23 Eylül 2012 Pazar

TV




Bu iki saf harften ibaret görünen bu aygıtın işlevi, Menderes’in idamını radyodan duyan, o idamdan  yaklaşık on yıl önce , nineler tarafından  radyonun gelecekte basit, mahdut  kalacağını ifade etmek  için derin bir vadi içine yerleşmiş, dört bir yanı dağlarla çevrili bir köy içinde ilk kez,  kısaca şu şekilde ifade edilir.

“Daha bu ne ki bacım? İlerde, adam güççük bir gutunun içinde konuşacak sen de onu görecen. ”

Çok şaşırdıkları,   radyo bu köylülere belki aylar, yıllar sonra duyacakları haberleri anında ulaştırıyor, ömürlerinde hiç görmedikleri  kimselerden türküler, melodiler duyuruyor, dönemin imkanları dahilinde bir takım hizmetler sunuyordu. Ama, duydukları onların dünyalarına çok uzaktı. Hem de hayalini hiç kuramayacak kadar. Nitekim, ömürlerinde hiçbir başbakanı canlı göremeden, seslerini duydukları sanatçılarını bilmeden, idam  şiddetinde her hangi  bir olayla karşılaşmadan  diğer aleme göç ettiler.

Onlara nasip olmayan başka şeyler de vardı.
Halıyı hiç göremediler, yorulan bedenlerini üzerinde oturdukları keçi kılından kilimler dinlendiriyordu. İncecik şalvarlarından geçen kilim kıllarının sebep olduğu kaşıntılar yorgunluklarını örterdi.

Bir yemek masaları olmadı onların. Yerde yedikleri tek çeşit yemekleri, bir günlük yevmiyelerine denk gelen bir okka tuzun adeta tozuyla lezzetlenirdi. Bir tanecik yemek kabı külle hemen yıkanır, bir sonraki öğünün yolunu gözlerdi. Uzak pınarlardan taşınılan sularla, yine bir günlük çalışma karşılığında kazanılan bir kalıp sabunun biteceği korkusuyla dikkatle yıkanan nasırlı, tırnak araları kapkara görünen   eller,  fakirliği yoksulluğu resmederdi.


Daha da kötüsünü yaşamışlardı. Hele, öyle bir sıkıntıları olmuş ki okuma yazması olmayan Ahmet dedeye şairleri kıskandıracak iki dörtlük söyletir. 60 ihtilalinden yaklaşık 15 yıl önce, memlekette müthiş bir kıtlık vardır. Devlet vatandaşın eşeğinden bile vergi alır durumda. Bir yerleşim yerinden diğerine bir şey satmak katiyen yasaktır. İhtiyacı olan zavallı köylüler, yayladan Çukurova’ya inen Aydınlı kafilesine buğday satar. Adamlar yolda Jandarmaya yakalanırlar. Bunun üzerine köyden Ahmet dedeyle birlikte 14 kişi tutuklanır ve hapse atılır. Ahmet dede şöyle der.

Coşkun sular gibi çağlayıp aktım,
Affın gelir diye yollara baktım,
Beş şinik buğdaya altmış gün yattım,
Adaletini kısa gördüm Koca İsmet


Ayırdın memuru verdin şekeri, 
Unuttun fukarayı bekarı,
Kırıldı mı taksilerin tekeri !
Has Bahçeyi gezmez oldun Koca İsmet

Hemen aynı yıllarda, II. Dünya savaşı sırasında askerlik yapan Yusuf Dayı’nın yaşadığı “helva anısı” da elli yıl sonrasında bile söz meclisindekilere dayının “lafı dine, lafı dine” diyerek giriş yaptığı tatlı sohbetlerinin defalarca konusu olmayı başarmıştır. Yusuf Dayı, askerde hayatta kalabilmek için çaldığı helvayı anlatırken “o helvayı yemesem acımdan öleceğdim” dediğinde etrafındakileri bir gülme alır, gülmeler kahkahalara dönüşür. Çektiği açlık sıkıntısını dayı ne de olsa yarım asır geride bırakmıştır. Benzer acıları dayının meclisinde bulunanların bir kısmı hiç yaşamamış,  bir kısmı da çocukluk anısı olarak anlatır.  

Ahmet Dede İnönü’ye yazdığı şiirde taksinin ne demek olduğunu belki hiç öğrenemeden ikinci hayatının yolunu tutar. Çünkü, onun vefat ettiği 1990 yılında bu köyde otomobile taksi denilmektedir. Şiirin söylendiği dönemde taksi onun için belki de efsaneden ibaretti.  Efsane değilse bile, o herhangi bir taksiyi kendi köyünde  bu şiirin dilinden döküldüğü andan  en az 35 sene sonra görebildi. Bu 35 yılın ilk on beş yılında köyde yol yoktu zaten. Köylüler tarafından kazma, kürekle yapılan yolun ilk kullanıcıları çok nadir bulunan cip olmuştu. Kamyon bu yola giremiyordu. Taksi de ilk olarak 1980 civarında görünmeye başlar.

Devam edecek.



Bu iki saf harften ibaret görünen bu aygıtın işlevi, Menderes’in idamını radyodan duyan, o idamdan  yaklaşık on yıl önce , nineler tarafından  radyonun gelecekte basit, mahdut  kalacağını ifade etmek  için derin bir vadi içine yerleşmiş, dört bir yanı dağlarla çevrili bir köy içinde ilk kez,  kısaca şu şekilde ifade edilir.

“Daha bu ne ki bacım? İlerde, adam güççük bir gutunun içinde konuşacak sen de onu görecen. ”

Çok şaşırdıkları,   radyo bu köylülere belki aylar, yıllar sonra duyacakları haberleri anında ulaştırıyor, ömürlerinde hiç görmedikleri  kimselerden türküler, melodiler duyuruyor, dönemin imkanları dahilinde bir takım hizmetler sunuyordu. Ama, duydukları onların dünyalarına çok uzaktı. Hem de hayalini hiç kuramayacak kadar. Nitekim, ömürlerinde hiçbir başbakanı canlı göremeden, seslerini duydukları sanatçılarını bilmeden, idam  şiddetinde her hangi  bir olayla karşılaşmadan  diğer aleme göç ettiler.

Onlara nasip olmayan başka şeyler de vardı.
Halıyı hiç göremediler, yorulan bedenlerini üzerinde oturdukları keçi kılından kilimler dinlendiriyordu. İncecik şalvarlarından geçen kilim kıllarının sebep olduğu kaşıntılar yorgunluklarını örterdi.

Bir yemek masaları olmadı onların. Yerde yedikleri tek çeşit yemekleri, bir günlük yevmiyelerine denk gelen bir okka tuzun adeta tozuyla lezzetlenirdi. Bir tanecik yemek kabı külle hemen yıkanır, bir sonraki öğünün yolunu gözlerdi. Uzak pınarlardan taşınılan sularla, yine bir günlük çalışma karşılığında kazanılan bir kalıp sabunun biteceği korkusuyla dikkatle yıkanan nasırlı, tırnak araları kapkara görünen   eller,  fakirliği yoksulluğu resmederdi.


Daha da kötüsünü yaşamışlardı. Hele, öyle bir sıkıntıları olmuş ki okuma yazması olmayan Ahmet dedeye şairleri kıskandıracak iki dörtlük söyletir. 60 ihtilalinden yaklaşık 15 yıl önce, memlekette müthiş bir kıtlık vardır. Devlet vatandaşın eşeğinden bile vergi alır durumda. Bir yerleşim yerinden diğerine bir şey satmak katiyen yasaktır. İhtiyacı olan zavallı köylüler, yayladan Çukurova’ya inen Aydınlı kafilesine buğday satar. Adamlar yolda Jandarmaya yakalanırlar. Bunun üzerine köyden Ahmet dedeyle birlikte 14 kişi tutuklanır ve hapse atılır. Ahmet dede şöyle der.

Coşkun sular gibi çağlayıp aktım,
Affın gelir diye yollara baktım,
Beş şinik buğdaya altmış gün yattım,
Adaletini kısa gördüm Koca İsmet


Ayırdın memuru verdin şekeri, 
Unuttun fukarayı bekarı,
Kırıldı mı taksilerin tekeri !
Has Bahçeyi gezmez oldun Koca İsmet

Hemen aynı yıllarda, II. Dünya savaşı sırasında askerlik yapan Yusuf Dayı’nın yaşadığı “helva anısı” da elli yıl sonrasında bile söz meclisindekilere dayının “lafı dine, lafı dine” diyerek giriş yaptığı tatlı sohbetlerinin defalarca konusu olmayı başarmıştır. Yusuf Dayı, askerde hayatta kalabilmek için çaldığı helvayı anlatırken “o helvayı yemesem acımdan öleceğdim” dediğinde etrafındakileri bir gülme alır, gülmeler kahkahalara dönüşür. Çektiği açlık sıkıntısını dayı ne de olsa yarım asır geride bırakmıştır. Benzer acıları dayının meclisinde bulunanların bir kısmı hiç yaşamamış,  bir kısmı da çocukluk anısı olarak anlatır.  

Ahmet Dede İnönü’ye yazdığı şiirde taksinin ne demek olduğunu belki hiç öğrenemeden ikinci hayatının yolunu tutar. Çünkü, onun vefat ettiği 1990 yılında bu köyde otomobile taksi denilmektedir. Şiirin söylendiği dönemde taksi onun için belki de efsaneden ibaretti.  Efsane değilse bile, o herhangi bir taksiyi kendi köyünde  bu şiirin dilinden döküldüğü andan  en az 35 sene sonra görebildi. Bu 35 yılın ilk on beş yılında köyde yol yoktu zaten. Köylüler tarafından kazma, kürekle yapılan yolun ilk kullanıcıları çok nadir bulunan cip olmuştu. Kamyon bu yola giremiyordu. Taksi de ilk olarak 1980 civarında görünmeye başlar.

Devam edecek.



Bu iki saf harften ibaret görünen bu aygıtın işlevi, Menderes’in idamını radyodan duyan, o idamdan  yaklaşık on yıl önce , nineler tarafından  radyonun gelecekte basit, mahdut  kalacağını ifade etmek  için derin bir vadi içine yerleşmiş, dört bir yanı dağlarla çevrili bir köy içinde ilk kez,  kısaca şu şekilde ifade edilir.

“Daha bu ne ki bacım? İlerde, adam güççük bir gutunun içinde konuşacak sen de onu görecen. ”

Çok şaşırdıkları,   radyo bu köylülere belki aylar, yıllar sonra duyacakları haberleri anında ulaştırıyor, ömürlerinde hiç görmedikleri  kimselerden türküler, melodiler duyuruyor, dönemin imkanları dahilinde bir takım hizmetler sunuyordu. Ama, duydukları onların dünyalarına çok uzaktı. Hem de hayalini hiç kuramayacak kadar. Nitekim, ömürlerinde hiçbir başbakanı canlı göremeden, seslerini duydukları sanatçılarını bilmeden, idam  şiddetinde her hangi  bir olayla karşılaşmadan  diğer aleme göç ettiler.

Onlara nasip olmayan başka şeyler de vardı.
Halıyı hiç göremediler, yorulan bedenlerini üzerinde oturdukları keçi kılından kilimler dinlendiriyordu. İncecik şalvarlarından geçen kilim kıllarının sebep olduğu kaşıntılar yorgunluklarını örterdi.

Bir yemek masaları olmadı onların. Yerde yedikleri tek çeşit yemekleri, bir günlük yevmiyelerine denk gelen bir okka tuzun adeta tozuyla lezzetlenirdi. Bir tanecik yemek kabı külle hemen yıkanır, bir sonraki öğünün yolunu gözlerdi. Uzak pınarlardan taşınılan sularla, yine bir günlük çalışma karşılığında kazanılan bir kalıp sabunun biteceği korkusuyla dikkatle yıkanan nasırlı, tırnak araları kapkara görünen   eller,  fakirliği yoksulluğu resmederdi.


Daha da kötüsünü yaşamışlardı. Hele, öyle bir sıkıntıları olmuş ki okuma yazması olmayan Ahmet dedeye şairleri kıskandıracak iki dörtlük söyletir. 60 ihtilalinden yaklaşık 15 yıl önce, memlekette müthiş bir kıtlık vardır. Devlet vatandaşın eşeğinden bile vergi alır durumda. Bir yerleşim yerinden diğerine bir şey satmak katiyen yasaktır. İhtiyacı olan zavallı köylüler, yayladan Çukurova’ya inen Aydınlı kafilesine buğday satar. Adamlar yolda Jandarmaya yakalanırlar. Bunun üzerine köyden Ahmet dedeyle birlikte 14 kişi tutuklanır ve hapse atılır. Ahmet dede şöyle der.

Coşkun sular gibi çağlayıp aktım,
Affın gelir diye yollara baktım,
Beş şinik buğdaya altmış gün yattım,
Adaletini kısa gördüm Koca İsmet


Ayırdın memuru verdin şekeri, 
Unuttun fukarayı bekarı,
Kırıldı mı taksilerin tekeri !
Has Bahçeyi gezmez oldun Koca İsmet

Hemen aynı yıllarda, II. Dünya savaşı sırasında askerlik yapan Yusuf Dayı’nın yaşadığı “helva anısı” da elli yıl sonrasında bile söz meclisindekilere dayının “lafı dine, lafı dine” diyerek giriş yaptığı tatlı sohbetlerinin defalarca konusu olmayı başarmıştır. Yusuf Dayı, askerde hayatta kalabilmek için çaldığı helvayı anlatırken “o helvayı yemesem acımdan öleceğdim” dediğinde etrafındakileri bir gülme alır, gülmeler kahkahalara dönüşür. Çektiği açlık sıkıntısını dayı ne de olsa yarım asır geride bırakmıştır. Benzer acıları dayının meclisinde bulunanların bir kısmı hiç yaşamamış,  bir kısmı da çocukluk anısı olarak anlatır.  

Ahmet Dede İnönü’ye yazdığı şiirde taksinin ne demek olduğunu belki hiç öğrenemeden ikinci hayatının yolunu tutar. Çünkü, onun vefat ettiği 1990 yılında bu köyde otomobile taksi denilmektedir. Şiirin söylendiği dönemde taksi onun için belki de efsaneden ibaretti.  Efsane değilse bile, o herhangi bir taksiyi kendi köyünde  bu şiirin dilinden döküldüğü andan  en az 35 sene sonra görebildi. Bu 35 yılın ilk on beş yılında köyde yol yoktu zaten. Köylüler tarafından kazma, kürekle yapılan yolun ilk kullanıcıları çok nadir bulunan cip olmuştu. Kamyon bu yola giremiyordu. Taksi de ilk olarak 1980 civarında görünmeye başlar.

Devam edecek.

18 Eylül 2012 Salı

Türkiye’de Berber Olabilmek




Baba: Büyüyünce ne olacan,  aslan oğlum?
Oğul: Berber.
Baba: Nasıl, yani! Yavrum, mühendis, doktor olacam desene.
Oğul: Yok, baba ben berber olacağım.
Baba: Hele, sen bir okula git fikrin değişir.

Çocuk okula başlar.

Baba: Oğlum, beşi beş kuruştan beş yumurta kaç kuruş eder?
Oğul: Ne var bunda, baba kaç yıldır bunu soruyon. Tabii, 5 kuruş
Baba: Helal, be oğlum. Bakın, göreceğiniz bu çocuk doktor olacak. Bana çekmiş, lakin bizim okumamıza şartlar imkan vermedi.

Çocuk okuldan kaçmaya başlar.

Baba: Oğlum, nen var senin. Neyini beğenmiyorsun. Bütün hayallerimi boşa çıkardın. Dünya aleme rezil ettin beni.  Hiç değilse şu liseyi bitir ehliyetini al, ya da bir güvenlik sertifikanı al.
Oğul: Baba, benim kararımı biliyorsun.

Çocuk, iş hayatına başlar.

Oğul: İyi ki bu işi seçmişim. İşimi çok seviyorum.
Baba: O kadar yalvardım, oku diye. Şimdi, sürün.
Oğul: Baba, lütfen. Ben mutluyum daha ne istiyorsun.
Baba: Sigortalı bir işte çalışsan, ya da sırtını devlete dayasan fena mı olurdu!

Be able to ve Could

İngilizce’de be able to ile could anlatılırken, geçmişte yapabildiğimiz sıradan olayları anlatırken could, güçlük ve engellere rağmen yapabildiğimiz işleri de be able to kullanırız.  Örneğin, “ben 10 yaşındayken nehri karşıdan karşıya yüzebilirdim” cümlesinde could kullanırken, dün nehir taşmıştı ama ben yine de karşıya yüzerek geçebildim derken be able to kullanırız.

Demem o ki, zaten bir meslek sahibi olurken bir dizi güçlükle karşılarız ama Türkiye’de maalesef bu güçlükler kat be kattır.
 Oysa, meslek seçiminde çocuklarımızı kendi hallerine bıraksak onlar su misali yollarını bulur. Böylelikle, herhangi bir alanda  yığılma ve ya istihdam sorunu olmaz.  Daha da önemlisi, bu günkü gibi hep başkalarının hayallerini gerçekleştiren ve konumu ne olursa olsun yaptığı işten keyif almayan  mutsuz insan yığınları olmaz. 

Türkiye’de Berber Olabilmek




Baba: Büyüyünce ne olacan,  aslan oğlum?
Oğul: Berber.
Baba: Nasıl, yani! Yavrum, mühendis, doktor olacam desene.
Oğul: Yok, baba ben berber olacağım.
Baba: Hele, sen bir okula git fikrin değişir.

Çocuk okula başlar.

Baba: Oğlum, beşi beş kuruştan beş yumurta kaç kuruş eder?
Oğul: Ne var bunda, baba kaç yıldır bunu soruyon. Tabii, 5 kuruş
Baba: Helal, be oğlum. Bakın, göreceğiniz bu çocuk doktor olacak. Bana çekmiş, lakin bizim okumamıza şartlar imkan vermedi.

Çocuk okuldan kaçmaya başlar.

Baba: Oğlum, nen var senin. Neyini beğenmiyorsun. Bütün hayallerimi boşa çıkardın. Dünya aleme rezil ettin beni.  Hiç değilse şu liseyi bitir ehliyetini al, ya da bir güvenlik sertifikanı al.
Oğul: Baba, benim kararımı biliyorsun.

Çocuk, iş hayatına başlar.

Oğul: İyi ki bu işi seçmişim. İşimi çok seviyorum.
Baba: O kadar yalvardım, oku diye. Şimdi, sürün.
Oğul: Baba, lütfen. Ben mutluyum daha ne istiyorsun.
Baba: Sigortalı bir işte çalışsan, ya da sırtını devlete dayasan fena mı olurdu!

Be able to ve Could

İngilizce’de be able to ile could anlatılırken, geçmişte yapabildiğimiz sıradan olayları anlatırken could, güçlük ve engellere rağmen yapabildiğimiz işleri de be able to kullanırız.  Örneğin, “ben 10 yaşındayken nehri karşıdan karşıya yüzebilirdim” cümlesinde could kullanırken, dün nehir taşmıştı ama ben yine de karşıya yüzerek geçebildim derken be able to kullanırız.

Demem o ki, zaten bir meslek sahibi olurken bir dizi güçlükle karşılarız ama Türkiye’de maalesef bu güçlükler kat be kattır.
 Oysa, meslek seçiminde çocuklarımızı kendi hallerine bıraksak onlar su misali yollarını bulur. Böylelikle, herhangi bir alanda  yığılma ve ya istihdam sorunu olmaz.  Daha da önemlisi, bu günkü gibi hep başkalarının hayallerini gerçekleştiren ve konumu ne olursa olsun yaptığı işten keyif almayan  mutsuz insan yığınları olmaz. 

10 Eylül 2012 Pazartesi

Gönüller “Hayırlı Olsun” Diyebilmeli





Biri: Gazete almış okuyor.
Diğeri: Niye bunu aldın ki! Şu gazeteyi alsan daha iyi olurdu.

Biri: Üniversite kazanmış. Keyfi yerinde.
Diğeri: O bölümün geleceği yok. Keşke, şu bölümü yazsaydın.

Biri: Askere gidiyor. Komando birliği çıkmış.
Diğeri: Yandın, sen.

Biri: Evlenecek. Eşini seçmiş, gayet mutlu.
Diğeri: Hay, Allah canını almaya. Bula bula bunu mu buldun.

Biri: Çocuğu olur.
Diğeri: Hele, bir bakim şuna. Bu ne çirkin bir çocuk. Nerden, buldun bunu.

Biri: Çocuğuna isim koyar.
Diğeri: O ne demek şimdi. Şöyle modern bir isim koysaydın.

Biri: Ev alır.
Diğeri: Çok para ödemişsin. İnsan bir sorar değil mi. Bu işlerden anlıyoruz herhalde.

Biri: Koltuk takımı alır.
Diğeri: Perdeleri de değiştir. Baksana pek uyumlu durmuyor.

Biri: Evini boyuyor.
Diğeri: Nerden buldun rengi, bunu keşke şu renk yapsaydın.

Biri: Biri araba alır. 23000 TL öder.
Diğeri: 5 para etmez.

Biri: Ak
Diğeri: Kara

İnanın buraya kadar yazmak bile yordu beni. Şimdi “Biri” ben olayım, “Diğeri” siz.

Biri: Kendi çapında yazı yazar.
Diğeri: HAYIRLI OLSUN

Sahip olduğunuz her şey hayırlı olsun.

Çocuk Okula Başlamaz. Yok, Yok Başlar.









 2012- 2013 eğitim öğretim yılı henüz başlamadan  çocukların okula başlama yaşı tartışmaları eğitimde yapılmak istenenleri şimdiden gölgede bıraktı.

Ortada kuru tartışma, çocuk okula başlar mı başlamaz mı?

Beyler, bayanlar!

Odun tartışmıyoruz, bu sobada yanar mı yanmaz mı diye.
Karpuz tartışmıyoruz, kelek mi değil mi diye.
Koyun tartışmıyoruz ağıla girer mi girmez mi diye.

Çocuklarımızı tartışıyoruz.
Bu meseleyi uzman meselesi haline getirmek zorunda değiliz, olayı siyasi gözle değerlendirenleri kastediyorum. Bir tarafın uzmanları araştırmış “ başlar” diyor. Diğer taraf araştırmış  “başlamaz” diyor. (Bilimi de taraflı yaptım, hay Allah)

Bu iş için doktordan rapora ne hacet. Ne bilsin adamcağız, çocuk okula başlamadan nasıl anlasın yaşının uygun olup olmadığını. Zaten yoğunlar, bir de bu işi çıkarmayın adamların başına.

Bir de çıkarın lütfen, şu siyaset gömleklerinizi!
İlerde, okula başlayan çocuklarınız, babam falanca partiliymiş ben daha hazır değilken okula yazdırmış bu yüzden bir şey olamadım demeye başlar.

Bir şey olan da “72 aylıkken okula başlamışım bu kadar oldum, filanca partili amcam olmasa da bu kadar daha olurdum” der sonra.

Başka ne muhabbetler çıkar daha buradan.

Anneler, babalar!
Şimdi size, fikrimi söylüyorum.
Bazı çocuklar okula başlar.
Çünkü, fiziksel, zihinsel sosyal ve psikolojik açıdan hazırdır.
Ancak, bu çocuğun iyi olduğunu göstermez.
Aynı yaşta olsalar bile  bazı çocuklar okula başlamaz.
Çünkü, fiziksel, zihinsel sosyal ve psikolojik açıdan hazır değildir.
Ancak, bu çocuğun kötü olduğunu göstermez.
Başta iyi olan sonra kötü olabilir. Ya da tam tersi.

İyilik ya da kötülük değerlendirmem sadece akademik başarı açısından, yani eğitim sistemimizin bizi kör, lal ettiği  “insani” meselelere henüz değinemedim bile. Şimdi bize düşen bu kısır tartışmalara girmeden, çocuğumuzu okula alıştırmaya çalışmak ve gerisini öğretmenlerimize bırakmak olmalı. Zamanla her şey daha net görülecektir.









Zavallı “Bilgi”




Gelecek bilimcilere göre (Futurologist) 21 yüz yıl bilgi çağı olarak adlandırılmalıdır. Bu tek cümlelik “bilgi” ile alakası var mıdır bilemem ama hemen herkesin her hangi bir şekilde bilgi peşinde olduğunu söylemem  yanlış olmaz.

Evet, bu gün herkes “bilgi” peşinde..
Sertifika, diploma ve saire belgelerle bildiğini ispat etme derdinde.
Samuel Beckett’in “Godot’u Bekleyen” kahramanı gibi belki bir gün lazım olur umuduyla dimağlar gerekli gereksiz bilgilerle doldurulmakta.
Bilgi, alınıp satılmakta.

Söz meclisleri, “biz de biliyoruz” haykırışlarıyla dolup taşmakta.
Bilginin verdiği havalanmalar, kasılmalar…
Konuşurken ağız kemçitmeler…
Bilginin değerini düşürmekte…

Sanki, insan bilmekle her bir sorunun çözüme kavuşacağını sanıyor. Belki, budur onu bu denli bilgi sevdalısı yapan, bilginin peşinde koşturan.

Ancak, bu yazacaklarım lütfen “ bilgi” olmaktan öte de olsun.
Ne bilirsek bilelim, icraata dökmediğimiz sürece bize yük olmaktan başka bir şey kazandırmaz. 
Bu yüzden, sürekli yeni bilgiler peşinde koşmak yerine bildiklerimizle amel edebilmeyi bir amaç edinelim, bildiklerimize uygulama alanı oluşturma kaygısı taşıyalım.


İNANMAK

Hoca, köylüler tarafından sıra ile davet edildiği bir mecliste insan isterse su üstünde yürüyebilir demiş.  Bir sonraki davetin sahibi ile hoca,  adamın gölün karşısındaki evine gitmek için  buluşurlar. Gölün kenarına gelindiğinde köylü yürümeye devam etmiş.
Adam bakmış, hoca ardından gelmiyor. “Yürüsene,  hocam” demiş.
Hoca, “sen bunu nasıl yapıyorsun” diye sormuş.
Adam, “sen anlattın ya”  demiş.


3 Eylül 2012 Pazartesi

Tatlı Ye, Konuş, Düşün, Öğren!




Okul hayatınıza ilişkin bir tarama yapalım. Neleri hatırladınız? En çok sizi mutlu eden şey ne idi? Peki ya sizi en çok üzen şey ne idi?

Okulunuzun fiziki özellikleri mi?
Tahta,  masa,  sıra mı?
Zil erken çalmış, geç çalmış hiç umurunuza geliyor mu?

Defter, kitap, ders materyalleri mi hafızanıza iz bırakan?
Yoksa sınıf arkadaşlarınız, yahut öğretmenleriniz mi?

Öğretmeninizin bilgisine mi hayranlık duydunuz?
Öğretmenin dersi nasıl anlattığı sizi ne derece ilgilendirdi?

Belki, hepsinin bir önemi, değeri var, ancak hiç biri yaşam boyu devam eden eğitim yolunda siz de kalıcı olma özelliği göstermez. 

Eğitim olmazsa olmazımız. Bunu hepimiz kabul ediyoruz. Bu yüzden öğretmen ataması yapıyor, okullar inşa ediyoruz. Dünyanın dört bir yanından öğretim teknikleri, metotları, yöntemleri getiriyoruz. Son teknolojiyi öğrencilerimizin hizmetine sunmaya çalışıyoruz.

Ama, bir türlü kırgınlıklara, dargınlıklara engel olamıyoruz.  Şiddeti önleyemiyoruz. Hatta, bu olumsuzlukların her geçen yıl tırmandığını  söylemememiz yanlış olmaz.

Okula başladığımız günden okulu bitirdiğimiz güne kadar elde ettiğimiz şeylerin tamamı bir sonraki teknolojinin gelmesiyle unutuldu.
Biz bize alfabeyi, çarpım tablosunu, dünyanın yuvarlak olduğunu, hesap makinasını kullanmayı  öğretenleri hatırlamıyoruz.

Ama, biz bu kimselerin acı ya da tatlı olan sözlerini hatırlıyoruz.

Biz, bizi adam sayan, bize umut veren, bizi cesaretlendiren, bize gülen, bize tatlı konuşan öğretmenleri hatırlıyoruz.

Acıları konuşmak, hatırlamak kimseye fayda vermiyor, bu yüzden bahsetmeyelim.

Eğitimde geçmişte yaşanan bütün acıları, kırgınlıkları, şiddeti unutmak adına 2012- 2013 eğitim- öğretim yılına tatlı bir başlangıç yapalım. Nasıl başlarsak öyle devam eder inancıyla, okullarımızda ilk hafta şeker, çikolata vb. şeyler dağıtılsın. 

Eğitimde “Tatlı ye, tatlı konuş, tatlı düşün, tatlı öğren” dönemi için Milli Eğitim camiamızda yetkisi, etkisi olduğunu kabul eden herkesi okullarımızı tatlandırmaya davet ediyorum.