25 Aralık 2012 Salı

Sokak Eğitimi




Zemin etüdü yapılmadan  inşa edilen bina misali “ insanı” inşa etmeye çalışıyoruz. Hem de bu “işe “ çatıdan başlıyoruz. Daha  çocuk doğmadan, onlar için kurduğumuz hayallerle, onların hayallerini gasp ediyoruz. Onlar çocuk, hayal edemez (!) , etseler bile hayalleri bizim belirlediğimiz sınırlarda olmalı. Biz zaten onlar için en iyisini düşünüyoruz (!).

Beton binaların içine sıkıştırdığımız sınırlı eğitimle, çocuğa dair yargılarımız oluşuyor.
10’a kadar saysa maşallah çok yaşa, sayamazsa eyvah!
Renkleri bilse aferin, bilemedi biraz destek verin! Çocuk çok perişan!
Boyama yapıyor, yapamıyor.
Şarkı söylüyor, söyleyemiyor.
Canlandırma yapıyor, yapamıyor.
Sene içerisinde iki üç sosyal etkinlikle kararımız netleşiyor.

Çoklu Zeka Teorisi mucidi psikolog Howard Gardner’dan  öğrenilen zeka türleriyle çocuğa bir etiket yapıştırıyoruz. Sayfalar dolusu –müfettiş gördülük- raporlar.

Sözel zekası iyi, Türkçe öğretmeni olur.
Ritmik zekası iyi, müzisyen olur.

Bu arada, Gardner ilk  defa 7 zeka türü var dediğinde,  bizimkiler ballandıra ballandıra onu anlattılar. Makaleler yazanlar, okullarda ÇZT seminerleri verenler oldu.  Bu iş Gardner’ın tabii hoşuna gitti. Şimdi, 8 zeka türü olduğunu söylüyor. 9. Zeka türü için çalışmalar var.Bu kardeşiniz sayın Gardner’a 7 milyar zeka çeşidi olduğunu söylüyor. Tanıyanınız varsa lütfen bunu ona iletin.

 O,  yine de hiç değilse 8- 9 zeka türü var diyor.
Ama, biz ne yapıyoruz.

Köyde, traktörü bozulan herkesin imdadına koşan çocuğa Rehberlik Araştırma Merkezi (RAM) tarafından Birleştirilmiş Eğitim Programı (BEP) uyguluyoruz. Çarpım tablosunu öğrenemiyorsa da en azından sayıları öğrensin, lazım olur.

9. sınıfı tekrar okuyan çocuğun, “öğretmenim matematiği, fiziği, kimyayı dinliyorum ama hiçbir şey anlamıyorum” diye çığlık atmasını duymuyoruz, duymazdan geliyoruz.

Tekrarsız 9. sınıf  öğrencisinin “öğretmenim, bana sınıfta fazla söz vermeyin, arkadaşlarım arasında rezil olmak istemiyorum, çünkü ben okuma yazma bilmiyorum” demesine ne demeli!

20 yaşındaki üniversite öğrencisine farklı fakültelerde “Mühendisliğe Giriş, Öğretmenlik Mesleğine Giriş, Tıbba Giriş, Hukuka Giriş, İşletmeye Giriş  dersleri veriyoruz.” Buradaki Anahtar kelime Giriş, ama giriş yapanların yaş kemale ermiş.

Sonuç, bir baltaya bile sap olamamış yüz binler.
Sokağın karanlık yanlarına kaçmış çocuklar.
Kötü alışkanlıklar, bağımlılıklar.


Bir örnek de kendimden vereyim. İlköğretimi okul birincisi olarak bitirdim. Bir şekilde İngilizce öğretmeni oldum. Geçenlerde, kağıt üzerinde bir çıkarma işlemi yapayım dedim, kalem oynatamadım.   Aklıma, halen daha okuma yazma bilmeyen ilkokul sınıf arkadaşlarım geldi. Ortak yönümüz:  Ömrümüzde neredeyse hiç kullanmayacağımız matematiği dinlemek zorunda kalmış olmamız. Onlar hiç öğrenmediler, bense öğrenip unuttum. Onlara, hep geri zekalı dendi, bana hep bu çocuk süper zeka dendi. Yıllar sonra, matematik, fen bilgisi ve hayat bilgisi konusunda eşitlendik, hesabı varın siz tutun!
                Yoksa, biz de Mark Twain gibi “ben zeki doğmuştum ama beni eğitim mahvetti” mi diyelim?

Aslında, çözümün kendi değerlerimizde olduğuna inandığımdan yabancı kaynaklı referanslar vermek çok hoşuma gitmiyor,  ama bu insanlık namına ders alınacak türden. Yıl  1986.  Afşin – Elbistan Termik Santralinin Kaynak ve Montaj departmanından sorumlu bir Amerikalı vardır. Emrinde, mühendisler, şefler çalışmaktadır. Adam, biri hakkında üç defa olumsuz rapor verse o kişi işinden oluyor. Bu kadar yetkili  biri. Buraya kadar verilen bilgilerin hiç biri şu yazacağım kadar şaşırtıcı değil.

Bu adam, okuma yazma bilmiyor. Ailesine mektup yazmak için orada çalışan Türk tercümandan yardım alıyor.

En başa dönecek olursak, zemin etüdü yapılmamış, bir bina en fazla çöker, içinde birkaç insanın hayatına mal olabilir. Belki, yıkılmadan telafi de yapılabilir. Ama, söz konusu insansa, asla telafisi mümkün olmayabilir. İnsanın yanlışı  milyonları, hatta bütün insanlığı etkileyebilir. Bu yüzden, insanı iyi etüt etmek gerek. İlgisi, yeteneği nedir bunu tespit etmek gerek. Manevi değerleri çocuğa zamanında yüklemek, ahlaklı insan olmanın temellerini en başta atmak lazım.

Peki, nerede, nasıl verebiliriz bu değerleri? İlgi ve yeteneklerini nerede tespit edebiliriz?
Okullarda mı?
Okullar çok yetersiz, ancak organize olmada okullar merkez olabilir.
Dershaneler mi?
Mümkün değil. Zaten onlar da eğitim yapmadıklarını biliyorlar.

Bu iş “Sokak Eğitimi” ile yapılabilir. MEB ilk 4 yıl boyunca çarşıda, pazarda, parkta, alışveriş merkezlerinde, kasapta, manavda vb işyerlerinde  bu işi yapabilir.

Bu belirlendikten sonra gerekli yönlendirmeler yapılır. Bunu da en iyi Einstein’in şu veciz sözü özetliyor.

“Aslında herkes dahidir. Ama siz kalkıp bir balığı, ağaca tırmanma yeteneğine göre yargılarsanız, tüm hayatını aptal olduğuna inanarak geçirir.”

Eğitimin sokağa, sokağın eğitime ihtiyacı var.

20 Aralık 2012 Perşembe

Bir Eğitim Fikri


Kesinlikle doğruyum demiyorum. Sadece bir fikir benimkisi. Sistemin tıkandığı yerde, çözüme giden yol olabilir mi acaba diye göz atacağınız türden. Hiç okumayabilirsiniz.  Saçma sapan deyip çöpe atabilirsiniz. Yorumlarınızla, eleştirebilir,  fikirlerinizi paylaşabilirsiniz.

Bu fikri yüksek lisans dahil 18 yıllık öğrencilik, 10 yıllık öğretmenlik deneyiminin sonucu olarak sunuyorum. Öğretmenlik hayatım boyunca İlköğretim, Genel Lise, Süper Lise, Fen Lisesi, Meslek Lisesi ve dershane tecrübesi yaşadım.

Bu süre zarfında “eğitim” diye başlayan  “çok önemli, şart” diye biten nice cümleler duydum.
Eğitimin mevcut halinden dertlenen, olması gerekene dair tek fikirleri dahi olmayan kimseler gördüm.
Çözüm sunan, ama alışılmışın dışında olduğundan yadırganan kimseler tanıdım.
Bulanık suda nereye gideceğini bilemeyen balık misali ne yapacağını, ne istediğini bilmeyen, kararsız, ürkek öğrencilerim oldu.
Bakanın öğretmenden, öğretmenin bakandan şikayetlerine şahit oldum.
Öğretmenin öğrenciden, öğrencinin öğretmenden, velinin çevreden rahatsız olduklarına tanıklık ettim.

Mili Eğitim Bakanlığı (MEB) tarafından yapılan onca yeniliklere, değişikliklere ve gösterilen çabalara rağmen, hepimize tanıdık gelen bu ve  benzeri problemler azalacağı yerde her geçen gün artmaktadır. Bu hususlar neticesinde ulaştığım nokta: Eğitim sadece MEB’in işi değildir. Bu yüzden bu yük bütün bakanlıklar ve kurumlarca paylaşılmalı. Bakanlıklarda bulunan Eğitim Daire başkanlıkları işlevsel hale getirilmelidir.

MEB’in rolü ne olacak?

MEB, ilk 4 yılda öğrencilere okuma- yazmanın yanısıra temel değerleri vererek, onların ilgi ve yeteneklerini belirlemeli. Özellikle, ilgi ve yetenek noktasında adeta kılı kırk yararak bir tespit yapılmalı. Bu süre içerisinde çocuğa günlük hayatta karşılaşabileceği “meslek gruplarının” tamamı, ayrı zamanlarda  bir kaç farklı öğretmen denetiminde gösterilmeli. Bu ilgi ve yetenek tespit etme sürecine veliler de dahil edilmeli. Çocukla ilgili bir durum tespiti yapıldıktan sonra çocuk eğitimine ilgili bakanlık veya kurumlarda  devam etmeli.

Bu şekilde, ilgili kurum ve bakanlıklar, öğrencinin ilgi ve yeteneklerini, kendilerinin öğrenciden beklentilerini karşılayacak  bir eğitim anlayışıyla öğrencilerine hitap edebilir.

Sınavlar nasıl olacak?
Özel okulların durumu  nasıl olacak ?
Herkes belli alanlara gitmek isterse nasıl olacak?
Öğretmenlerin durumu ne olacak?  ve benzeri sorularınız ya da fikrin avantaj ve dezavantajlarıyla ilgili düşüncelerinizi lütfen paylaşalım.


Devam edecek.

15 Aralık 2012 Cumartesi

4 Yanlış 1 Doğru


'Abartıyorum, çünkü anlaşılmak istiyorum ' demiş Kafka. Bu söze katılmıyorum, çünkü anlaşılmak için karşındakinin vicdanının olması lazım, tabii nasibinin de. Bütün çıkarlardan arınmış, sade, duru bir vicdan. Nasibinden emin olmadığım ama  bu “vicdanın” hedef kitlemde olduğuna inanarak, yazıyorum. Hem de abartmadan.

Konu dershaneler.
Öncelikle, dershalererin haklarını teslim edelim.

-Bu gün Türkiye’de dershane öğretmenleri MEB öğretmenlerinlerin katbekat daha fazla çalışmaktadır.

- 100.000 kişiye istisdam sağlamaktadırlar.

-Terörün artmasına engel olmaktadırlar. ( Önder Aytaç,a  yazılan mektupda bir gencin Pkk’ya katılmasını engelleyen bir dershane öğretmeninin anlattıkları üzerine dikkate alınmıştır.)

Kısa bir bilgi verelim:
Türkiye’de ne  zamandır dershanecilik var sorusuna, dershaneciler, herşeyin tarihçesini Osmanlı’ya dayandırma adedi üzerine ta fi tarifihine gitseler de, kurumsal bazda ilk dershane 1960’larda açılmıştır.  Yine de bu tarih , dershanecilerin meşruiyetlerini dayandırdıkları sınav sistemini organize eden ÖSYM’nin kuruluşunun (1974) öncesine denk geliyor. Demek ki,”dershaneler sınavlar olduğu için var”  ifadesi pek de doğru değilmiş.

Bu kısa bilgiden sonra sıra dershanelerin teslim ettiğimiz haklarını sorgulamada.

Önce istihdam ile başlayalım. Dershaneler, kendilerinin 100.000’lik istihdamlarıyla topluma ne oranda katkı yapmışlar,  bir bakalım: Resmi verilere göre,Türkiye’de 1965 yılında işsizlik oranı yüzde 3.7 iken, 1970’te 6.4’e, 1975’te 7.6’ya ve 1978’de 10.1’e ulaşır. 1988’den sonra biraz gerileyen ve küçük iniş-çıkışlar sergileyen işsizlik oranı, 1998’de yüzde 6.4 olarak gerçekleşir. Bu oranın bu gün yüzde  8.8 olduğu tahmin edilmektedir.

Terör meselesine gelince, Türkiye’de PKK terörünün ilk kez 1978’de ortaya çıktığı bilinmekte. Dershanelerin açılışından 10- 12 yıl sonra. Bu gün dershanelerin gençleri ellerinden kurtarmaya çalıştığı örgüt dershanelerin açılışından sonra çıkıyor. Abartmayacağımı en başında söylemiştim: Tabii ki, terörden dershaneler sorumlu değil. Ancak, dershanelerin de içinde bulunduğu eğitim sistemimizin bu konudaki payını da sümen altı etmeyelim.

Dershanelerin, MEB öğretmelerinden daha fazla çalıştığına gelince, sanırım buna katılmayanımız yoktur. Peki, derhaneler ne için çalışıyor? Öğrencileri, eski adıyla ortaöğretime ve yükseköğretime hazırlamak için. Bunu zaten ilköğretim ve ortaöğretim kurumları da yapıyor, birinden biri anlamsız olmuyor mu, neden çocukları aynı suda iki defa yıkıyoruz denilse, “sınavlar var efendim çocukları sınava hazırlıyoruz” deniliyor. Peki nedir, bu sınavlar?

4 yanlış 1 doğru başlığı tam da bunun için konuldu. İlköğretim için 3 yanlış ama ben 4 üzerine yoğunlaşacağım.

Dershane sisteminde çocuklar 1 doğru bilgi için 4 yanlış bilgi öğreniyor. Belki, bazen doğrunun dahi hiçbir işe yaramadığı sistemde yanlışlar zihinlerde yer ediyor. O halde denilebilir ki, bir dershane için atılan temelin %80’ni  yanlış için atılıyor. O temelde çalışan, işçilerin emekleri % 80 yanlış için. Her 5 tuğladan 4’ü yanlış için örülüyor. Her 5 litre sudan 4’ü yanlışa akıyor. Yazılan, her 500 sayfalık test kitabının 400’ü yanlış bilgilerle dolu. Yani, öğrenci 500 sayfa okuyor ama sadece 100 sayfası doğru. Denilebilir ki, efendim 4 doğrunun 1 yanlışın olduğu durumlarda var. Bu oranın ne kadar az olduğunu hepimiz biliyoruz.

Bu oranlarla yapılan eğitimin sonucu aslında şöyle olmalı:

Tıpta, yapılan her 5 ameliyattan sadece birinin başarılı olması lazım. Mühendislikte, projeler %80 oranında hatalı olmalı. Eğitimde öğrencilerin sadece % 20’si maddi manevi açıdan donanımlı olmalı. Genel anlamda toplumda her 100 vatandaşın 80’i aç kalmalı. Her 100 vatandaşın 80’i sürekli yanlış yapmalı Ama, şükürler olsun ki, durum böyle değil.

Dershaneciler dahil herkes biliyor ki, eğitimde ciddi problemler var. Dershanelerle gelinen noktanın mini bir tablosunu sunmaya çalıştığım bu yazı da , dershaneler elbette problemin temel sebebi olarak gösterilemez. Ancak, görünen o ki, dershaneler mevcut haliyle eğitim -dolayısıyla da-  ülke sorunlarına  çözüm sunamıyor.
Vicdanlarınıza sunulur.

12 Aralık 2012 Çarşamba

Planlayıcı




Ben plan yapmam.
Doğrusu uzun planlar yapmam.
Kısa ve basittir benim planlarım.
Onlar da benim planım değildir aslında.
Hadi, adına plan diyelim haddi aşarak.

Bir örnek verelim:
Bir arkadaşımın köydeki yaşlı babasını ziyarete giderken,   5 yaşındaki oğlumu  da aldım yanıma. Maksat, çocuk biraz açılsın, temiz hava alsın, çok sevdiği  hayvanlarla oynasın. Ben de, hem ziyaretimi yapayım hem de hafta sonu güzel güzel dinleneyim istedim. Masum bir plan işte.

Köye varır varmaz oğlum evin kedisiyle oynamaya başladı, ben tabii oğlumu uyardım. “ Bak, oğlum kediye çok yaklaşma, kedi elini cırtar (tırmalar)” dedim. Ben uyardım ya,  çocuk hemen bıraktı. Şaka, şaka..
İkinci, üçüncü uyarmalar, tabii dinletemedim kendimi. Yirmi dakikanın içinde olan oldu. Kendi, oğlumun elini cırttı. Ben tabii çok kızdım.

Neden mi? Masum planım bozuldu ya ondan.

O an bir plan daha kurdum. Yok, yok!  Kuduz tehlikesi aklımın ucundan bile  geçmedi.
Benim ki biraz kurnazca bir plan,  şu çocuğa bir iğne yaptırayım da bir daha hayvanlara çok yaklaşmasın. Hemen, ilçedeki özel hastaneye götürdüm oğlumu.

Devlet hastanesi dışında “kuduz aşısı” olmadığını söylediler.

Gitmesem mi acaba diye düşünürken, onu korkutma planımı hatırladım.

Hastaneye vardık, giriş işlemini yaptırdıktan sonra, çocuğun elini uzunca bir süre sabunlu su ile yıkamamızı, bunun kuduz için çok iyi olacağını söylediler. Biz denileni hemen yaptık ve beklenen an geldi.

Oğlum, ağlana sızlana aşıyı oldu. Ben işlem bitti sanıp teşekkür ettikten sonra  iyi günler demeye hazırlanırken,  “durun daha bitmedi, size bir aşı kartı vereceğiz” dedi görevli hemşire. Aşı kartını aldım.  “ 5 doz aşı yaptıracaksınız, eğer 10 gün içinde kediye bir şey olmazsa ilk üç aşıyı yaptırdıktan sonra gerisini yaptırmayabilirsiniz ” diye de tembihledi görevli.

“Bayrama çıkacağız, gittiğimiz yerde olmazsa, aşı yaptırmasak ne olur ?“ dedim.
“O zaman Jandarma getirir “ dedi bir beyefendi.
Jandarma denilince ben olayın ciddiyetini anladım. Tabii, öfkem biraz daha arttı. Hastaneden çıktık, “oğluma, nasıl iyi oldu mu” dedim.

Ne dese beğenirsiniz! ” ACIMADI Kİ… Ben kahraman Yusuf’um,  bak baba kaslarıma. “
Gel de gülme şimdi. İşin güzel tarafı, planımın aksi de olsa yavrum iğne korkusunu yendi.
İkinci aşıyı da rahat rahat oldu bu sayede.  

Bayramda kendi köyümüze gittik, bayramın üçüncü gününde ilçemizdeki sağlık ocağında oğluma üçüncü aşısını yaptırdık. Devlet hastanesinin çok uzak olduğu yerlerde sağlık ocaklarında da olabiliyormuş kuduz aşısı. Bunu da öğrendik. Üçüncü aşı bittikten sonra, kedinin sağlık durumunu sorduk arkadaşımdan.

Sağlam olduğunu öğrenince, tamam bizim iş bitti dedik, ama ilçe tarımdan ardılar.
Kedi için tabii. Onlar da gerekli raporu tuttular. Bu arada  ilçe tarımda bir yıldır tanışmayı düşündüğüm hemşerimle tanışmak nasip oldu. Hoş bir tanışmaydı ama plansızca…

Tıpkı bu yazıda size  kuduz aşısı ile ilgili bilgi vermeyi planlamadığım gibi…

Dedim ya, plan yapmam.
Doğrusu, uzun planlar yapmam, öyle uzun hesaplarım, bekleyişlerim olmaz benim.
Kısa da olmaz, ama hadi adına plan diyelim.
Kısa planlarda dahi bir öfke kaplar beni.
O yüzden, plan yaparım ama birinci planım, planımın tutmama ihtimalidir hep.
Bir kedi cırtması değiştirebilir bütün planımı.
Uzun planlara gücüm yetmez,  aklım ermez benim.
O, planlar ve yaşarım.
Zaten, en büyük sıkıntı O’nun planıyla senin planının tutmaması değil mi!
Plan tutunca ne ala!
Peki, ya tutmayınca!
Bu yüzden, ben plan kurmam, planlayıcım O’dur benim.
O, planlar ben yaşarım: Hem de doyasıya.

8 Aralık 2012 Cumartesi

Okul Kumbarası




Her şey bir arkadaşlarının evinin yandığını duymalarıyla başladı.
Arkadaşlarının evleri yandı, onların yürekleri.
Bir şeyler yapmalı diyorlardı.
Okulda bir kampanya başlatalım dedi biri.
Arkadaşlarımızdan sadece 1 lira toplayalım.
Hepsi, kabul etti.
Biri ben toplarım dedi.
Biri öğretmenlerimize bildirelim dedi.

Bir diğeri söz aldı. “Arkadaşlar, hepinize fikirlerinizden dolayı gönülden teşekkür ederim. Bir fikrimi sizlerle paylaşmak isterim. Yangın, sel, deprem gibi afetler her an her zaman oluyor, tabii bizler duyarsız kalmıyor hemen bu tür organizasyonlarla yardımcı oluyoruz. Ama gecikmeler olabiliyor. Biz bu tür olaylara karşı her an hazır, anında olay yerinde olabiliriz.”

Herkes şaşırmış, onu dinliyordu.

O devam etti. “Okulda kendi, aramızda sürekli bir “Öğrenci Yardımlaşma Fonu” oluşturabiliriz. “Okul Kumbarası” yapabiliriz mesela, okulda 1000’den fazla öğrenciyiz her birimiz ayda 1 TL atsa bu kumbaraya, yılda en az 12000 TL eder. Biz, bununla okulda ihtiyacı olan arkadaşlarımıza anında yardımcı olabiliriz.

Herkes yapalım, tamam,  olur,  gibi ifadelerle desteklerini belirttiler.

Şimdi evi yanan arkadaşları için hummalı bir çalışma içindiler.
Kumbara işini başarabilecekler mi bekleyip göreceğiz.

Ama ben bu güzel fikri sizlerle paylaşmak için o günü bekleyemedim.
Belki sizler daha önce yaparsınız diye.

“Okul Kumbarası” yapılsa avantajları ne olur peki?

Öğrencilerin arkadaşlık bağları kuvvetlenir.
Öğrencilerin paylaşım duyguları artar.
Öğrencilerin  yardımlaşma, dayanışma hisleri her an taze kalır.
Öğrencilerin  öğretmenleriyle diyalogları gelişir.
Öğrencilerin kendilerini ifade yetenekleri, özgüvenleri ve özdenetimleri gelişir.
Doğal afetten kaynaklanan ya da günlük acil ihtiyaçlar anında giderilir.
Bütün bunlara bağlı olarak okulda, ailede, çevrede pozitif bir hava oluşur.

Belki sizin aklınıza gelecek nice avantajları olur bunun.

Peki, dezavantajı ne olur?
Kötü niyetliler suistimal edebilir.

Başka da bir dezavantaj sayamayız.

Bu kadar iyiliği, bir kötülüğe kurban vermeyelim.
İyiliğin bize değil, bizim iyiliğe ihtiyacımız var.

Bu genç beyinlerden çıkan mesajı  #birdüşünyeter .

6 Aralık 2012 Perşembe

Nasıl Çoban Oldum?






Çok zor bir iş başardım.  Herkesi, her şeyi karşıma alarak. Bir soyguncunun bankayı soymayı başarması kadar zordu benim işim. Soygunculuk kadar yüz kızartıcı bir yanı olmasa da hep bir eğreti  durdu benim işim. Bu işe ilgim hayvan sevgimle başladı.  Doktor olan ana babam, bu sevgimi hemen destekledi hemen balık, kuş, papağan, aldılar eve. Ben daha fazlasını istedim, koyunum, keçim olsun istedim, aldılar. İnek istedim aldılar. Başka hayvanlar da istedim aldılar. Ne de olsa güçleri vardı almaya. Bir çiftlik kurdular benim için. Çocuktum ya , hayvanları sevmem doğaldı, onlara göre bütün çocuklar biraz hayvan sever olmalıydı. Ne olmak istiyorsun denildiğinde ben “çoban” olmak istiyorum derdim,  onlar gülerdi.  Ne zaman okula başladım sıkıntı başladı. Okuma yazma dersleri hariç diğer derslere  ilgim pek olmadı. Ne zaman hayvanlarla ilgili bir örnek verilse, hemen söz alıyor bildiğim ne varsa saymaya başlıyordum.  Öğretmenim ne zaman ne olmak istediğimi sorsa ben çoban olmak istiyorum derdim.  Başta, öğretmenim olmak üzere herkesin yüzünde alaycı bir tebessüm oluşuyordu. Bu durum anne babamı iyice rahatsızlandırmaya başlamıştı.

Beni hayvanlardan yavaş yavaş uzaklaştırmaya çalıştılar olmadı. Özel öğretmen tuttular, öğretmenlerin hepsi şeker gibi insandılar. Derslerini sevdirmek için kırk takla atıyorlardı, bu çabalarını takdire şayan bulsam da derslerine ilgim hiç artmadı. Öğretmeni sevmemle ders arasında pek ilgi de kuramadım. Doğuştan gelen bir şeydi benimkisi. Böyle bir ilgim vardı benim, ailemin bir türlü kabullenemediği.  IQ testine götürdüler, zekam normal çıktı. Psikologa götürdüler, bir problem görülmedi. Kendi hastalarını her bireyin farklı , herkesin farklı bir ilgisi olduğuna Tolstoy, Einstein, Beethoven, Walt Disney, Werner Von Brown gibi kimselerden  örnekler vererek teselli eden anne babam iş kendi çocuklarına gelince en cahil gördükleri kimseler kadar sabit fikirlere sahip olabiliyorlardı.  

Farklı olmak için illa okuldan  atılıp Tolstoy gibi dünyaca ünlü bir yazar olmak mı gerek?  Ya da Einstein gibi 4 yaşında konuşmaya başlayıp yedi yaşında okumayı sökmek mi lazım? Veya fark Werner Van Brown gibi 9. Sınıfta cebir dersinden kalıp sonra insanları öldürmek için bomba geliştirmek mi lazım? Farklılık için illa ünlü olmak, nam salmak mı lazım?  Üstün Zekalı ya da Üstün yetenekli olmak mı lazım. İnsan olmak yetmez mi? Ben ilgi ve yeteneğim doğrultusunda eğitim almalıydım. 

Ailemin ya da öğretmenlerimin benden olmamı istediği mesleklerin hepsine saygı duydum.  Belki, biraz çalışsam o meslekleri de yapabilirdim. Ancak, bu bir sumo güreşçisine yüz metre koşturmak gibi garip olurdu. İşkence dolu yıllar beni beklerdi o zaman. İşte ailemi bunlara inandırınca, çoban olmayı başardım.

Başardım, çünkü başarıda kişinin kendi planları en temel etken. Planlarına ulaştığında başarılı sayılırsın. Planların olacak ki, onlara ulaştığında haz alabilesin. İşte bu yüzden, soygunculuğu başarı kabul ediyorum. Soyguncular, plan yapmadan hiçbir işe girişmezler. Onlarla benim işimin ortak yönü, ikisinin de toplumca istenilmeyen işler olması. Her ikisi de “çaresizlik mesleği”. Soygunculuk her ne kadar iş olarak görülmese de. Her ikisi de  aldıkları onca yıl eğitim sonunda önlerine konulan sınırlı sayıdaki meslek kontenjanlarının dolması sonucu çaresizce buralara yönelenlerin yaptığı iş.

Ben öyle değilim işte. Önüme konulan bütün fırsatları reddederek bu işe başladım. Bütün engelleri aştım. İlgim üzerine ısrar ettim ve bu günlere geldim. Sıkıntılı günlerim de herkes beni kınadı, bana akılsız dediler. Ne zaman biraz para kazandıysam, beni kınayanlar baktım ki “çoban” olmuş. En ufak dalgalanmada bırakıp kaçtılar tabii. Bunları doğal karşılıyorum. Çünkü, onlar hiç sabır, şükür, düşünce eğitimi almadılar. Onların aldığı “nerde para, koş oraya“ eğitimi idi.  

4 Aralık 2012 Salı

En Zor Meslek ...



                                                 
Sizinki değil bir kere.  Bu mesleği icra eden, ne iş yapıyorsun sorusuna “çalışmıyorum abi, …….. ” der ama , en zor meslek  hangisi derken kendi mesleği aklına dahi  gelmez. Meslek bile sayılmaz onların ki…

Eve en çok ” iş” getiren , en çok çalışmak zorunda olan desem,  öğretmenler  valla biz der ama değil.
Mesai mefhumu yok bu işin desem askerler biz, işte bizi anlatacak bu adam derler.
Manevi yönü var desem imamlar haykırır, bizim iş zor.
İnsan hayatını kurtarırlar desem hekimler, şöyle bir kasılırlar.
Tanıdık tanımadık herkese hesap vermek zorunda olunan bir meslek bu desem, Allah bilir kimler kendinden bahsedildiğini  zanneder…

Kısmen haklı olsalar da değil. Önce bu mesleği icra etmeleri lazım.

Bu, meslek dahi sayılmayan MESLEK: Öğrencilik.
Türkiye’de yapılan en zor meslek öğrencilik.

Kısmen herkes eve  iş getiriyor, ama öğrenciler okulda çalıştıkları yetmiyormuş gibi eve “mecburi” iş getiriyor.  Çünkü eğitim bu şekilde işliyor bu ülkede. Öğrencilik, sayısı 1 ile 21 arasında değişen, her biri derslerinin ne denli önemli olduğunu anlatmaya çalışan, buna bazen  kendileri de inanmayan öğretmenlerce anlatılan dersler için , hiç  bir şey anlamasalar da ödev yapmak zorunda kalınan bir meslek… Yetmedi, dershane ödevleri. Gitmiyorsa dershaneye, “sokak baskısına” maruz kalmaktır .

Öğrencilik, bir öğretmenin  “kitap oku” demesi üzerine tam okumaya yeltenirken başka bir öğretmenin “ne yapacaksın kitap okumayı”  üniversite sınavına hazırlan demesiyle dumura uğrayıp, bir öğretmene kitap okuyormuş gibi yapıp diğerine sınava hazırlanıyormuş gibi görünmektir.

Öğrencilik,   mesai mefhumu  olmayan,  7 / 24 bir meslek. Yazı, kışı yok . Bayramı tatili olmamaktır. Günlük hayatın gidilecek her yerinde, yaşanılacak her aktivitede “dersler nasıl, ne olmak istiyorsun, parmaklar gösterilip “bu kaç” vb sorulara muhatap olmaktır.

Öğrencilik, kendisi için cebinde daima “nasihat” taşıyan birilerine sahip olmaktır. Adını bile bilmediği kimselerin fırçasını yemektir öğrencilik. Giydiğine bile kendi kararını verememek, giydikleri yüzünden azarlanmaktır.

Öğrencilik, ana babayla oturup rahat rahat yemek yiyememektir. Kaçak TV izlememektir. Aile içinde bir sohbetin içinde yer alamamak. Konuşsa “aklı pek ermediği “ için susturulmaktır. Öğrencilik, misafirliğe gidememektir. Misafir gelince rahat rahat oturamamaktır. Çalışmak zorunda olmaktır vesselam.

Öğrencilik, sürekli birileriyle kıyaslanmaktır. Oynadığı oyunlarda dahi sınırlanmaktır öğrencilik. Öğrencilik, tatmin olmamış egoların dolum merkezidir.

Öğrencilik, ne iş yapıyorsun sorusuna mahcup bir edayla “çalışmıyorum abi, öğrenciyim” demektir.

İNSAN OLMAK

“En Zor Meslek …” konulu  yazıyı yazmaya karar verdiğimde fikir alma amaçlı Facebook’ta durumumu “En zor meslek …” şeklinde güncelledim.
Gelen üç yorumdan ikisi, herkesin yaptığı işin kendine zor olduğunu anlatırken, bir yorum “insan olmak” diyordu. İnsan olmak, bir meslek midir bilmem ama “iyi insan” olmak iyi öğrencilik yaşamamız lazım. Tabii, bu meslekler için de böyle…

1 Aralık 2012 Cumartesi

Fakirlik ve Önlük




Sen ne güçlü bir şeymişsin be fakirlik!

Adam hırsızlık yapar  sebep sensin
Kaçakçılık yapar sebep sen. Ne yapalım “tek”  geçim kaynağımız denir.
Kadın  hayat kadını olur, senin gözün kör olsun.
Adam kadın pazarlar, ne yapsın başka çare mi var. Fakirlik işte.

Biri siyaset yapar, hesap da sen varsın (!). Dert seni yok etmek (!).
Dershaneleri kaldıralım mı der biri.  Görmüyor musunuz, fakirler var der öbürü.
Biri şu üniformaları kaldıralım, bir renklilik  olsun der, diğeri fakirlik iyice gün yüzüne çıkar olmaz der.

Şimdi, bu fakir der ki: Beyler,  fakirlik kaleniz düşmek üzere. Ardına saklananları kamufle edemez halde ...


Önlük

Fakirlikten de güçlüymüş.
1930 Fransız solunun sınıf farkını bir nebze kapamak için icat ettiği önlük.
Türkiye’ye gelmek için altı yıl bekler.
1936’dan bu güne nice yoklukları örttü (!) , kim bilir.

Bu gün biri ben bu önlüğü kaldırıyorum arkadaş dedi. Diğeri, yapma yoksulluk belli olur dedi.

Ben üniformayı kaldırmak isteyen olsam:
Madem, bu iş bu kadar kolay.  “Alın herkese bir önlük, kapansın bütün yokluk”,  derim.

Tam mesele kapandı derken,
Diğeri ” hop ,  mesele bu kadar basit mi önlük, disiplini , otoriteyi  de sağlar. Önlük olmasa, bu çocukları bu kadar saygılı (!) yapamazdık. “

Biz, bu hamleyle, önlük  kalkmasın mı acaba diye düşünürken, bambaşka biri “önlük  kalksın”  arkadaş. Önlük doğru disiplini sağlıyor,  madem kalkacak disiplin de sağlanamayacak, o zaman okulların da bir anlamı kalmıyor.  Ancak,  malum  “eğitim şart” çocukları mutlaka eğitmemiz lazım. “Okullar kapansın, dershaneler kalsın” der.

Önlüğe “güçlü” demiştim.
Az demişim, sayesinde bu ülkede fakirleri düşünenler olduğunu ( !) öğrendik. Bir de herkesin bir hesabı olduğunu öğrendik.

Sahi,  bizim hesabımız ne?

26 Kasım 2012 Pazartesi

Çıkar İlişkimiz Kayıp: Hükümsüzdür



Müstahdemin adı ne?

Beş yıldır bu okulda öğrencisiniz, beş yıldır sınıflarınızı temizleyen benim her sabah kapıda gördüğüm müstahdem bir hanım var. Adı soyadı burada yazıyor, soyadını yazmanıza gerek yok,  müstahdemin adını yazınız?

Bu soru, iletişim  dersi sınavında Ahmet Şefik İzgören tarafından son sınıf öğrencilerine sorulur. Öğrencilerin hiç biri 50 puan değerindeki bu soruyu bilemez fakat öğrencilerden bir tanesi, ben nasıl bir adammışım ki diye başlayan çıkar ilişkim olmayan kimseyi tanımıyormuşum diye biten bir yazı yazar.
Öğrenci, öğretmenlerimin adını biliyorum  çünkü çıkar ilişkim var, kızların adını biliyorum çünkü çıkar ilişkim var gibi örneklerle de belki de o an utandığı çıkarcı ruh halini anlatır.

Ahmet hoca, vermek istediği mesajı alan bu öğrenciye tam puan verir.
Bu arada okulda hazırlık, 1. , 2. sınıf ne kadar öğrenci varsa müstahdemin adını öğrenir.

Sosyal paylaşım sitesi Facebook’ta rastladığım  bu videoyu ilk  izlediğimde Ahmet hocayı –belki anlattıkları kurgu olsa da - uzaktan uzağa tebrik etmiş, hatta hoca dediğin böyle olur işte diyerek bu videoyu paylaşmıştım. Ancak, yaşadığım şu ilginç olay meseleye daha da geniş bir perspektiften bakmam gerektiğini gösterdi.

Yol üzerinde el kaldıran iki çocuğu arabama aldım. Selamlaşma ve tanışma faslından sonra çocuklara toplumsal adet üzere okuyup okumadıklarını, kaça gittiklerini sordum. Biri lise mezunu olduğunu söyledi, diğeri ilk öğretim 8. sınıfa gittiğini söyledi. Lise mezunu gence birkaç soru sorduktan sonra , muhabbet 8. sınıf öğrencisi üzerine yoğunlaştı.

İngilizce öğretmenini sordum, “bilmiyorum” dedi.
Matematik öğretmeni sordum, “bilmiyorum” dedi.
Türkçe öğretmeni sordum, “bilmiyorum” dedi.

Hangi öğretmenini tanıyorsun dedim. “Hiç birini” dedi.
Nedenini sorduğumda, “sevmiyorum” dedi.
Hiç birini mi dedim, “evet” dedi.
Niçin dedim. “Artistlik yapıyorlar, kendilerini beğenmişler” dedi. Yolculuğumuz bittiğinde çocuğun problemli olduğunu düşünürken, bir yandan da için için artistlik yapan öğretmenlere kızıyordum.

Ertesi gün okula gittiğimde ilk dersimde “ benim adımı bilmeyenler el kaldırsın” dedim. Sınıfta 10 -12 öğrenci el kaldırdı. Bu öğrencilere dersimi sevip sevmediklerini sordum, tamamı sevdiklerini söyledi. Dersimizin eğlenceli geçtiğini ilettiler. Peki dedim, sizi güldüren, eğlendiren bu adamın adını hiç merak etmiyor musunuz, ya da bana kızdığınızda beni bir yere şikayet edecek olsanız beni kim diye şikayet edeceksiniz diye sordum. Yanıt yok tabii.

Başka bir sınıfta ad ve soyadlarıyla hitap ettiğim iki öğrencime “benim adım ne “ diye sordum, çocuklar bilmediklerini söylediler. İki aydır derslerine girdiğim öğrencilerimin adımı bilmemesini yadırgamıştım.

Hem de ben onların yarıdan fazlasının adını öğrenmiş ve onlara ad ve soyadlarıyla hitap ederken…
Öyle havalı, artist bir yanım da yokken…

Başka arkadaşlara sordum onlar da denediler, durum benimkinden çok farklı değil.

Hatta, bir öğretmen arkadaşımın üç yıldır dersine girdiği öğrencisinin, velisine kendisinden bahsederken dersime giriyor ama öğretmenimin adını bilmiyorum dediğini anlatması şaşkınlığımı artırdı.

Ahmet Şefik hocanın bu durumu nasıl değerlendireceğini merak ederken, yazımı bir soruyla sonlandırıyorum.

Çıkar ilişkisinin bile kaybolduğu eğitim öğretimde öğretmenin adını bilmeyen, belki dersin adını bilmeyen bireylere öğretmen dersini nasıl anlatabilir?






14 Kasım 2012 Çarşamba

Dershanecilik ve Bağcı



Çetrefilli bir iş bu. Dershaneleri kaldırmak isteyenlerin, onları  kaldırdıktan sonra ne yapacaklarına dair bize ulaşan net bir planı yok. Dershanelerin kaldırılmasını istemeyenlerse her gün neden kaldırılmasını istemediklerine dair yeni bir gerekçe buluyorlar ve söylüyorlar.  İkincisinden başlayalım.

-Eğer dershaneler kalkarsa yerine gelecek sistemin adaletli olmayacağı kaygısını taşıyanlar,
-Zengin ile fakir arasında rekabetin imkansız hale geleceğini iddia edenler,
-Özel okulların maliyetinin fazla olacağını savunanlar,
-Bakın 1000 küsür öğrenci üzerinde araştırma yaptık çocuklar dershaneler kalkmasın diyor diyenler,
- Dershaneler olmasa fedakar insanlarla tanışamayacaklarını söyleyenler,
- Hatta işi ileri götürüp dershaneler olmasa  Uğur Dündar’ı  hala adam bilecektik diyenler bile var.

 Daha bir dizi gerekçenin içinden seçtiğim cümlelere bakarak dershane destekçilerinin “biz zaten üzüm diyelim demiyoruz,  bağcı en iyi bu şekilde dövülüyor” mesajından öte bir şey vermediğini söylemem hiç de zor değil. Dershanelerin tam olarak ne yaptığını  öğrenmek isteyenler X dershanesini Y dershanesinden sorsunlar da “Onların yaptığı da eğitim mi” diye başlayan cümleler, küçümsemeler, hakaretler hatta iftiralara varan sözleri duysunlar ve bir karara varsınlar dedikten sonra analize  başlayalım.

Belli ki sınavların kaldırılacağı hesaba katılarak duyulan bir kaygı var. Buna göre sınavlar kalkarsa adaletli olunamaz. Adam kayırma, hırsızlık, rüşvet,haksızlığın oluşacağına dair derin düşünceler. Evet bunlar olacaksa, tabii ki sınavlar kalkmasın derim, ancak kim bana 1.700.000 çocuğu aynı sınava sokmanın adil olduğunu söyleyebilir? Matematiğin M’sini bilmeyen çocukla, matematik dahisi olabilecek  çocuğa yapılan bu muamelede birinden bir şeyler çalınmıyor mu? Dershaneler, eğitimin topluma sunduğu hırsız, arsız bireyleri ıslah için ne yapmış. Yoksa, kaygı duydukları adaletsizlik yapıcılar ithal mi edilecek?

Fakirlikle ilgili görüşlerimi “Çocuklarımızı illa eleyeceksek, kura çekelim! “ isimli yazımda belirtmiştim. Eğitimde maliyet hesabı yapılmaz, yapılmamalı. Eğer maliyetten  kaçarsak, iyi insanları, üstün ahlaklı kimseleri yetiştirmek  sözde kalır. Özel okullar iyi insanları yetiştirebilecekse ekonomi hesapları yapmak ne denli doğru?

Dershaneler içinde doğmuş bir öğrenciye  böyle bir soru sormak, annen, baban yaşasınlar mı demeye benziyor. Eğitim denilince aklına “okul ve dershaneden” başka bir şey gelmeyen öğrenciden ne bekliyoruz?.  Belki, ana baba ile ilgili  soru sorulsa yaklaşık aynı sonuç çıkar. MAALESEF.

Fedakar insanları tanımak, onlarla tanışmak elbette güzel. Bu gün dershane öğretmenleri, test hazırlayanlar harıl harıl  çalışmanın içinde. Bunu kimse inkar etmiyor. Ancak, bu çalışma 1 doğru ve 4 yanlış üzerine kuruluysa, bunu sorgulamak gerekmez mi? Ayrıca,  onların yetiştirdiği biri,  iyiliği kötülüğü ancak kendini bağlayacak birine –Uğur Dündar-  dershanelerin meşruiyetini savunmak için adam değil diyebiliyorsa, birinin ardından konuşabiliyorsa onların durumu bal yapmayan arı misalidir.

Birincisine gelince, eğitim adına onlara iki önerim var:

1.Dershaneler deneyhaneye dönüştürülsün.
2. Sokak eğitimi yaygınlaştırılsın.

Tabii, amaç üzüm yemekse.

10 Kasım 2012 Cumartesi

İyilerin Savaşı




Bu savaş dünyaya yön veren bir savaş. Hem de iyilik adıyla. Hemen her gün dünyadaki her hangi bir kötülüğe karşı  iyiler tarafından bir mücadele başlatılır. Planlar, Projeler havalarda uçuşur. Kulüpler, dernekler kurulur. Makaleler yazılır.

Bakalım etrafımıza “Savaşa Hayır”, “Açlığa, Yoksulluğa Son”,  “Dumansız Hava Sahası”, “Şiddete Hayır”, “Küfürsüz Hava Sahası” gibi sloganlar, projelerden geçilmiyor. Yeşilay, Kızılay gibi dernekler gönüllülerle beraber sürekli mücadele veriyor. Devlet, hep işin içinde nerede bir iyilik ben orada olmalıyım düsturuyla adeta bütün imkanlarını seferber etmekte. Peki, neden kötülükler bitmez, neden her gün yeni formatıyla yüz yüzeyiz kötülüğün?

Bunu iki şekilde açıklamak mümkün. Birincisi “amaçta bütünlük” sağlanamamakta. İyi işlerin o kadar çok taliplisi vardır ki bir türlü amaç bütünlüğü sağlanamaz. Kimi, milli,dini hissiyatları için savaşırken, kimi kişisel sebepler ( bir yakınını kaybetmiş olabilir)  ya da benlik duygularıyla orada yer almaktadır. Sonraki grup, kötülükle mücadelede gelinen safhadan ziyade kendilerinin bu savaşta ne kazandıklarını hesap ederken süreç sekteye uğramaktadır. Fikir babalığı iddiaları, “falanca makalede bana ait olan cümleler benden izinsiz kullanılmış” gibi kısır tartışmalar iyilik içinde yeni bir “kötülüğün” fitilini ateşleyebilmektedir. Bu yüzden totalde  iyilerden oluşan gruplardan bile iyi işler çıkmamaktadır.

İkincisi, ölçütte bütünlüğün sağlanamaması. Birincisiyle, paralel olan bu sorun, kötülükte hangi sınırlarda mücadele edileceğinde bir bütünlük olmaması ile ilgilidir. Somut örneklerle açıklayacak olursak, biri alkolün kökünden kazınmasını isterken diğeri rafta kalıp doğum günü, düğün gibi özel günlerde kullanılmasından yana. Sigara da kimi, tamamen yok edilmesini isterken, kimi kaçak içmemeyi bir gurur meselesi sayabilmektedir.  Devlet de, işler çok daha garip. Devletin bazı kurumları insanları kötülüklerden alıkoymak için milyonları harcarken, bazı kurumlar kötülüğü bizzat kendi elleriyle üretmekte, kötülüğün yayılmasını kolaylaştırıcı mekanların açılmasına ruhsat vermektedir.

Demem o ki, iyiler kötülüklerle savaşıyor. Ancak, bu kör dövüşünden  öte bir şey değil. Sistemsiz, plansız, bütünsellikten uzak mücadeleler arpa boyundan öte yol aldırmıyor. Bunun için “kötü” kriterinin belirlenmesinde delilleri sağlam çalışmalar yapılıp, bütün unsurların içinde yer aldığı bir mücadele sergilenmeli. Örneğin, devlet sigara ile mücadele edecekse, bir kurum başka kurumun işini değersiz kılmamalı. Devlet, her yerde “Dumansız Hava Sahası “ derken devletin memuru sigara içmemeli, hatta devlet radikal bir kararla sigara içeni memur yapmamalı.  Belki, o zaman mücadelede samimiyetimizi ortaya koyabiliriz, belki o zaman“iyi” olabiliriz.


6 Kasım 2012 Salı

TV 4


TV 4

“Her gün korkak yaşamaktansa bir gün cesur ölmeyi tercih ederim.” Bu sözü, torunlarıyla konuşurken dilinden hiç düşürmeyen Reşit dede, askere duyulan korkunun azalmaya başladığı sıralarda köye gelen bir uzman çavuş tarafından fena korkutulur. Darbe döneminin etkilerinden sonra halkla kaynaşma maksatlı mıdır bilinmez, dedeye selamun aleyküm diye selam veren uzman çavuş selamına beklediği yanıtı alamayınca, dedeye selam böyle mi alınır diye sitem eder. Asker korkusu henüz sönmeyen dede,  eve gider ve yorganının altına girer ve kara düşüncelere dalar, korkudan tir tir titrer. Tabii, torunlarının hemen hiç biri bu durumdan haberdar değildir, onlar dedelerini hep cesur bilirler.  Reşit dede, şu TV’deki  asker görüntüsünden kaçan çocuğun da dedesidir.  TV köylülerin dünyasına yeni korkular getirir.

Bu korkulardan biri haberleri kaçırma korkusu.  Ahmet  dede bugünleri hiç göremeden ebedi hayatına ulaşır. “Lafı dine, lafı dine” diye sohbetiyle etrafını şenlendiren Yusuf dayı, bu sefer TV karşısında haberleri heyecanla takip eder, hafif bir gürültüde “dur, dur” demekten başka bir şey demez, ne kendi konuşur, ne de başkalarını konuşturur. Fakı Mehmet dede ile Durdu Mehmet amca artık yalan sohbetleri için buluşmaz. Bir araya geldiklerinde, yaptıkları şey yalnızca TV seyretmek ve kuru, yavan bir iki söz konuşmak olur. Yalnız kaldıklarında yine TV izler, öyle bağımlı hale gelirler ki  TV açık halde uyurlar. Yoksa uykuları gelmez.  


Haberlerde duyulan şiddet, cinayet, taciz, çocuk kaçırma, kapkaç, hırsızlık gibi olaylar köyde güven korkusu oluşturmaya başlar. Gece gündüz demeden hayvanların peşinde korkusuzca çalışan, okula gitmek için kilometreler tepen, kendi oyuncaklarını kendi yapan neslin yerinde yeller esmeye başlar. Herkesi bir korku sarar. Büyükler sanki başka bir yere taşınmış, köylerini hiç bilmiyormuş gibi davranmaya başlar. Zihinlerinde sürekli bir korku. Onların yaşadıkları haliyle çocuklara yansır. Bütün işleri kendileri yapmaya başlar. Çocuklar ise gelecek korkusuyla okullara yollanır. Okusun adam olsun, daha doğrusu devlet memuru olsun denilir.

Okul servisleri çocukları evlerinin önünden alıp okula bırakır. Bu çocukları, kendilerinin servisle giderken zorlandıkları yolu, ana- babalarının her gün yürüdüğüne inandırmak deveye hendek atlatmaktan daha zordur. Onlar bırakın 4 km yürümeyi  özgürce çıkıp evlerinin önünde oyun oynayamaz hale gelir. Daima ana baba denetiminde. Oyunlar, oyuncaklar hep TV’dekilere ait. Okuyan okur ama okumayan için aslı sıkıntı başlar.

Hanımlarda dizi kaçırma korkusu başta yemek yanması, bağ bahçe işlerinin aksamasına sebep olsa da, ilerleyen yıllarda  mutfağa alınan TV’ler bu işe çözüm olur. Ninelerin bereketi kaçar diye namaz kıldıkları mutfaklarda pop şarkılar çalınır, göbekler atılır. Rachel, Isamar, Yalan Rüzgarı, Hayat Ağacı gibi diziler köylü üzerindeki etkisini göstermeye başlar. Dizilerdeki, dedikodu, aldatma, boşanma,  özgürlük (!) gibi kavramlar titizlikle işlenir ve sonuçları da alınır.


Bu gün köyde asker korkusu rafa kalkmış. Hatta asker güvenilen tek unsur haline gelmiş durumda. Ancak, TV, haber, dizi, sanat, oyun adı altında öyle bir korku salmaya devam ediyor ki, köylü korkusuz bir gün geçirmiyor, -Reşit dedenin sözünün aksine- her günü korkak yaşamakta.  

Şimdi, merak etmeden geçemiyorum acaba o çocuk TV’den mi yoksa askerden mi kaçtı diye.
Yoksa  asıl darbeci, iki saf harften oluşan TV mi?

Son 

30 Ekim 2012 Salı

... ve Rıza Şırnak'ta Görülür...




- Adamın babası ölmüş, bir varıp gelelim el alem ne der sonra!
-Bol kıyafetler içinde kendimi rahatsız hissediyorum. Kılık kıyafetim biraz modaya uygun olsun.
- Düğünleri pek sevmem ama yine de bir görünelim ayıp olur.
-Adam hastaymış, bir ziyaret edelim sonra gelmedin diye laf eder .
-Durumum yok ama Kurban keseceğim. El yerken biz onlara bakalım, olmaz öyle!

Giyimde kuşamda şekil…
Yemede içmede kıyas…
Ziyaretler bir garip…
Bırakın bunları, düğümüz, cenazemiz hatta ibadetimiz bile el gördülük diye dertlenirken, “Rıza” yı ararken kendi kendime,  imdada bir dostum yetişti.

Selamlaştıktan sonra yorgun göründüğünü söylediğim bu dostum  birkaç sorumun üzerine “Bayram”da Şırnak’a gittiğini söyledi. Ben sordukça o yeni şeyler söyledi. Oraya birlikte gittiği tanıdığım başka arkadaşların da ismini ekledi. İki oğlunu da yanında götürdüğünü söyledi.” Kardeş Aile” projesi dedi.

Bizler, sıcak evlerimizde Bayram keyfi sürerken, bu dostum ve diğer arkadaşlarım Osmaniye Kadirli’den kalkıp Şırnak’a git gel  yaklaşık 20 saatlik, 1364 km lik bir yolculuk yaparlar. Meseleye sadece mesafe, saat açısından bakacak olursak yanılırız. Bölgenin ne denli tehlikeli olduğunu bilmeyenimiz yok. Bu “gönül adamı” yanında iki de oğlunu götürüyor.

Belki, bir yüreğe bahar getirebiliriz umudu ile.
Belki, Türk ile Kürt’ün zedelenen ilişkilerini onarabiliriz diye.

Ben, ve Rıza öldü diye kaygılanırken…
Rıza’nın icabında kalkıp  Şırnak’a gitmek olduğunu gösteren arkadaşlarımdan razı ol, Yarab!


21 Ekim 2012 Pazar

TV 3


TV 3

Nasıl korkmasınlar ki, yaklaşık  yirmi sene önce koca başbakanı  asmıştı korktukları.  Döneminde biraz olsun rahat buldukları merhumu rahmetle yad ederdi köylü.  Ancak, kendileri birebir bu korkuyla ilçeye atanan askeri kaymakamın köyü ziyaretinde karşılaşmışlardı.

Bu ziyaret sırasında  Kuru Mahmut Musa ile Bombili Mahmut dede okul yukarı mahalleye mi  yapılsın yoksa aşağı mahalleye mi diye tartışırlarken kaymakam ikisinin kafasını tutar ve koyun gibi tokuşturur. Ortam biz buz gibi olur, kimilerinin yıllarca güldüğü bu anı onların bilinçaltına korkuyu yerleştirmiştir. Belki, bu yüzden asker köydeki herhangi bir dava için geldiğinde köylünün sırtına binmeye başlar. Mecaz değil. Arabanın gitmediği yerde asker basbayağı köylünün sırtına biner, kaç metre gitse onu kar sayardı.

Bu arada sağ sol kavgası başka yerlerde kardeşi kardeşe öldürtme aşamasına ulaşır ve 12 Eylül darbesi yapılır. Köylü  darbeyi yine radyodan duyar.  Sıkı yönetim süreci köyde pek bir fark oluşturmaz. Onlar için korkulan yine aynıdır. Tek korkuları askerdir. Bir yerde asker görünce kaçacak delik ararlardı. Yan köyde ortaokul açılmış köyün çocukları dört kilometrelik yolu korkusuzca gidip gelebilirdi ama bir çocuk muziplikle “asker, asker geliyor dese” hepsi yoldan çıkar,  bir yerlere saklanırdı. Bu korku öyle anlatılırdı ki, çocuklar kaçtıklarından belki bir çok çocuk askeri ilk defa o “gutu” da gördü.  

Gutu ilçeye gelmişti. İlçede akrabaları olanlar görme şansına / şansızlığına sahip oluyordu. Artık köyden ilçeye minibüs çalışıyordu. Köyün minibüsleri çok erken saatte ilçede olur, köylüler soluğu akrabalarının yanında alırdı. Televizon (Televizyon) dedikleri o gutuyu merakla açarlardı. O zaman tek kanal olan TRT yayına 07:00 ‘de askerlerin yaptığı İstiklal Marşı töreniyle başlardı.

1985 ya da 1986’nın bir sabahı , büyüğü 1977,  küçüğü 1981 doğumlu iki kardeş ilçedeki amcalarının evine gittiler, büyük  televizyonu açtı. TRT henüz yayına başlamamıştı, ekranda saati gösteren bir siyah beyaz görüntü vardı, çocuklar o görüntüye bakarken saat 07:00 olur. Askerin ekranda görünmesiyle beraber büyük çocuk “Allah, asker diye” iki üç adım geriye kaçar. Küçük şaşırır şaşırmaya, bir süre abisiyle dalga geçer ama işin derinliğini anlaması ve yorumlayabilmesi yıllarını alır.  Yıllar önce nineleri tarafından dillendirilen “gutudan” konuşacak adamı göremeden malum korkuyu yaşamak çocuklara televizyon merakından bir şey kaybettirmez. Köyde yılbaşı akşamlarını ilçede geçirmek gibi bir hava atma durumu dahi oluşur.

Televizyon köyde ilk kez öğretmenin evinde görülür. Ardından birkaç köylü daha alır ancak yansıtıcı (verici) olmadığı için “gutular” ambalajlarında kalırlar. Sonra, komşu köyle ortaklaşa bir yansıtıcı konulur.  Ancak, yansıtıcıyı bir köye çevirsen diğeri izleyemez. Üstelik köyün  dağlık yapısı olduğundan, diğer köy hesaba katılmasa bile net izleyebilmek için iki, üç farklı yöne çevirmek gerekmektedir. Televizyonun çektiği tarafta, televizyonlu evlerde adeta sinema atmosferi oluşurdu. Televizyondakilerin kendilerini görüp görmediklerini anlamak için  kendilerince bir takım deneyler yapan, kadın, erkek, çocuklar bir evde toplanır, sessizce televizyon izlerler, hep beraber gülerlerdi, hep beraber öfkelenirlerdi. Gülme televizyon yayınından, öfkelenme de görüntünün gitmesinden kaynaklanırdı. Bu görüntü işi ile genelde gençler ilgilenirdi.

Karlı bir yılbaşı gecesi bu gençler sabaha kadar vericinin yönünü değiştirmekle uğraştılar, hepsi de çok istedikleri “ dansöz”ü göremeden yeni yıla girmişlerdi. Dansözler modaydı o dönemde. Sırf onun için gençler iki kilometre yokuş tırmanıp geri geliyorlardı, hem de defalarca.

Televizyon geldiği günlerde, köylünün hayatına bir renk katmıştı. Tekin Akmansoy’un “Emret Muhtarım” dizisi büyüklerin favorisi olurken, çocuklar çizgi filmleri tercih ediyorlardı. Haberler, hava durumu,  spor, müzik programları  hemen her yaştan izleyici bulabiliyordu.  Haliyle günlük yaşantıda televizyonun izlerini görmek mümkündü.

Daha önce maçları, radyodan dinleyen gençler, stadyumu ilk kez televizyonda görmüşlerdi. Televizyondaki gol tekrarlarını kendi maçlarında yapmaya çalışıyorlardı. Birkaç deneme, aynı gol görüntüsü vermeyince bu işin televizyona has bir şey olduğunu anlayabiliyorlardı. Bu köyden, ilk kez stada gidenler canlı göremedikleri bir golün görüntüsünü televizyondaki gibi beklediler. Tabii, nafile. Eskiden, kadın erkek ayrı yerlerde yapılan düğünler, şimdi karışık yapılmaya başladı. Aynı televizyondaki gibi danslar ediliyor, halaylar çekiliyordu. Dansözler gibi göbek atılıyordu, hatta Michael Jackson figürleri bile görünmeye başlamıştı köyde. Hayli, komikti tabii.

Televizyon çocukların, oyuncak kültürünü de değiştirmeye başladı. Rol paylaşımları televizyondan alınıyor “dışınnn, dışınnn” diye silahçılık oyunları oynanıyordu. Bu arada, hemen hemen televizyonun köye gelişiyle paralel kara lastik ayakkabının icadı, çocukları ayakkabının topuğundan araba tekerleri yapmak gibi zekice bir buluşa ulaştırmıştı. Yağ tenekeleri  ise arabanın gövde kısmını oluşturuyordu. Çocuklar, yine kendi yaptıkları arabalara saman doldurup onları taşıyorlardı. Bilye (satın alma cam bilyeler), çelik- çomak, parti, beş taş, ayakkabı kapmaç (kapmaca) gibi oyunlar hala oynanıyordu. Sabah evden,  çocuk akşama kadar köyün tadını çıkarıyordu.  Çocukların oyuncakları  sayılacak at, öküz, katır yerini giderek kamyona, traktöre bırakıyordu.

Bu arada köyde hiç yaşanmayan bir olay yaşanır. Televizyonda, teröristlerin yolcu otobüslerinin yolunu kestiğini duyan birkaç genç yan köyün minibüslerinin önünü keserler. Bu olay içlerinden birine ömür boyu kullanacağı bir lakap kazandırır. Terörist Mehmet. Belki dünyanın en saf adamlarından biri olan Mehmet abiye hiç yakışmasa da lakap takılmıştır bir kere. Televizyon, etkisini derinleştirmeye başlamıştı. Köyde, askere güvenilmeye başlanırken başka korkular gün yüzüne çıkıyordu.  


Devam edecek.



17 Ekim 2012 Çarşamba

Zihniyet Gitsin


Rahat kelimesini bir tek tören alanlarında sevmeyiz. Bunu haricinde nerede bir rahat görsek koşarız. “Bizim iş rahat, akşama kadar yatıyoruz,  iyi de para veriyorlar,  hoca sıkmıyor rahat geçersin bu dersten, antremanlar rahat” gibi cümleleri hepimiz ağzımız kulaklarımızda dinliyoruz.

Mola, istirahat, teneffüs denildiğinde gözlerimiz yerinden fırlarcasına seviniyor, ders, antrenman, çalışma biraz uzasa çıldırıyoruz. Molayı uzatmak için türlü bahanelere sığınıyoruz.

İstikameti “ yatış” olan bir kitle olduk.
Hobileriniz nedir sorusuna utanmasak “sıkıyı görünce kaçarım” diyeceğiz.
Artı k tıpkı Vefa gibi, “ Emek” de bir semt adı bizim için.

Dimyata pirince giderken  evdeki bulgurdan olmak, bizde herkese her şeyi öğretme çabası.
Çocuk resim çizsin, şarkı söylesin, matematiği bilsin, genel kültürü olsun, hayvanları sevsin.  Bir de top oynasın, memur olmazsa futbolcu olsun.

İşin garibi, sonuca da tahammülüz yok.
Bütün yenilgilere, başarısızlıklara  isyan ediyoruz.  Allah aşkına neye şaşıyoruz!

Biz yatalım, ithal ederiz ne de olsa.
İthalin en son noktası, kendi insanımız. Almanya , İngiltere vs. yetiştirsin, kendileri  beğenmezse biz alır oynatırız, Gurbet çocuklarını.
 Ne yardan geçiyoruz, ne de serden.
Hem rahatı seveceğiz, hem de başarıyı.

Göndere göndere adam kalmadı memlekette şimdi anket düzenlenir yakında: Avcı gitsin mi, kalsın  mı? Macaristan’a da kaybedilmez ki (!) be kardeşim.
Dünyanın emeğini verdik (!),  daha 5 yaşından itibaren futbolcu yetiştiriyoruz (!).  Çocukların kafasında sınav kaygısı da yok(!)
Hayret ki, ne hayret!

Beyler ! Affınıza sığınarak bir hatırlatma yapacağım. Futbol 11’ e -11 oynanır.
Türkiye Macaristan’a  yenilmedi yani.

Üretim denince aklıma bir şey geliyor o da laf: Bir şey de ben diyeyim.  Bizim köyden, 8 - 10 yaşlarında YETENEKLİ 20 çocuğu alayım bu tembellik  “zihniyetinin” Milli Takımını 10 sene içerisinde yenerim.  Ufak at demeyin, lütfen.

 Şimdi kim gitsin?
A)     Abdullah AVCI
B)      Zihniyet
C)      Federasyon
D)     Gençlik ve Spor Bakanlığı
E)      Hepsi

Dileyen başlığa bakabilir.  Kopya sayılmaz değil mi!

14 Ekim 2012 Pazar

Çocuklarımızı illa eleyeceksek, kura çekelim!


Çocuklarımızı illa eleyeceksek, kura çekelim!

Dershaneciler, dershane sisteminin kaldırılacağını duyar duymaz varlıklarının kendilerince haklı yanlarını sıralamaya başladılar.

Buna göre;
-          Dershaneler,  fakir (1) öğrencilerin  iyi üniversiteler  (2) kazanmaları için bir fırsat.
-          Sınav odaklı eğitim sisteminin olmazsa olmazı, yani başka türlü eleme yapmayız.
-          Yaklaşık 100000 kişi evine ekmek götürüyor.

Öncelikle, özel de  dershaneci dost ve arkadaşlarımı genelde bütün dershanecileri saygıyla selamlıyor,  kendilerince haklı oldukları meseleye bir de aşağıdaki bilgiler açısından bakmalarını tavsiye ediyorum.

      -Dershaneleri, öğrencilerin ekonomik durumundan çok, zeka durumu yani  test sisteminde başarılı olup olmadıkları ilgilendiriyor. Bu yüzden, bir çok yerde Fen lisesi öğrencileri zengin fakir ayırt edilmeksizin dershanelere ücretsiz ya da cüzi bir ücretle gidiyor. Diğer okulların çocukları, zengin fakir ayırt edilmeden yaklaşık aynı ücretlerle dershane hizmeti alabiliyor. Hatta, fakirler “hangi dershaneye gidiyorsun”  gibi sorular yüzünden baskı altında kalıp çocuklarını dişinden tırnağından artırarak  dershaneye yolluyor. Kişisel olarak meselenin zengin fakir  meselesi (3) yapılmasına karşı olduğumu  -zenginlerin de bu ülkenin vatandaşları olduğunu – belirterek bu bölümü kapatırken dershanecilere aidatı ödeyemeyen fakirlere halen  icra (4) yollayıp yollamadıklarını soruyorum.

      -Dershanelerin sınav odaklı eğitim sisteminin ürünü olduğunu bilinen bir gerçek. Sınavlar kalksa dershanelerin hemen kendilerini sınavsız eğitim sistemine uyarlayacakları düşüncesindeyim.  Ancak, mevcut halde illa da eleme yapacağız diye öğrencileri yıllarca 3 veya 4 yanlış 1 doğru (nadiren tam tersi) bir sistemle yetiştirmek zorunda mıyız? Bu sistemle, çocuklara doğrudan çok yanlışı göstermiş olmuyor muyuz? Dershanelerin  eğitim yapmadığı dershanecilerin dahi kabul ettiği bir durum. Peki dershaneler, öğretim yapıyor mu? Yapıyorsa, öğretilen bu bilgiler hayatın neresinde kullanılıyor? Sadece, sınav –yani- eleme için mi? İlla eleyeceksek kura çekelim, hepsi bizim çocuklarımız değil mi!

-İnsanların geçimlerini temin etmeleri  elbet son derece önemli ancak “ ne yapalım geçim derdi” savunması hemen herkes tarafından yapılıyor. (Bu cümleyi açmama gerek var mı?) Bu gün dershanelerin 100000 civarı kimseye istihdam sağladığı doğrudur. Ancak, bu demek değil ki burada çalışan kimseler keyiften çalışıyor. Kimi bedava, kimi asgari ücretle çalışarak hayata tutunmaya çalışıyor. Burada parayı kazanan aralarında eğitimle uzaktan yakından alakası olmayan kimselerinde bulunduğu dershane sahipleri  ya da nadir de olsa oldukça fazla tutulan dershaneler ve öğretmenler.  Dershanelerin, ekonomiye katkısını ciddi bir mali denetim ortaya çıkaracaktır.

Bu gün dershaneler var diye üniversitelerde tek bir  kontenjan dahi artmıyor. 100000 kişi istediği kadar çalışsın, öğrencilerin tamamı tam puan alsın yine de üniversiteye yerleşeceklerin sayısı sınırlı. Dershane olsa da olmasa da üniversiteye gideceklerin sayısı değişmez. Dershaneler, ancak isimleri , net sayılarını değiştirebilir. Bu da ülkemize toplumsal ve bilimsel yönden hiçbir şey katmaz.

(1)    Üniversitelere akademisyen alınırken bile gariban, fakir edebiyatı yapılmakta.

(2)    Birinci madde ile bağlantı kuralım. 

(3)    Zengin hak etmişse, liyakatı varsa neden yapmasın. Hem bu zihniyet daima birilerinin  fakir kalmasına sebep olacaktır.


(4)    Bir fakir çocuğu olarak 1998 yılının Eylül ayında bir Dershaneye %50 indirimle 50 milyon liraya kaydoldum. Kayıt esnasında 30 lirayı ödedim.  Yaklaşık 30 km uzaklıktan servisle gelmenin yorucu olmasından ve uykuya düşkünlüğümden dolayı dershaneden bir ay içerisinde ayrılmak durumunda kaldım. Dershaneye dair hatırladıklarım:  Girdiğim iki denemeden birinde sınıf 4.sü oldum diğerinde kitapçık türünü yanlış kodladığım için sonuç berbattı tabii. Öğretmenlerden sadece “takmayın kafanıza kır çiçeklerinden başkasını” diyen coğrafya öğretmenini ve dershane ortaklarından çok hızlı konuşan tarih öğretmenini hatırlıyorum. İki öğretmenin de derslerine dair hiçbir şey hatırlamıyorum. Dershaneden ayrılmayı kafama koyduğumda okuldan sınıf arkadaşım yerime devam edebileceğini söyledi.  Arkadaşla birlikte gittik durumu  tarih öğretmeniyle konuştuk. Ayrılmamda bir sakınca olmadığını söyledi. Ben ayrıldıktan iki hafta sonra yerime başlayan arkadaşı dershaneden attılar. Kayıt tabii benim üzerime. 1999 Ağustos ayında evime 20 milyonluk icra kağıdı geldi. Dershaneye gittim, durumu anlattım. Kimse yardımcı olmadı, avukata yönlendirdiler. Avukata kuzu kuzu 22, 5 milyon ödedim . Dershane üniversite kazandırdıklarının (!)  arasına adımı eklemeyi ihmal etmemiş. 

8 Ekim 2012 Pazartesi

TV 2


Bahsi geçen araçların tamamı köyün girişine kadar hizmet verebiliyordu.  Bu arabalarla ilgili ilginç durumlardan biri onların “at ya da öküz” arabalarından önce köye gelmesiydi. Daha doğrusu bu köyde hiç at, öküz arabası görünmedi. Çünkü, arazi şartları buna el vermiyordu. At, eşek, katır yük taşımacılığı için kullanılırken, çift sürmede öküz ve at tercih ediliyordu. Hemen her evde bu hayvanlardan birini bulmak mümkündü. Dolayısıyla bu köyün çocukları daha  yürür yürümez bunların peşine düşüyordu.

Bu çocuklar için hayvanlar adeta oyuncak gibiydi. Öyle ki, yüklü getirdikleri hayvanlara dönüşte binerek giderlerdi. Binmek için çoğu zaman yüksekçe taşları ve duvarları kullanırlardı. Başka oyuncakları da vardı, çam kabuklarından araba yaparlardı. “Benim ki son model aslanım” derlerdi birbirlerine. Onca emekle yaptıkları arabalarını çarpışan araba oynayarak kırmaları ancak çocuk olmaları ile açıklanabilirdi.  Taştan bilye yapmak onların başka bir maharetiydi. Oynarken kavga etmeseler iyiydi ama nitekim çocuktu bunlar. Kavgaları bile masumdu. Ya yine kendi yaptıkları cızdan ile  oynarken ya da ayakkabı kapmaç (kapmaca) oynarken barışırlardı. Cızdan tahterevallinin atasıdır. 5- 6 metre uzunluğunda, 10 - 15 cm kalınlığındaki  bir ağacın ortasına yerleştirilen 1 – 1, 5 m yüksekliğindeki kazık her ne kadar cızdanın görüntüdeki temel maddeleri olsa da, cızdan gerçek ismini kazıkla ağacın arasına konulan kömürün çıkardığı sesten alırdı. Biraz da yağlamanın etkisiyle cızdan döndükçe caz cız diye ses çıkarırdı.  O ses çıkmayınca çocuklar mutlu olmazdı. Cızdan ses çıkardıkça çocuklar keyiflenir, oyun oynarken döner halde çıktıkları yükseklik bile onları hiç mi hiç korkutmazdı.

Onların tek bir korkuları vardı. Onlar ne gecenin karanlığından, ne dağların sarplığından, ne sürdükleri hayvanların huysuzluğundan ne de yabani hayvanlardan korkarlardı. Gece onları bilirdi, onlar da dağları. Peşlerine düştükleri hayvanlarının genelde huysuzluğu olmazdı. Yabani hayvanlara gelince, büyükleri onlara “her şey insandan korkar” bir şeyler öğretmişlerdi. Onların korktukları da insandı.
Bu insanlar, onların ana babaların, hatta büyük ana babalarının da Menderes başbakan olmadan önce korktuğu kimselerdi. Hatta onların korkularından kimi din eğitimini samanlıklarda  kimi de Dilli mağarada alıyordu. Köylünün “bu mağaranın da dili var, ahirette bunları bir bir anlatacak” diyecek kadar din ilmi pek yoktu, onlara göre mağara taştan başka bir şey değildi ama mağaranın girişinde dile benzer bir şey olduğu için bu mağaraya dilli denilmişti. Kim bilir kaç kişi bu mağaranın konuğu olmuştu!

Ahmet dedenin 30 sene öncesinde yaşadığı sıkıntılar sağ sol kavgası olarak yeniden zuhur etse de köylü bunlardan çok etkilenmedi. Onlar zaten sıkıntılı olan yine günlük hayatlarına devam ettiler. Saman  karışımlı çamur ve taştan yapılan evlerde, anneler sabahleyin evin bereketi kaçmasın diye iki rekat namaz kılmadan mutfağa girmezlerdi. Erkekler, muhabbet bulamadıklarında “masum yalan” yarışına girerek birbirlerini güldürürlerdi. Hele nalbant Fakı Mehmet dede  ile Şoför Durdu Mehmet’in uydurmaları dinlemeye değer.

Fakı Mehmet dede , tam evden çıkmak üzereyken bir müşterisi gelir. Bari yolda halledeyim der ve işe koyulur hayvanın 4 ayağını daha yüz metre gitmeden nallar. Dede  müşterisinin pek minnettar kaldığını söylemeyi ihmal etmez.

Durdu Mehmet amca arabasıyla yola çıkar ama uykusu gelir. Tabii, bırakır arabayı kendi, haline gözünü bir açar, bakar ki varmak istediği yerde. Mesafenin sadece 70 km olduğunu hatırlatalım.

Köye hala o bahsedilen “gutu” gelmemiş, henüz ceryan da (elektrik) yok . Sayısı artan pilli radyolar ortalığın karışık olduğunu söyleyip durmakta. Korkulan gitgide yaklaşmaktadır.

Devam edecek.