Bu iki saf harften ibaret görünen bu aygıtın işlevi, Menderes’in idamını radyodan duyan, o idamdan yaklaşık on yıl önce , nineler tarafından radyonun gelecekte basit, mahdut kalacağını ifade etmek için derin bir vadi içine yerleşmiş, dört bir yanı dağlarla çevrili bir köy içinde ilk kez, kısaca şu şekilde ifade edilir.
“Daha bu ne ki bacım? İlerde, adam güççük bir gutunun içinde konuşacak sen de onu görecen. ”
Çok şaşırdıkları, radyo bu köylülere belki aylar, yıllar sonra duyacakları haberleri anında ulaştırıyor, ömürlerinde hiç görmedikleri kimselerden türküler, melodiler duyuruyor, dönemin imkanları dahilinde bir takım hizmetler sunuyordu. Ama, duydukları onların dünyalarına çok uzaktı. Hem de hayalini hiç kuramayacak kadar. Nitekim, ömürlerinde hiçbir başbakanı canlı göremeden, seslerini duydukları sanatçılarını bilmeden, idam şiddetinde her hangi bir olayla karşılaşmadan diğer aleme göç ettiler.
Onlara nasip olmayan başka şeyler de vardı.
Halıyı hiç göremediler, yorulan bedenlerini üzerinde oturdukları keçi kılından kilimler dinlendiriyordu. İncecik şalvarlarından geçen kilim kıllarının sebep olduğu kaşıntılar yorgunluklarını örterdi.
Bir yemek masaları olmadı onların. Yerde yedikleri tek çeşit yemekleri, bir günlük yevmiyelerine denk gelen bir okka tuzun adeta tozuyla lezzetlenirdi. Bir tanecik yemek kabı külle hemen yıkanır, bir sonraki öğünün yolunu gözlerdi. Uzak pınarlardan taşınılan sularla, yine bir günlük çalışma karşılığında kazanılan bir kalıp sabunun biteceği korkusuyla dikkatle yıkanan nasırlı, tırnak araları kapkara görünen eller, fakirliği yoksulluğu resmederdi.
Daha da kötüsünü yaşamışlardı. Hele, öyle bir sıkıntıları olmuş ki okuma yazması olmayan Ahmet dedeye şairleri kıskandıracak iki dörtlük söyletir. 60 ihtilalinden yaklaşık 15 yıl önce, memlekette müthiş bir kıtlık vardır. Devlet vatandaşın eşeğinden bile vergi alır durumda. Bir yerleşim yerinden diğerine bir şey satmak katiyen yasaktır. İhtiyacı olan zavallı köylüler, yayladan Çukurova’ya inen Aydınlı kafilesine buğday satar. Adamlar yolda Jandarmaya yakalanırlar. Bunun üzerine köyden Ahmet dedeyle birlikte 14 kişi tutuklanır ve hapse atılır. Ahmet dede şöyle der.
Coşkun sular gibi çağlayıp aktım,
Affın gelir diye yollara baktım,
Beş şinik buğdaya altmış gün yattım,
Adaletini kısa gördüm Koca İsmet
Ayırdın memuru verdin şekeri,
Unuttun fukarayı bekarı,
Kırıldı mı taksilerin tekeri !
Has Bahçeyi gezmez oldun Koca İsmet
Hemen aynı yıllarda, II. Dünya savaşı sırasında askerlik yapan Yusuf Dayı’nın yaşadığı “helva anısı” da elli yıl sonrasında bile söz meclisindekilere dayının “lafı dine, lafı dine” diyerek giriş yaptığı tatlı sohbetlerinin defalarca konusu olmayı başarmıştır. Yusuf Dayı, askerde hayatta kalabilmek için çaldığı helvayı anlatırken “o helvayı yemesem acımdan öleceğdim” dediğinde etrafındakileri bir gülme alır, gülmeler kahkahalara dönüşür. Çektiği açlık sıkıntısını dayı ne de olsa yarım asır geride bırakmıştır. Benzer acıları dayının meclisinde bulunanların bir kısmı hiç yaşamamış, bir kısmı da çocukluk anısı olarak anlatır.
Ahmet Dede İnönü’ye yazdığı şiirde taksinin ne demek olduğunu belki hiç öğrenemeden ikinci hayatının yolunu tutar. Çünkü, onun vefat ettiği 1990 yılında bu köyde otomobile taksi denilmektedir. Şiirin söylendiği dönemde taksi onun için belki de efsaneden ibaretti. Efsane değilse bile, o herhangi bir taksiyi kendi köyünde bu şiirin dilinden döküldüğü andan en az 35 sene sonra görebildi. Bu 35 yılın ilk on beş yılında köyde yol yoktu zaten. Köylüler tarafından kazma, kürekle yapılan yolun ilk kullanıcıları çok nadir bulunan cip olmuştu. Kamyon bu yola giremiyordu. Taksi de ilk olarak 1980 civarında görünmeye başlar.
Devam edecek.
Bu iki saf harften ibaret görünen bu aygıtın işlevi, Menderes’in idamını radyodan duyan, o idamdan yaklaşık on yıl önce , nineler tarafından radyonun gelecekte basit, mahdut kalacağını ifade etmek için derin bir vadi içine yerleşmiş, dört bir yanı dağlarla çevrili bir köy içinde ilk kez, kısaca şu şekilde ifade edilir.
“Daha bu ne ki bacım? İlerde, adam güççük bir gutunun içinde konuşacak sen de onu görecen. ”
Çok şaşırdıkları, radyo bu köylülere belki aylar, yıllar sonra duyacakları haberleri anında ulaştırıyor, ömürlerinde hiç görmedikleri kimselerden türküler, melodiler duyuruyor, dönemin imkanları dahilinde bir takım hizmetler sunuyordu. Ama, duydukları onların dünyalarına çok uzaktı. Hem de hayalini hiç kuramayacak kadar. Nitekim, ömürlerinde hiçbir başbakanı canlı göremeden, seslerini duydukları sanatçılarını bilmeden, idam şiddetinde her hangi bir olayla karşılaşmadan diğer aleme göç ettiler.
Onlara nasip olmayan başka şeyler de vardı.
Halıyı hiç göremediler, yorulan bedenlerini üzerinde oturdukları keçi kılından kilimler dinlendiriyordu. İncecik şalvarlarından geçen kilim kıllarının sebep olduğu kaşıntılar yorgunluklarını örterdi.
Bir yemek masaları olmadı onların. Yerde yedikleri tek çeşit yemekleri, bir günlük yevmiyelerine denk gelen bir okka tuzun adeta tozuyla lezzetlenirdi. Bir tanecik yemek kabı külle hemen yıkanır, bir sonraki öğünün yolunu gözlerdi. Uzak pınarlardan taşınılan sularla, yine bir günlük çalışma karşılığında kazanılan bir kalıp sabunun biteceği korkusuyla dikkatle yıkanan nasırlı, tırnak araları kapkara görünen eller, fakirliği yoksulluğu resmederdi.
Daha da kötüsünü yaşamışlardı. Hele, öyle bir sıkıntıları olmuş ki okuma yazması olmayan Ahmet dedeye şairleri kıskandıracak iki dörtlük söyletir. 60 ihtilalinden yaklaşık 15 yıl önce, memlekette müthiş bir kıtlık vardır. Devlet vatandaşın eşeğinden bile vergi alır durumda. Bir yerleşim yerinden diğerine bir şey satmak katiyen yasaktır. İhtiyacı olan zavallı köylüler, yayladan Çukurova’ya inen Aydınlı kafilesine buğday satar. Adamlar yolda Jandarmaya yakalanırlar. Bunun üzerine köyden Ahmet dedeyle birlikte 14 kişi tutuklanır ve hapse atılır. Ahmet dede şöyle der.
Coşkun sular gibi çağlayıp aktım,
Affın gelir diye yollara baktım,
Beş şinik buğdaya altmış gün yattım,
Adaletini kısa gördüm Koca İsmet
Ayırdın memuru verdin şekeri,
Unuttun fukarayı bekarı,
Kırıldı mı taksilerin tekeri !
Has Bahçeyi gezmez oldun Koca İsmet
Hemen aynı yıllarda, II. Dünya savaşı sırasında askerlik yapan Yusuf Dayı’nın yaşadığı “helva anısı” da elli yıl sonrasında bile söz meclisindekilere dayının “lafı dine, lafı dine” diyerek giriş yaptığı tatlı sohbetlerinin defalarca konusu olmayı başarmıştır. Yusuf Dayı, askerde hayatta kalabilmek için çaldığı helvayı anlatırken “o helvayı yemesem acımdan öleceğdim” dediğinde etrafındakileri bir gülme alır, gülmeler kahkahalara dönüşür. Çektiği açlık sıkıntısını dayı ne de olsa yarım asır geride bırakmıştır. Benzer acıları dayının meclisinde bulunanların bir kısmı hiç yaşamamış, bir kısmı da çocukluk anısı olarak anlatır.
Ahmet Dede İnönü’ye yazdığı şiirde taksinin ne demek olduğunu belki hiç öğrenemeden ikinci hayatının yolunu tutar. Çünkü, onun vefat ettiği 1990 yılında bu köyde otomobile taksi denilmektedir. Şiirin söylendiği dönemde taksi onun için belki de efsaneden ibaretti. Efsane değilse bile, o herhangi bir taksiyi kendi köyünde bu şiirin dilinden döküldüğü andan en az 35 sene sonra görebildi. Bu 35 yılın ilk on beş yılında köyde yol yoktu zaten. Köylüler tarafından kazma, kürekle yapılan yolun ilk kullanıcıları çok nadir bulunan cip olmuştu. Kamyon bu yola giremiyordu. Taksi de ilk olarak 1980 civarında görünmeye başlar.
Devam edecek.
Bu iki saf harften ibaret görünen bu aygıtın işlevi, Menderes’in idamını radyodan duyan, o idamdan yaklaşık on yıl önce , nineler tarafından radyonun gelecekte basit, mahdut kalacağını ifade etmek için derin bir vadi içine yerleşmiş, dört bir yanı dağlarla çevrili bir köy içinde ilk kez, kısaca şu şekilde ifade edilir.
“Daha bu ne ki bacım? İlerde, adam güççük bir gutunun içinde konuşacak sen de onu görecen. ”
Çok şaşırdıkları, radyo bu köylülere belki aylar, yıllar sonra duyacakları haberleri anında ulaştırıyor, ömürlerinde hiç görmedikleri kimselerden türküler, melodiler duyuruyor, dönemin imkanları dahilinde bir takım hizmetler sunuyordu. Ama, duydukları onların dünyalarına çok uzaktı. Hem de hayalini hiç kuramayacak kadar. Nitekim, ömürlerinde hiçbir başbakanı canlı göremeden, seslerini duydukları sanatçılarını bilmeden, idam şiddetinde her hangi bir olayla karşılaşmadan diğer aleme göç ettiler.
Onlara nasip olmayan başka şeyler de vardı.
Halıyı hiç göremediler, yorulan bedenlerini üzerinde oturdukları keçi kılından kilimler dinlendiriyordu. İncecik şalvarlarından geçen kilim kıllarının sebep olduğu kaşıntılar yorgunluklarını örterdi.
Bir yemek masaları olmadı onların. Yerde yedikleri tek çeşit yemekleri, bir günlük yevmiyelerine denk gelen bir okka tuzun adeta tozuyla lezzetlenirdi. Bir tanecik yemek kabı külle hemen yıkanır, bir sonraki öğünün yolunu gözlerdi. Uzak pınarlardan taşınılan sularla, yine bir günlük çalışma karşılığında kazanılan bir kalıp sabunun biteceği korkusuyla dikkatle yıkanan nasırlı, tırnak araları kapkara görünen eller, fakirliği yoksulluğu resmederdi.
Daha da kötüsünü yaşamışlardı. Hele, öyle bir sıkıntıları olmuş ki okuma yazması olmayan Ahmet dedeye şairleri kıskandıracak iki dörtlük söyletir. 60 ihtilalinden yaklaşık 15 yıl önce, memlekette müthiş bir kıtlık vardır. Devlet vatandaşın eşeğinden bile vergi alır durumda. Bir yerleşim yerinden diğerine bir şey satmak katiyen yasaktır. İhtiyacı olan zavallı köylüler, yayladan Çukurova’ya inen Aydınlı kafilesine buğday satar. Adamlar yolda Jandarmaya yakalanırlar. Bunun üzerine köyden Ahmet dedeyle birlikte 14 kişi tutuklanır ve hapse atılır. Ahmet dede şöyle der.
Coşkun sular gibi çağlayıp aktım,
Affın gelir diye yollara baktım,
Beş şinik buğdaya altmış gün yattım,
Adaletini kısa gördüm Koca İsmet
Ayırdın memuru verdin şekeri,
Unuttun fukarayı bekarı,
Kırıldı mı taksilerin tekeri !
Has Bahçeyi gezmez oldun Koca İsmet
Hemen aynı yıllarda, II. Dünya savaşı sırasında askerlik yapan Yusuf Dayı’nın yaşadığı “helva anısı” da elli yıl sonrasında bile söz meclisindekilere dayının “lafı dine, lafı dine” diyerek giriş yaptığı tatlı sohbetlerinin defalarca konusu olmayı başarmıştır. Yusuf Dayı, askerde hayatta kalabilmek için çaldığı helvayı anlatırken “o helvayı yemesem acımdan öleceğdim” dediğinde etrafındakileri bir gülme alır, gülmeler kahkahalara dönüşür. Çektiği açlık sıkıntısını dayı ne de olsa yarım asır geride bırakmıştır. Benzer acıları dayının meclisinde bulunanların bir kısmı hiç yaşamamış, bir kısmı da çocukluk anısı olarak anlatır.
Ahmet Dede İnönü’ye yazdığı şiirde taksinin ne demek olduğunu belki hiç öğrenemeden ikinci hayatının yolunu tutar. Çünkü, onun vefat ettiği 1990 yılında bu köyde otomobile taksi denilmektedir. Şiirin söylendiği dönemde taksi onun için belki de efsaneden ibaretti. Efsane değilse bile, o herhangi bir taksiyi kendi köyünde bu şiirin dilinden döküldüğü andan en az 35 sene sonra görebildi. Bu 35 yılın ilk on beş yılında köyde yol yoktu zaten. Köylüler tarafından kazma, kürekle yapılan yolun ilk kullanıcıları çok nadir bulunan cip olmuştu. Kamyon bu yola giremiyordu. Taksi de ilk olarak 1980 civarında görünmeye başlar.
Devam edecek.