öldürüldü.

Yazılı veya görsel medyanın kullandığı “ölüm haberi” cümlelerinden alıntıladığım ifadelerin bazılarının okurken bile size diğerlerinden fazla dokunduğunu hissedebiliyorum. Çünkü, “aidiyet duygusu” söz konusu.

A seçeneği çok kullanılan bir sunum tarzı değildir. Genelde, doğal afetler sonucu gelen ölümlerde “ 160 kişi öldü, hayatını kaybetti, yaşamını yitirdi” şeklinde kullanılır. Yine de ölenlerin içinde çocuk, ya da kadın varsa “aralarında  kadın ve çocukların da bulunduğu” ifadesi  sıkıştırılır.

B seçeneği belli ki bir savaş haberinin aktarımı. Burada, dikkatler sivillere çekilerek sanki askere ölüm “hakmış” , onun ölümü “doğalmış” ya da asker  zaten “ölmek için doğmuş” gibi bir mana söz konusu. Üzüleceksiniz, sivillere üzülün ey millet! Asker kimse!

C seçeneğinin hiç kullanıldığına  rastlamadım. 20’si çocuk 9’u kadına kadar son derece doğal seyreden sunum, “30’ u erkek” kısmında bir garip hal alıyor. Erkekler için asla ayrı bir parantez açılmaz, onlar ya askerdir, ya da ölmek için doğmuş  erkekler.  Sanki ölüm erkeğe yakışıyor. Sadece “160 kişi öldürüldü” dense kadın, çocuk ayrımı yapmadan tepki koyacağımız yerde “oh sadece erkekler ölmüş” der  haldeyiz. Erkek kimse!

D seçeneği hedef kitlenin milliyetine bakılarak yapılan bir sunum tarzı. Hedef kitle, Türk ise “aralarında Türklerin de bulunduğu” ,  İngiliz ise,   “aralarında İngilizlerin de bulunduğu” , Ermeni ise aralarında “Ermenilerin de bulunduğu”  ifadelerini duymaya hazırlıklı olmalı. Maksat, başka milletlere üzülmüyorsunuz bari kendi milletinize üzülün demekse bir nebze anlayışla karşılanabilir. Ancak, amaç eğer bu kadar ölenin içinde üzülmeye değer sadece bizim milletimiz demekse vay halimize.

Peki, ya  öldürme işini yapana ne demeli! Öldürdüğünü sadece kendi milletinden olmadığı için öldürüyorsa ne garip değil mi? Öyle olmak – her hangi bir milletten olmak” doğmak haricinde asla edinilemez. Edinilse bile “dönme” olunmaktan öte gitmez.

E seçeneğinde hedef inanç değerleri. Ölen benim dinimdense üzüleyim. Yine, hedef kitle “millet” gibi bölgesel olarak değişmekte. Ancak, milletten farklı olarak şartları değişkenlik –Yahudilikte, kişinin annesinin Yahudi olması şartı var -”   gösterse de kişi sonradan başka bir dinin mensubu olabilir.

Öldüren açısından değerlendirdiğimizde durumun vahameti ortaya çıkıyor. Kişi, bir başkasını sırf kendisi gibi inanmıyor diye öldürebiliyor. Kendi inançlarını onda yaşatma mücadelesi vermek yerine, öldürmeyi tercih ediyor. Burada samimiyetsizlik söz konusu değil mi! Ben, şahsen inandığımın herkesçe yaşanmasını isterim, benim inançlarımı dinleyecek, anlayabilecek, yaşayabilecek tek canlı insanken, onu öldürmek de neyin nesi!

Sonuç olarak, modern dünya düzeni ölümü bile parselleme halinde. Ölen, kadın, çocuk değilse,  “bizden” değilse, ölüm bizim ocağımıza düşmemişse sakin sakin haber yapabiliyor,  izleyebiliyoruz. Bize dokununca biraz kıpırdanıyor, tepki gösteriyoruz. Oysa, herkes biz değil miyiz!

Benim üzülmeme,   “160 kişi öldürüldü” denilmesi yeter. Ölüm bizim için, bu hepimiz için bunu biliyorum ama böylesi ölümü hiç kimseye yakıştıramıyorum.  Peki ya, siz?

16 Ocak 2013 Çarşamba

Dinlermiş gibi yap, oğul!




Ey oğul! Yaşın küçük, daha vaktin var bunları yapmaya.
Bu dizi sana yasak, bak şu köşede  +7  yazıyor, sen uslu uslu oyna, biz izleyelim. Psikolojin bozulmasın şimdi.  Büyüyünce, sen de izlersin.

Evladım, alkolden, sigaradan uzak dur! Hele şu 18’i bir atlat kimse değemez keyfine.  At bakalım o sigarayı elinden! Bak hele, bir de kaçak içiyor. Bari, şunun TAPDK yazanından iç, yavrum. Aman, aman çocuğum, şimdi şu içkinin sırası mı! Ayyaş, züppe dedirteceksin kendine. Zamanı var bunun. Bir galaya katılırsın, flaş önünde tokuşturdun mu kadehleri o zaman adam olursun. Çok uzak değil söylediklerim, bak bilmezlikten geliyor, bak şu afacana.

Yavrum,  dilini sakın bozma!
Küfür etmek sana yakışmaz, önce biraz büyü. Sabret, bak amcan nasıl küfür ediyor.  Sen de o günleri göreceksin. Sonra, terbiyesiz derler.  Bize laf getirme ha!

Kimsenin ayıbını araştırma, güzel çocuğum!
Kimseye iftira atma, kimsenin gıybetini yapma! Kötü haberi sakın yayma. Dayanamaz körpe yüreğin buna! Ne olur, biraz büyü, bol bol yaparsın! Bir haber spikeri oldun mu, yüzünde gülücükler, jöleli saçlarla, şık takım elbiseler içinde “sevgili seyirciler” diye diye anlatırsın. Hem o zaman herkes dinler seni.

Ayrımcılık sana yakışmaz, yavrum! O bizim işimiz, bak biz “bütün çocukları” seviyoruz. Büyüyünce bakıyoruz ki “adam” bizden değil. Hemen, yiğitçe tepkimizi koyuyoruz. Basit bir şey anlayacağın, korkma sen de yaparsın. Ama, büyümek lazım.

Hop, şimdi dur bakalım. Bak şu yanan, kırmızı ışık. Nerden gördün yavrum, bunu senden başka yapan çocuk var mı! O geçenler, amcalar, teyzeler. Ne sandın, biz de senin için bekliyoruz. Çok sabırsızsın, çok.

Evladım, şu diyeceğim hepsinden önemli. Bilgisayara fazla takılma. Ödevlerini yap, hemen çık. Hele, facebooku, twitterı sakın kullanma. Sen yaparsın “bağımlı” derler, büyüyünce yaparsın “sosyal medyayı” kullanıyor diye nam salarsın. Sen bir oyun oynarsın, duymadığın laf kalmaz, ünlü olur oynarsın bir “trend” başlatırsın. Anlayacağın, bütün yasaklar çocuklara.

Ne, anlamadın mı?
Dinliyormuş gibi yap o zaman!






9 Ocak 2013 Çarşamba

Sevgi Antrenmanı




Bak kendine, kendini sev,
Unut yaptığın hataları,
Barış kendinle,
Eşini sev, çocuklarını: Kızını sev, oğlunu sev.
Unut dünü…
Anneni sev, babanı sev,
Ara, bir hal hatır sor.
Kardeşlerini sev,
Unut kırgınlıkları…

Tükendiğin yerde dön kendine,
Kendini sev, kendinle başla sevmeye.

Akrabalarını sev,
Yakınlarını sev,
Komşularını sev,
Ayrım yapmadan,
Tek tek, hepsini sev,
Selam ver hepsine,
Onlara gülümse…

Tükendiğin yerde dön kendine,
Kendini sev, kendinle başla sevmeye.

Türkü sev, Kürdü sev,
Arabı, lazı sev,
Durma devam et.
İngilizi, Fransızı sev.
Japonu, Çinliyi sev.
Bulgarı, Romanı sev
Düşün senden başkasını,
Düşün bundaki sırrı…

Tükendiğin yerde dön kendine,
Kendini sev, kendinle başla sevmeye.

Müslümanı sev, Hristiyanı sev,
Yahudiyi sev,
Şamanı, Budisti, Hinduyu sev,
Ateisti, Putperesti sev,
Dinle onları,
Anlat onlara,
Ama, önce sev,
Sev ki, anlatabilesin.
Sev ki, dinleyebilesin.

Tükendiğin yerde dön kendine,
Kendini sev, kendinle başla sevmeye.

Düşkünü sev, zengini sev,
Mazlumu sev, zalimi sev,
Dürüstü sev, sahtekarı sev,
Masumu sev, suçluyu sev.
Sev ki, onlar için dua edebilesin:İyiler mutlu, kötüler ıslah olsun.
Sev ki, yokluk, yoksulluk bitsin,
Sev ki, zulüm, sahtekarlık bitsin,
Sev ki, bütün suçlar sevgiyle  bitsin.

Tükendiğin yerde dön kendine,
Kendini sev, kendinle başla sevmeye.

Bir bir, beş beş, yüz yüz sev,
Milyon milyon, milyar milyar sev,
Yedi milyar  insanı sev,
Yaşayan, adı insan olan herkesi sev.
İnsanı sev ki, başka mahlukatı sevebilesin.
Yaratılanı yaratandan ötürü sev,
Sev ki, kurtuluşa erebilesin.


5 Ocak 2013 Cumartesi

Türkiye’de Eğitim Algısı




''İnsan beyni değirmen taşına benzer. İçine yeni bir şeyler atmazsanız, kendi kendini öğütür.''

Yediden yetmişe kime eğitimle ilgili bir şeyler söyleyin deseniz, ilk duyacağınız şey “Eğitim Şart” tır.

Köyden, şehirden, dağdan, ovadan kime sorsanız bu böyledir.

Çöpçü, belediye Başkanı, vali, kaymakam,  alay- tugay -tümen komutanı, emniyet amiri,  milletvekili,  bakan,  STK’lar fark etmez bu böyledir.

Eğitim için bir şeyler yapalım deseniz. Akla ilk gelen şey bir SBS, YGS veya KPSS kursu açmaktır. İmkanına göre bu sınavlarda derece yapanlara araba, ev hediye etmaktir.

Sonra, “belediye başkanından, validen, kaymakamdan eğitime katkı” başlıklı  yerel, ulusal basın haberleri. Başkan birkaç çocukla poz verir. Allah ondan razı olsun, o olmasa bu gün burada olamazdık gibi masum cümleler.

Daha başka, şeyler yapalım deseniz. Tabii, sanatsal, kültürel etkinlikler yapılır. Çocuklar sinemaya  götürülür. Müzeye götürülür. Birkaç kitap okuma kampanyası yapılır. Çeşitli spor etkinlikleri yapılır. El işi kursları açılır.  

Giriş cümlesi, sosyolojinin babası İbn-i Haldun’a ait. ''İnsan beyni değirmen taşına benzer. İçine yeni bir şeyler atmazsanız, kendi kendini öğütür.''  Söz ona ait olunca, ondan çıkana itirazım yok. Ancak, keşke “bulduğunuz her şeyi atmayın ha!” diye not düşseydi. Değirmene atılan her şeyden un elde edilemeyeceği gibi her bilgi de her beyne fayda sağlamayabilir.


Biz de her elimize geçeni “her” insanın beynine atıyoruz, sanki çöplük orası. Herkes niyeti iyi olsun, kötü (gösteriş) olsun bir eğitim mücadelesi veriyor. Ancak, eğitim algımız sadece sınav odaklı olduğundan yapılan bir çok şey boşa gidiyor.

Bütün mesele bununla başlıyor. Buğdayı ekmeden, hasat etmeye çalışmak gibi…
Sınav, sınav, sınav.

İşte bu algı yapılan bütün çabaları boşa çıkarıyor.
Sen, Futbol Okulu kurmuşsun, çocuğun aklında sınav varsa, boş.
Pikniğe gitmişsiniz, akıl sınavda.
Kitap okut, akıl orda.
Meslek lisesi aç, akıl sınavda.
Memleketi sevdirmeye çalış, akıl sınavda.
Manevi duyguları, yükledim de “boş”, çünkü çocuğun aklı sınavda.

Sınav öncesi durum böyleyken sonrası daha da vahim.
Ülkenin zeka potansiyeli belirli alanlarda yoğunlaşıyor. Bu sistemle kaideyi bozan istisnalar dışında “Ziraat, Fen –Edebiyat, Veterinerlik vs. ve mezunu olduğu eğitim fakültelerinde “zeki” öğrencilere rastlamak pek mümkün görünmüyor.

Kabul etmek gerekir ki, bu kadar ilgili, ilgisiz soruları yanıtlayabilenler “zeki” kimseler. İlgi alanı ne olursa olsun, tıp, hukuk, belirli mühendislik fakültesine yerleşecek puanı alan birine öğretmenlik, veterinerlik, yazdıramazsınız. Dolayısıyla, Türkiye’nin üniversiteler düzeyinde “zeka haritası” incelendiğinde tıp, hukuk, bazı mühendislik ve bazı işletme fakültelerinde yığılma olduğu görülebilir.
Peki, bu kadar zekanın yığıldığı alanlarda uluslar arası başarı var mı?
Çok az.
Neden?
Bu kimselerin zekası, ilgi ve yetenekleriyle paralel değil.

Biz, belki iyi bir matematik öğretmeni olacak kimseyi doktor yapıyoruz. Belki, çok iyi doktor olacak adam da matematik öğretmeni.

Sonuç olarak, sınav odaklı eğitim anlayışımız değişmediği sürece boşa kürek çekeriz. Çocuklarımızın zekalarını, ilgi ve yetenekleriyle buluşturmak ülkemize yapacağımız en büyük iyilik olur. Bu yapılınca da herkesin zeki olduğu görülecektir.





1 Ocak 2013 Salı

Neden Sokak Eğitimi?




Okullar neden var?

Bu soruyu en kestirme yoldan bireyi hayata hazırlamak için  diye yanıtlayalım.
Sokaklar hayatın ta kendisi değil midir?

Evimiz, iş yerimiz sokaktadır.
Bakkalımız, manavımız sokaktadır.
Okulumuz, ibadethanemiz sokaktadır.
Hastanemiz sokakta.

Sokakta doğarız.
Sokakta yaşarız.
Sokakta ölürüz.

Mezarlığımız bir sokaktadır.

Bir kır gezisine gidiyorsak mutlaka bir sokaktan geçiyoruz.

Öyleyse, sokaklar hayatın ta kendisidir.

Peki, çocuklarımızı sokakla  ne zaman tanıştırıyoruz?
Hiçbir zaman.
Çünkü, biz  tanıştırmıyoruz. Çocuklar kendileri tanıyorlar sokakları.

Bizim çocuklarımız hasta olmadan hastanenin yolunu bilmez mesela.
Camiler, sadece tatillerde gidilen bir yer. Bir de yaşlılar için.
Mahallerindeki marangozu meslek diye ders kitaplarında görüyor zavallılar.
Mezarlık ancak ölünce gördükleri bir yer. Mezar onlara bir şey ifade eder mi!
Bırakın bunları mahalledeki bakkaldan ekmek alamayan çocuklarımız bile var.

Neden, daha çocuk bunlar!

Okul, ev , dershane üçgenine sıkıştırdığımız çocuklarımız, ergenlik dönemine hazırlanırken sokağın karanlık yüzüne tav oluyorlar. Okul etrafındaki büfelerde buldukları sigara ile başlayan sokak hayatları +18 mekanlarda devam ediyor. Bir kısmı, esrar, bally, alkol gibi maddelere esir olabiliyorlar. Bir kısmı “proje ve ev ödevleri yapılır” diye ilan asacak kadar ileri giden bu eğitim sisteminin ürünü internet ve oyun cafelerinde zaman öldürüyor.  Bizler çocuklarımızı sokaktan korumaya çalışırken, onları bakkala dahi göndermeye kıyamazken belli bir yaştan sonra aradığımız çocuğa ulaşamaz oluyoruz. Çünkü, çocuk artık laf dinlemez, söz anlamaz oluyor. Nur topu gibi doğan yavrularımız adeta suç topu olabiliyor. Hem de bizim sokaklarımızda.

Bu gün çocuklarımızı bu hale getirenler dahil her ana – baba çocukları eğitilsin diye okullara, dershanelere yolluyorlar. İstiyorlar ki, çocukları kendileri gibi sıkıntı duymasın, okusunlar adam olsunlar. Ancak, okullar ve dershaneler bu masum isteklere cevap vermekten çok uzak. Bu yüzden sokak eğitimine ihtiyaç vardır.  O zaman ancak çocuğun gerçek ilgi ve yeteneği bulunabilecektir. Daha önce “Bir Eğitim Fikri “ başlıklı yazımda belirttiğim gibi bu iş bizzat MEB tarafından yapılmalıdır.

İlgi alanı dışında yetiştirilen bir kimse yatağı doldurulan dereden daha tehlikelidir. Maalesef…