23 Ağustos 2013 Cuma

Zalim eğitim sistemi


Bugün  20 yıldır  gitmediğim,  çocukluğumda dünyanın en son noktasının orası olduğunu sandığım, gördüğüm en ücra yerlerden biri olan,   bir Akdeniz köyü ,  komşu  köye gittim. At üzerine attıkları heybelerle kuyudan su getirmeye  giden çocuklar bana  bir nostalji yaşatırken, köyün  girişindeki iki çocuktan birinin elinde sapanla, diğerinin oyuncak silahla saklandıkları ardıç ağacının ardından  bize “teslim olun” demeleri aklıma, modernizm yalanı  bu köye de selam   vermiş  düşüncesini getirdi. İzlediğimiz  adı şefkat,  içeriği şiddet dolu filmlerin yansımasıydı galiba.  Nostalji  diye bahsettiğim olaya dair zerre ilerleme kaydedemeyen modernizm ,  anlaşılan şiddete dair epey mesafe kat etmişti. Köyü tam çıkarken, el arabasının ardına numaradan saklanan ,  kendilerini fark ettiğimizi anlayınca da gülümseyen çocukların sahnesi de ‘bu  memleket artist sıkıntısı  çekmez, arkadaş dedirtti’ bana. Buraya kadar olan kısım toplumu filmler üzerinden eğitebileceğini iddia edenlere bir gönderme olsun.
Başlığı görünce, aklınıza ilk gelenin güzel ülkem Türkiye olduğundan adım kadar eminim.  Ne yalan söyleyeyim, ben  böyle bir başlık görsem ben de sizin gibi düşünürdüm. Ama yıllarca zavallı  ülkemin günahını almışım da haberim yokmuş. Aslında dünya eğitim  noktasında perişanmış da haberim yokmuş. Boşuna, Ausebel, Bruner, Bandura, Bloom, Taba , Taylor diye kafamı şişirmişim. Sunuş yoluyla mı, buluş yoluyla mı, çoklu zeka kuramıyla işe koyulsam diye boşuna kara kara düşünmüşüm. Eğitime dair, plan, program,  müfradat,  hedef, içerik şimdi burada aklıma gelmeyen kavramların  hepsi birer zırvaymış.
Dünya,  perma perişan  bir haldeyken önceki paragrafta bahsettiklerimin, kısacası eğitimin  masum olduğunu bana kimse anlatmasın. Artık,  inanmam. Dünyayı, Müslüman Müslüman öldürüyor yalanıyla kandırırken, hadi biz bu yalana inandık, yukarıdaki sistemin yetiştirdikleri ne yapıyor!
Evet, bu sistem,  matematiği belki dünyaya  anlattı, öğretti. Belki, bir çok kimseye zenginlikler  kazandırdı. Kendini, milletini, dinini sevmeyi öğretti. Birleşmiş Milletler, NATO, Avrupa Birliği, G8, G  20 gibi oluşumları hazırladı. Belki bazılarını süper güç yaptı,   belki kimilerini  bu kurumların, devletlerin başına başkan, başbakan, cumhurbaşkanı yaptı.
Ama, başkalarını sevmeyi öğretemedi, samimi olmayı öğretemedi.   Bu  yüzden, zulmü, katliamı kınayamıyorlar  bile. En samimileri çıkıp bu zulümdür diyor. Ama sadece diyor. Somut hiçbir adım yok. Yüzlerce çocuk öldürülüyor, “acaba kimyasal mı kullanıldı” diye ikircikleniliyor. Ne fark eder kardeşim, kimyasal kullanılmamışsa çocuklar geri mi gelecek? 
Şunu hepimiz biliyoruz ki, zalimi, zorbayı ,  diktatörü başka gezegenlerden getirmedik. Onlar da nur topu gibi dünyamıza geldi  ancak bir şekilde onları böyle yetiştirdik. Kendimizi de masum ad edip  kaybedeceğimiz en ufak bir çıkara karşı adamlığımızı insanlığımızı susturduk. Hakikatten uzaklaştık. Duyarsızlaştık.
 İnsanlık hakikatten uzaklaşırken, zulme duyarsızlaşırken,  ben, ben diye haykırırken, hala sadece iyi   bir iş, kariyer, ev   ve araba vaat eden eğitim sistemi masum mu sizce? 

18 Ağustos 2013 Pazar

Hata değil, negatif bilgi



Negatif bilgi, hedefe gitmeyen yolları gösteren zihnin uyarı işaretlerinin toplamı ve yapılmaması gerekenleri bilme (negatif uzmanlık) olarak tanımlanmaktadır. Negatif bilgi, kişisel gelişim, problem çözme ve bilgelik düzeyinde öğrenmede kritik bir öneme sahiptir. Pozitif bilgiye odaklı eğitimin sınırlılıklarına karşın; negatif bilgi,  öğrenme sürecinde hataları “daha fazla hata yapmayı önleyecek” biçimde işe koşarak, öğrencilerin risk alma, yaratıcılık ve girişimcilik gibi özelliklerine destek sağlama potansiyeline sahiptir. Ayrıca okulların da, hatalarından ders çıkararak, “öğrenen örgütler” haline gelebilmesinde negatif bilgi, “akıllı başarısızlıklar” olarak önemli bir işlev görebilir. Bu özellikleriyle negatif bilgi, pozitif bilgiyi tamamlayıcı olarak, öğrenmede bilinen yollara yeni perspektifler sağlayabilir.” (1)
Hayatımızın çok  büyük kısmını    kapsayan  “negatif bilgi”,  hata  ya da başarısızlık diye kesilip atılırken  negatif bilgi olmasa  başsız horoz misali kalacak pozitif bilgi saltanat sürmektedir.  Negatif bilgi, kısaca bilmememiz  gereken şeyleri bilme olarak tanımlanmaktadır. Bu yönüyle baktığımızda  negatif  bilgi  olmadan  pozitif  bilgiye ulaşmamız  mümkün görünmemektedir. Öyleyse,  negatif  bilgiyi hata ya  da  başarısızlık olarak tanımlamak  bir kaçış, kolaycı bir anlayışın  ürünüdür. 
Bir adrese ulaşma sürecinde sizi varış noktasına –pozitif bilgi-  ulaştıracak  her bilgi negatif bilgiyi oluşturmaktadır. Varış noktası öncesi bildiğiniz her iş yeri, sokak, cadde,  meydan size avantaj sağlayacaktır. Kullandığınız yol ile varış noktasına  varmada zaman ve mesafe bakımından uzama kısalmalar olsa da   sürecin hiçbir yerinde de hata ya da  başarısızlık yoktur.  Bunu navigasyon cihazı kullananlar çok daha iyi görebilmektedir. Bu cihaz sadece hedefe ulaşmanın imkansız olduğu yerlerde en yakın yerden dön komutunu vermektedir. Bunun dışında sürekli olarak sizi doğruya ulaştırma çabası vardır.  Bu çabayla da er ya  da geç hedefe ulaşırsınız.
Hedefin doğru  belirlendiği  durumlarda  hata ya da  başarısızlıktan  bahsetmek doğru değildir. Hatta, kişileri hedefe taşımak istiyorsak gelinebilen her  noktayı “başarı” kabul etmekte fayda var. Örneğin , hedefi dağın zirvesine çıkmak olan insanlardan sadece dağın  zirvesine çıkanları başarılı kabul etmek düpedüz pozitif  bilgi odaklı eğitim zihniyetinin  ürünüdür. Oysa, aşağıdaki  olasılıklar da göz önünde  bulundurulmalıdır.
A)     Dağın zirvesi sınırlı sayıda kimseleri  barındıracağından herkesin aynı anda oraya çıkması zaten mümkün değildir.
B)      Dağ yalnızca zirveden ibaret değil, dağın zirvesi için  dağın eteği nasıl olmazsa olmaz ise,   dağın eteğindeki kimseler de zirvedekiler için aynı öneme sahip olmalıdır.
C)      Zirveye çıkanları imkansızı başarmış gibi görmek doğru değildir,   onları var olan potansiyel  oraya taşımıştır. Bu potansiyel zamanla diğerlerini  ya zirveye getirecektir ya da zirveye yaklaştıracaktır.
D ) İşe pozitif  bilgi odaklı  baktığımızda, zirve bir gün kimsesiz kalabilir. Çünkü, bu anlayış sadece zirveye  ulaşmayı başarı gördüğünden oranın diğer taliplilerini küstürüp  başka mecralara sevk edebilir.
Negatif bilgi,  eğitimin her aşamasında işe koşulursa eğitimin mevcut sorunlarına çözüm olmada kilit rol oynayacaktır. Eğitim literatüründe pek yeri olmayan “negatif bilgi ”   kavramı anlam ve uygulama şekliyle bir an önce eğitim camiasında hak ettiği yeri almalıdır.  
(1 )Akpınar, B. ve Akdoğan, S. (2010). Negatif bilgi kavramı: hata ve başarısızlıklardan öğrenme. Batı Anadolu Eğitim Bilimleri Dergisi (BAED), 1(1), 14-22.

8 Temmuz 2013 Pazartesi

Bir hatırlatma: Edep


Bir hatırlatma: Edep

Yazdıklarıma ne var ki bunda  diyeceğiniz ön  yargısıyla başlıyorum. Ama  asıl yazmama  sebep aranızda sadece bir kişinin evet “bu adam doğru söylüyor” diyerek içinde bulunduğu   hale  çeki düzen vereceği umudu. İşte bu umut davamı, inandıklarımı  anlatmam  için yeter.

Size ne var ki bunda  diyebileceğiz  birkaç olay yazayım öncelikle.

Kendisi, “beyinsiz, geri zekalı , aptal” gibi kelimeleri sık sık kullanan ve bunda beis görmeyen doçent seviyesindeki bir akademisyenin daha ağır ifadeler, düpedüz küfürler için yardımcı doçent seviyesinde  başka bir akademisyene müracaat  ettiğini gülümseyerek  anlatması;  bir de “adam sağlam küfür ediyor “ arkadaş demesi;

Düpedüz küfre dilini iyice alıştırmış eski emekli kurmay albay yeni yardımcı doçent bir akademisyenin bu duruma karşı uyarılınca, “gençlerle daha iyi  iletişim kuruyorum”  diyerek üste çıkmaya çalışması;

Sivri  kalemiyle nam yapmış birinin, akil  adam seçilince duvara astığı baltasını gezi parkı eylemleri için yeniden ele  alarak burada yazmaktan utanç duyacağım ifadelerle  sağa sola sallaması;

Hastasını muayene eden doktorun, ağzından çıkanı  kulağı duymayan,  bir hasta yakının uyarmasını üzerine, özür dilemek yerine küfrüne meşruiyet araması;



Belki, bu yazdıklarımın daha fazlasını yaşıyor, duyuyorsunuz  belki bu yüzden ne var ki  bunda diyebiliyorsunuz. Ama, naçizane, argonun, küfrün, saygısız  ifadelerin  kimlere karşı, niçin yapıldığını sorsam yanıtınız ne olur?

Yukarda, insanların edep öğreticiliği rolü verdiği kimseler bu haldeyse, bu eğitimden nasiplenmemiş  insanlar nelere tepki  vermez ki!

Bizim tuttuğumuz takımı tutmayanlar.
Bizimle aynı siyasi fikri paylaşmayanlar.
Bizim sınıfta olmayanlar.
Beyaz renkte olmayanlar.
Erkek olmayanlar.
Bizim köyde oturmayanlar.
Bizim evde ikamet etmeyenler.
Bizim kadar bilmeyenler.
Bizim gibi giyinmeyenler.
Bizim izlediğimiz diziyi izlemeyenler.
Bizim okuduğumuz kitabı, dergiyi, gazeteyi okumayanlar.
Bizim gittiğimiz camiye gitmeyenler.
Bizim şeyhimizden tövbe almayanlar.
Bizim gibi inanmayanlar.

Hepsi ne kadar hakareti, küfrü hak ediyorlar değimli (!).

Saydığım şeylerin içinde benim de bir  yerim var. Bir yerlere ait hissediyorum kendimi. Ait olduğumu söylediğim  şeylere benimle beraber ait olan kimselerde de “ötekileştirici” tavrı maalesef görüyorum. Eğer, bilgimiz,  siyasi görüşümüz, inancımız ve saire değerlerimiz gerçekten kıymetliyse, bunu başkalarına da yaşatmak için mücadele vermek gerekmez mi?

Bir fikir,  düşüncede çoğunluğu elde edince,  bencilleşerek, kısaca bizim gibi olmayanları fikrimizden uzaklaştırıyorsak, ya  bizde ya da fikrimizde bir arıza vardır. Aksini iddia ediyorsak, başkalarını ayıplayan, küçümseyen üslup ve tavırlar yerine  ait olduğumuzu iddia ettiğimiz davamızı sabır ve azimle anlatma dilini seçmeliyiz.

Dil, kalbi yansıtır. Ağzı  küfür dolu bir adamın, kalbinin ne kadar temiz olduğunu, o kimsenin ne büyük bir ilim adamı, siyasetçi, öğretmen, doktor, dava adamı olduğunu anlatmaya çalışıyorsanız, ne büyük yanılgı içinde olduğunuzu zaman size gösterecektir. Benden hatırlatması.







25 Haziran 2013 Salı

Unuttuğunuz Halk



Bir grup diyor ki:
“Biz elitiz,  entelektüeliz, birikimliyiz, okuyoruz, yabancı dil biliyoruz. Bu ülke de , demokrasi, özgürlükler konusunda sıkıntılar var. Bunu homojen bir grup olarak iddia etmiyoruz. Biz, Türk’üz, Kürt’üz, Ermeniniz, Aleviyiz, Suniyiz, genciz,  yaşlıyız. New York Times’ta tam sayfa reklamımız çıktı, bütün gelişmiş ülkeler davamızı haklı görmekte çünkü biz halkız.”
Kısmen haklısınız.

Diğer bir grup diyor ki:
“Biz seçilmişiz, bakın burada % 50 var. Seçimle  geldik, eğer beğenmiyorsanız seçimle yollarsınız. Türkiye’de demokrasi en çok bizimle mesafe kat etmiştir. Özgürlükler en çok bizimle genişletilmiştir. Bizi çekemiyorlar. Dış mihrakların oyununa gelmeyin. İş  birlikçilerden olmayın. Bu oyunu biz bozarız, çünkü biz  halkız.”

Kısmen siz  de haklısınız.

Her iki grup da   kısmen haklı. Çünkü, her iki grup da kısmen halk. Her iki grubunda  unuttuğu bir halk var ki, onlar her iki halkın, nüvesini, özünü oluşturuyor.

Onlar, Adana Saimbeyli’nin Yardibi Köyü’nde. Sene boyu emek ettikleri kirazlarını 10 kuruş daha fazlaya nasıl satarız  diye kara kara  düşünürler.
Onlar, Antalya Kemer Moonlight Beach’te turistler daha rahat denize girsinler diye güneşten yanmamak için yüzler   peçeli  yabani  ot temizlemekte.
Onlar, Bingöl Şerafettin dağlarında bir yanda hayvanlarını otlatırken diğer yanda hayvanlarının kışlık yiyeceklerini hazırlamakta.
Onlar, Kastamonu Tosya Karadere’de orman işçişi.
Onlar, Diyarbakır’da karpuz, Edirne’de  ayçiçeği tarlasındalar.
Onlar, kapıcı, temizlikçi, bulaşıkçı, lağımcı.
Onların elleri nasırlı,  çatlak. Yüzlerini poyraz vurmuş.

Onlar sizin gibi okuyamadılar, ama siz okuyun diye varlarını yoklarını size yolluyorlar. Siz okuyun,  vatana  millete faydalı olun diye bu  sıkıntıyı   çekiyorlar. Siz okumuşsunuz ya, gidin anlatın  onlara, kim anlatsa ona “haklısın” diyeceklerdir. Çünkü, size inanır onlar. Ama, sizin  gibi sokağa çıkamazlar, miting alanlarına koşamazlar. Bir gün iş bırakmaları demek hepimizin rahatının bozulması demek. Onlar bir gün iş bıraksalar, ben şurada rahat rahat şu yazıyı yazamam. Siz, sokaklara çıkamazsınız.

Onlar bu mevcut düzenin emekçileri. Acaba, dilinizden düşürmediğiniz özgürlükler, demokrasi, getirmeyi planladığınız her hangi bir rejimde onlara yer var mı? Yoksa, lütfen gölge etmeyin. 

23 Haziran 2013 Pazar

Kur’an’da Aile Modelleri


“İnsanlık tarihi kadar geçmişe sahip olan aile kurumu her din ve milletlerde var olmuştur. Toplumların sahip oldukları inanç şekillerine göre şekillenmiş ve zaman içerisinde gelişmelere göre değişiklikler göstermiştir” diyerek ‘Kur’an ‘da Aile Modelleri’ isimli eserine  giriş   yapan Yrd. Doç. Dr. Hüseyin  Çelik, Yahudilik, Hristiyanlık, Sabiilik, Manihezim,  Bahailik, Cahiliye dönemi Arap Toplulukları ve Eski Türklerde aile konusuna kısaca değindikten sonra Kur’an’da aile modellerini özüne uygun bir şekilde incelemiş.

“Aile, hayatın cenneti, ebedî cennetin de başlangıcıdır. Aile, insanoğlunun içinde doğduğu, büyüdüğü ve ilk eğitimini aldığı en küçük sosyal topluluk olmasına rağmen toplumların temelinde en büyük role sahiptir.” Üstelik,  Aile bir saadet, bir zenginlik sebebidir.
 “Bu yüzden Kur’ân evliliği teşvik eder. Evliliğin sağlam temeller üzerine bina edilmesini ve evlilik müessesesinin devamı için iki tarafın birbirlerine adaletli, ahlaklı ve olgun davranmalarını emreder. Evlilik dışı birliktelikleri yasaklar, yasağa uymayanların ise en ağır şekilde cezalandırılmalarını ister. Yine kadın ve erkeğin iffetli olmalarını, kendileri ile nikâhlanabilecekleri erkeklerle çekici bir edâ ile konuşmamalarını da emreder.”

“Kur’ân, ailenin fonksiyonlarını, aileyi meydana getiren fertlerin birbirlerine karşı görev ve sorumluluklarını zikretmenin yanında örnek aile yapılarından da sık sık bahseder. Bu örnekler içerisinde hem olumlu hem de olumsuz olanları zikreder. Bir peygamberin aile yapısını ve yaşam tarzını baştan sona anlatmak yerine değişik peygamberlerin değişik yönlerini zikreder. Kur’an’da Âdem (as)’in oğullarından Kâbil’in Hâbil’e karşı tutumu ile Yusuf (as)’un kardeşlerinin kendisine karşı sergilemiş oldukları tutumları olumsuz kardeş ilişkisine örnek teşkil ederken Musa (as)’nın kız kardeşinin tavrı ise olumlu model olarak zikredilir. Nuh (as) ile Lut (as)’un hanımları inanç noktasında uyumsuz eşlere örnek olurken, Eyyüb (as) ve Zekeriyya (as)’nın eşleri gibi bazı hanımlar inanç noktasında uyumlu eşlere örnek olmuşlardır. Mısır azizinin hanımı Züleyha iftira atan bayan olarak dikkat çekerken, Hz. Aişe ise iftiraya uğraması ile dikkat çekmiştir.

Adeta Kur’ân’da aile yapıları ile anlatılan bölümleri bir araya getirdiğimiz zaman karşımıza biri olumlu diğeri de olumsuz olmak üzere iki ayrı aile yapısı çıkar. Bir ailenin bütün fertleri inanç noktasında tamamen olumlu veya olumsuz olabildikleri gibi bazen anne olumlu baba olumsuz veya baba olumsuz anne olumlu olabilmekte, bazen de anne baba olumlu evlatlar olumsuz ya da evlatlar olumlu anne-baba olumsuz olabilmektedir. Kur’ân bu farklı yapıları anlatarak aile içindeki konumlarına ve aile yapılarına göre evli çiftlere rehberlik etmektedir.”

Hz. Adem (as) ve Hz. Hava’dan başlayıp Hz. Eyüp (as), Hz. Zekeriya (as), Hz. İbrahim (as) Hz. Yakup  ( as) gibi örneklerlerle devam ederek  peygamber efendimizi (sav)  de örnek aile yaşantısı ile anlatan “Kur’an Aile  Modelleri”  bir çırpıda okuyup bir kenara atılacak bir kitap değil. Her defasında  müracaat edeceğiniz, müracaat  ettiğinizde yeni şeyler öğreneceğiniz ve asla sıkılmayacağınız bir kitap.

Yayınevi yayıncılıkta bulabileceğiniz bu emek dolu eseri bize sunan,  Gaziosman Paşa Üniversitesi ilahiyat Fakültesi öğretim görevlisi Yrd. Doç. Dr. Hüseyin Çelik’e  teşekkür eder,  onun başarılarının devamını dilerim. 

18 Haziran 2013 Salı

Dünyayı istemiyoruz ama ...




Dünya sizin olsun ister misiniz?

Bu soruyu yaşları 15  ile 70   arasında değişen  belki yüzden fazla kişiye sordum.  Nihayetinde ‘evet’ diyen  kimse olmadı.
Sizin aranızda da evet diyen çıkacağını sanmam. Deseniz  de,  benim yüz  yüze görüştüklerimden önce ‘evet’ deyip  sonra ‘aman , ne yapacağım dünyayı” diyenlerden olacağınıza eminim. Henüz, insan dünyanın tamamını isteyecek kadar  bencilleşmedi. Hatta, hepimiz ‘bütün dünya senin olsun, bir  dost bir post yeter bana’ modunda yaşıyoruz. Küçücük  şeyler istiyoruz. Belki de bu  küçük şeylerde dünyalar gizli. Yoksa,

Dünyayı istemeyen bir çocuğun, dünyayla değer açısından kıyas  bile edilemeyecek bir cep telefonu yüzünden ana babasını üzmesini,

Dünyayı istemeyen bir kocanın, bir tabak yemek için  kadına dünyayı dar etmesini,

Dünyayı istemeyen bir kadının basit bir ev eşyası için kocasının başını etini yemesini açıklayamayız.

Bu küçük  şeyler parça bütün ilişkisinde de aynı.

Mesela, hiçbir sınır kavgası tarlanın tamamı için çıkmamıştır. Al tarla senin olsun dense istemeyiz. Ama,  kim bilir birkaç cm toprak  kaç kişiye yaşamayı haram kılmıştır.

Kimse bir ormanın tapusunu istemiyor. Ancak,  bir ağaç  kim bilir kaç ormana  bedel olabiliyor. Kaç insanın canını yakabiliyor.

Kimse, gece gündüz içelim demiyor. Ancak,    bir yudum alkol gecemizi gündüzümüzü belirsiz edebiliyor.  Bir salise,  bizi gece gündüz içmek isteyen  birileri yapabiliyor.

Kimse, dünyayı ben yöneteyim, dünyanın kralı ben olayım, herkes bana itaat etsin demiyor. Ama, söylediğimiz  küçük bir söz, basit bir hareketimiz öyle algılanmamıza neden oluyor, dünyayı ayağa kaldırabiliyor.


Şimdi, Çin’de kanat çırpan bir kelebeğin New York’ta  nasıl deprem oluşturabileceğini daha  iyi anladık mı?

Fırtına için bir kaşık su yetiyor  hatta  artıyor ise, iyi ki okyanusumuz yok.

İyi ki de dünyayı istemiyoruz.


16 Haziran 2013 Pazar

Bizim mahallede baskı yok



Önce size küçük ama yelpazesi büyük bir mahalleden bahsedeceğim. Aslında mahalle değil ama öyle kabul edelim. Bu mahalle akrabalarım başta olmak üzere  tanıdığım herkesi kapsıyor. 
Bu  mahallede Türk, Kürt, Arap, Çerkez, suni, alevi herkes var.  
Bu  mahallede ana baba ibadet eder ama çocuk ibadetin yanından bir bayramlarda geçer.
Çocuk, ana ibadet eder, baba her gün  içmese duramaz.
Ana kapalı, kızlar açık. Kızlar kapalı ana açık.
Kızlardan biri açık, diğeri kapalı. 
Baba koyu solcu oğul aşırı sağcı.
Baba Ak  Partili oğul Chp’li.
Arkadaşlardan  biri ülkücü diğeri, diğeri solcu.
Sakallısı var, küpelisi var.
 Daha farklı çok şey bulabilirsiniz.

Bu mahallede   duyduğum tek baskı olayı: “Dayının” kapanan yeğeninin başörtüsünü zorla almaya  çalışması. Buna da epey zaman oluyor. Akraba ortamında gülüşmelerle tatlıya bağlanmış o da.  Hafızamı zorluyorum, baskı oldu mu  diye çocukluğumda rakı sofrasındaki amcalar kafayı bulunca çocukları içki içmeye zorlarlardı.  Ayılınca kendileri de yaptıklarından utanırlardı, “hadi ya, öyle   mi yaptım” diyerek.

Bu mahallede bazen anne babaların çocuklarını namaza davet ettiklerini duyarım. Evladım namazını kılsan iyi olur türünden ifadelerle. Bu mahallede, futbol, sinema, açık açık konuşulurken,   şarkı, türkü söyleyip, fıkra anlatıp eğlenilirken, siyaset, din konularına  pek girilmez. Zira, her ikisi de, hararetli tartışmalara sebep olduğundan  mahalle sakinleri birbirleri hakkındaki fikirleri gıyaben sunarlar.  Dindarlar, içenler için “bunlar iflah olmaz, Allah bunları ıslah etsin derken, kendileri için “yobaz bunlar, örümcek beyinliler” gibi ifadeler kullanılır.
Bütün bu fikir ayrılıklarına rağmen, onlar birbirlerini tatlı, düğün, nişan gibi merasimlere davet ederler.  Bir cenaze olduğunda en kötü ihtimal, koltuk  altına kıstırılan bir kilo bisküvi, bir kilo lokumla cenaze sahibine baş sağlığı dilenir. Hiçbir şey,  acı tatlı günde bir olmaya engel olmaz bu  mahallede.

Hani  deniliyor ya,   özel hayatımıza  müdahale ediliyor. Mahalle de özel hayata müdahale edecekse akrabalar eder, değilse en yakın aday komşu olur. Bu mahallede tuhaf ama komşular birbirine selam vermekten aciz. Baskı  yapmak nere, komşu nere!
Anlayacağınız bizim mahalle  de baskı yok. Başka mahalleleri merak ederken, geçen hafta Ankara’ya yaptığım yolculuk bu merakımı gidermeme hayli yardımcı oldu. İnsanların tiplerinden ne olduğunu tabii ki  bilemeyiz ancak açıklık, kapalılık, sakal  ve küpe boyutuyla şartlar bizim mahalledekine benzer.
Otobüste, (Adana – Ankara firmaları 10  sene önce gördüğüm namaz saati odaklı doğu firmalarına hala ulaşamamış.) metro da benzer sahneler. Kızılay’da hayatımda görmediğim kadar aynı anda birahanede içen adam gördüm.  Yarım saat Güven Park’ta  oturdum, etrafı  izledim. Herkes, kendi halinde. Kimse kimseye öte git demiyor. Bayanların en az % 80’i açık. Açık , kapalı,  güle oynaya dolaşabiliyor.
Biri geçen yaz olmak üzere iki bakanlığa gittim, durum çok farklı değil.
Devletin okulları, hastaneler yine öyle. Dileyen dilediği gibi yaşıyor.
Kiminiz çizdiğim tabloyu aynen onaylarken, kiminiz itiraz edip bu tabloya “hadi oradan “  diyeceksiniz.
Siz  ne düşünürsünüz bilmem, ama bence bu mahallede  baskı yok.  Mahalledeki farklılıklar kadar hak ve doğru da yok. Özgürlükler, kadar da hak ve doğru yok. Birimiz yanlışız, bunu kabul etmemiz lazım.  Doğruya ulaşmak  için birbirimizi samimi bir şekilde dinlememiz şart. Ancak, son “TBMM’deki  yapılan alkol düzenlemesi,  ‘ahlak kurallarına uyalım’ anonsu ve Gezi Parkı hadisesi” gösteriyor ki: Bizim birbirimizi dinlemeye  tahammülümüz yok.