29 Kasım 2011 Salı

Öğretmen'in Yeteneği: Sokak Eğitimi

            Milli  Eğitim Bakanı Ömer Dinçer, “atama bekleyen 264 bin öğretmen var, ancak bizim 60 bin öğretmene ihtiyacımız  var, diğerleri yetenekleri doğrultusunda  başka işlere yönelsinler” dedi. Atanamayan on binlerce öğretmen arkadaşımıza şok etkisi oluşturan bu açıklamayı sakin bir şekilde değerlendirelim.
            Sayın Bakan,  öğretmen atamalarıyla ilgili en gerçekçi  açıklamayı yaptı. Ancak, gerçekçi olması kimsenin sorumluluğunu hafifletmez,  bunu en başta belirtelim.
            Bu gün  Milli Eğitim Bakanlığı’nda mevcut  öğretmenler arasında bile tam layıkıyla bir okul paylaşımı yapılsın  belki  60  bin öğretmene  dahi ihtiyaç yoktur. Bunu norm kadro fazlası olan  öğretmenlerden  biliyorum. Bu yüzden sayın bakanımızı gerçekçi açıklamasından dolayı kutluyorum.
            Ancak,  sayın bakanımızın açıklamalarının  bir kısmında atanamayan öğretmenlerin yetenekleri doğrultusunda başka işlere yönelmelerini istemelerini algılamakta zorlandım. Çünkü, burada  sözü edilen zümrenin en genci 22- 23 yaşında. 30 yaşlarda olanların sayısı hiç de az değil. Haliyle, öğretmenlik dışında yapabilecekleri bir şey olduğunu sanmıyorum.  Olsa, zaten yıllardır bir umut diyerek KPSS kurslarına bel bağlamazlardı. Bu yaştan sonra yeni bir yetenek gelişir  mi bilemem. Siz de bilmiyorsanız çözüme geçelim.
            Bu güne kadar  ülkemizdeki en yaygın algı eğitim- öğretimin sadece  okullarla sınırlı olmasıdır. Dershane  ve özel okullar  her ne kadar eğim öğretimde pay sahibi olmaya  çalışsalar da çalışanına istenilen düzeyde güvence vermemesinden dolayı  öğretmen adayları tarafından pek tercih edilmemektedir. Bu yüzden, çok az istisnalar dışında herkes “devlet kapısı” rahat olur  mentalitesi ile MEB okullarına  hücum  etmektedir.  Ancak, bu durum kısıtlı atamalar nedeniyle rahatlatıcı değildir. Herkes atansa  bile sınırlı eğitim alanları ülkemizdeki eğitim öğretim ihtiyacına yanıt veremeyecektir. Bu gün,  sokağın mı okullara, yoksa okulun mu sokağa etkisi fazladır şeklinde bir araştırma yapılsa kuşkusuz sokağın okul üzerindeki etkisi daha fazla çıkacaktır. Bunu okullar da kullanılan  sokak dilinden anlayabiliriz.
           
            Ülkemizdeki sorunmuş gibi görünen 264 bin atanamayan öğretmen fazlasını “sokak eğitimi” kapsamında kullanabilir, bu sorunu avantaj haline getirebiliriz. Bu sayede devlet öğretmen atama derdinden  kurtulacak, öğretmen yetenek  aramak zorunda kalmayacaktır.  Bu gün sokaklarda adeta zaman israfı  yarışı yapılıyormuşcasına bulunan internet  cafe, oyun salonu, kahvehane gibi mekanlar yerine “okuma salonları, bilgi, sevgi, kültür evleri” gibi mekanlarla “eğitim alanını” genişletebiliriz.
             Geçmişte yapılan “planlama hatası” diyerek geçiştirmeye  çalıştığımız şey bizim kurtuluşumuz olabilir. Bu noktadan itibaren,  yapacağımız düzenli istatistikle model ülke olabiliriz. Hangi meslek için ne kadar ihtiyacımızın olduğunu tespit etmek zor olmasa gerek. Bu tespitten sonra komşu ülkelerden başlayarak, dünya genelinde ülkelere  ihtiyaçları doğrultusunda eleman yetiştirebiliriz. Bu da eğitim yoluyla gerçekleşecektir.
            Öğretmenin, öğretmek  ve eğitimden başka yeteneği yoktur. Cehaletin kol gezdiği sokaklarımızı öğretmenlerimizle eğitmenin  şimdi tam  zamanı.            
            Öğretmen, eğitir, öğretir. Başka yeteneğe  gerek  var mı?

24 Kasım 2011 Perşembe

Asıl Öğrenciler Mutsuz...

“Öğretmenler mutsuz”  başlıklı yazıyı görünce, acaba neden  mutsuzmuşuz diye bir bakmak istedim. Karşıma bir sendikanın anketi çıktı.
Yazıyı okudum durmadım, sendikanın  internet sitesini inceledim, anket orda da var.
Başka bir sendikanın sitesine bakayım dedim. Orada  daha kapsamlı, ancak içerik olarak çok  benzer bir  anket sonucuna daha rastladım.  

İki sendikanın yaptığı anketlerin sonuçlarına göre;
Öğretmenler aylık 1500- 2500+ arası kazanıyor.
Öğretmenlerin bir çoğunun evi yok.
Ev alanların bir çoğu  atadan dededen gelenle almış. Kredi alanların sayısı oldukça fazla. Bir kısmı da kendi birikimiyle  ev almış.
Öğretmenlerin bir çoğu ülkede ekonomik kriz olduğunu düşünüyor.
Gelecekten umutsuz öğretmelerin sayısı hiç az değil. Eğitimin her geçen kötüye gittiğini düşünenler bir hayli var.
Milli bakanı Ömer Dinçer’den  memnun olanları sayısı çok,  çok, az.
Tatil günlerinin  azalmasından  dertli öğretmenler…

Ankette eğitime dair belki kıyısından köşesinden, fiziki ortamla ilgili  bir soru var. Buna göre,  öğretmenler çalıştıkları ortamın fiziki şartlarından da memnun değiller.

 Öğretmenler günü ile ilgili olduğu için midir bilmem, sendikalar hele şu öğretmenler nasılda  feryat figan görsün  şu millet kavliyle, bir dokun bin ahhhh işit  tarzından soruları koymuşlar  öğretmenlerin önüne. Ne  yapsın zavallılar ayıp olmasın diye yanıtlamışlar.

Tabii mesele,  kör sağır ilişkisi değilse. Ama  ben buna inanmam istemiyorum.

 Ankette, öğretmenlere eğitim olmazsa olmazı öğrencilerle ilgili hiç soru sorulmaması manidar.
Dersinizden memnun  musunuz? 
Öğrencilerinizi seviyor  musunuz?
Öğrencilerinizin derslerdeki  başarı durumu  nedir?
 Dersinizin cidden ama cidden öğrencilere   lazım olduğunu düşünüyor musunuz?
Öğrenciler sizin dersinizi seviyor mu?
 Öğrenciler okulu seviyor  mu?
Öğrenciler nasıl  bir aileden geliyor? Ailelerin, sosyo-ekonomik-kültürel yapısı nedir.

Türünden sorular olsa ne güzel olurdu. O zaman şunları öğrenebilirdi.
Bu ülkede;
Öğrencilerin  bir çoğu okulu sevmiyor. Aldıkları dersleri öğrenemiyor. Öğrense gerekli olduğuna inanmıyor. Yani öğrenciler mutsuz, umutsuz.
Bu ülkede belli bir kısım öğrenciler,  hala geniş aile ortamında yaşıyor. Ders çalışma ortamları yok.
Öğrenci ailelerinin asgari ücret altında gelirleri var.  
Bir kısım öğrenciler boşanma ya da vefat sebebiyle parçalanmış ailelerde yaşıyor.

Anketin benimle ilgili kısmını yanıtlarsam.

Evim  yok, borcum var. Okulumun çevre şartları ideal değil.
Mutsuzum. Ama, sebebi önceki cümleler  değil. Mutsuzum, çünkü tek kelime öğretemeden 2000 liranın üzerinde kazanıyorum.
Bizden daha fazla çalışmamızı isteyen herkesi seviyorum. Ama, niteliği varsa çalışmanın.
Gelecekten umutluyum.

23 Kasım 2011 Çarşamba

24 Kasım: Eğitelim mi, öğretelim mi?

Eğitim, öğretimden çok daha önemli.
- Öğretimden vazgeçtim çocukları eğitebilsek yeter diye düşünüyorum.
- Vazgeçtim alanımda bir şey öğretmekten, çocuklar eğitimli olsunlar yeter. Anaya-babaya saygısızlık etmesinler. Vatanlarını sevsinler. Dinini diyanetini bilsin . Hırsızlık etmesin yeter.
-Hocam, yerdeki çöpü alsın çöpe atsın. Yerlere tükürmesin bana yeter. Dershaneler zaten öğretim işini yapıyor.
- Biz ne yapalım hocam, sistem böyle istiyor. Mecbur ayak uyduruyoruz. Yoksa ben de memnun değilim verdiğimiz eğitimden.
- Açıkçası, aldığım maaştan memnun değilim.   Biz bu çocukları güya üniversiteye hazırlıyoruz. Sınava giren 400 çocuktan 20’si kazanıyor. Zaten bu çocuklar biz olmasak da kazanırlar dedim. Arkadaşım, “senden kimse çocuklara üniversite kazandırmanı istemiyor. Kolay mı bu çocukları sınıfta tutmak, bunlar sokağa çıksalar ne olur biliyor musun” dedi. Düşündüm ve rahatladım. Arkadaş haklı. Zaten Fen lisesi, Anadolu Öğretmen lisesi ve birkaç Anadolu lisesi öğrencisi bu ülkeyi yönetmeye yeter.
- Hocam, sizden kimse bir şey öğretmeninizi istemiyor. Çocukları sınıfta tutun yeter. Maksat, başları boş kalmasın. Siz de oturur sınıfta kitap okursunuz. 
- Bu sınıfta 3 bilemedin 5 kişi adam olur.( Alenen 30 kişilik bir sınıfa karşı söylenir.)
 
            Büyük hayallerle, umutlarla meslek hayatına başlayan öğretmenlere – göreve başlamadan enerjileri, umutları tükenenleri saymıyorum- bu cümleleri söyleten şey nedir acaba? Herhangi bir şekilde,  yukarıdaki ifadelerin benzerlerini söylemeyen, 4 yalan 1 doğru sistemini uygulamadan verdiği eğitimden memnun olan, öğrencilerini memnun eden var mıdır acaba? Varsa bunu nasıl yaptığını bizlerle paylaşırlarsa mutlu oluruz.
           
Sürekli değişen gündemden dolayı bir türlü tartışmadığımız, tartışsak bile kestirme yoldan suçlu ilan ettiğimiz “sistem”den eğitim sorunlarımızı bir türlü çözüme kavuşturamıyoruz. Yine sistemi suçlu bulacaksak tartışmaya hiç girmeyelim. Çünkü, bu sistem eski Milli   Eğitim  Bakanı   Hüseyin Çelik’i bile kendinden dertlendirmişti. ( 2004, Elazığ). O halde çözüm, siyasette değil. Hüseyin Çelik o günkü konuşmasında “pastayı büyütmek” diye bir şeyden bahsetmişti. Ancak, mevzu bahsi olan şey öğretmen maaşlarıydı. Hani şu sendikaların, sürekli fırsat kolladığı şey. Öğretmen, maaşı az olsa da   bir iki itiraz etsek demekten başka işe yaramayan sendikalar. Demem o ki, bizim derdimiz az ücret falan değil.
 
Bizim derdimiz sevgisizlik. Biz çocuklarımıza, okullarımızı, derslerimizi, kendimizi sevdiremiyoruz. Kendi branşımdan   başlayacak olursam İngilizceyi sevmeyen öğrencilerin oranı  bu gün her sınıfta % 50’nin üzerinde. (Bizzat öğrencilerimden aldığım oranlar).  Coğrafya, Tarih, Matematik, Fizik, Kimya hatta Beden Eğitimi  dersleri için durumun farklı olduğunu söylemek biraz abes olur. Öğrencilerin ayıp olmasın diye Türkçe derslerini sevmediklerini söyleyememeleri, bu dersin başarı oranının düşük olması ile ortaya çıkıyor.  
Bu sevgisizlik ortamında biz hala eğitelim mi, öğretelim mi tartışması yapıyoruz. Bu tartışmaya diyeceğim şey şudur. Eğitim ve öğretimi birbirinden ayırt etmek, deveyi iğne deliğinden geçirmekten çok daha zor. Zaman zaman, eğitimin öğretimi kapsadığını bizler söylerken böylesi bir ayırım iddiamızla kendimizi kandırmaktan öte bir şey yapmış olmayız. Eğitim işin mana, öğretim madde yönünü ele alır. Bu iki şeyi birbirinden ayırırsak, vefa ve sıla-i rahim duyguları gelişmiş lise mezunu bir bireyin Erzurum’a yapacağı ziyaret sırasında Çanakkale’de bulunan bir akrabasını ziyaret etme düşüncesiyle elinde Türkiye haritasıyla, Erzurum yakınlarında Çanakkale’yi aradığına çok şahit oluruz.(yaşanmış bir hadise)Ya da depremde yıkılan binalar eğitimsizliğin mi , öğretimsizliğin mi sonucu?
 
Sayın Öğretmenlerim, çöpe atılacak tek bir çocuğumuz bile yok. Bütün çocuklarımızı ilgi ve istidatları doğrultusunda eğitmek, bütün çocuklarımıza öğretmek boynumuzun borcu. Dünya     36-42 kuzey paralelleri, 26-45 doğu meridyenlerinden ibaret değil. Dünyanın bize ve çocuklarımıza ihtiyacı var. Hedefleri büyük olanların pastaları büyür.
Nice eğitim, öğretimli 24 Kasım’lara.

16 Kasım 2011 Çarşamba

Küfürsüz Hava Sahası

Kendimi kameraya alıp izlemek istedim. Amacımın aksi şeyler çıktı. Ben biraz böbürlenmek istemiştim kendimle. Malzemesi ben olunca filmin güzel şeyler çıkar diye umutlanmıştım. Sonuç fiyasko… Beşerim biliyorum da bu kadar şaşma, sapma fazla dedim kendi filmime. Bakalım siz ne diyeceksiniz.
 
Sevgili dostlar, ben tam bir küfürbazmışım. Yanlış okumadınız, hani şu söven adamlar var ya onlardan. Filimden kareler aktarayım size de bir görün. Okuduğunuz bu adam nelere sövmüş.
 
Maç izliyorum bir sahnede, tuttuğum takımın oyuncusu çok güzel bir çalım atıyor, benim ağzımda bir küfür, amacım futbolcuyu övmek. Aynı futbolcu çalım yiyor benim ağzımda küfür, amacım öfkemi göstermek. Gol atıyoruz, küfür. Çünkü seviniyorum. Gol yiyoruz, küfür. Çünkü, üzülüyorum. 
 
Başka bir sahnede çocuk seviyorum, ağzımda küfür, anlamı çocuk çok tatlı. Birkaç dakika sonra çocuk çok ağlıyor, ağzıma geleni sayıyorum, maksat sinirlendiğim belli olsun.
 
Bir yerde başarılı bir öğrencimden bahsediyorum ağzımda küfür, çocuk çok başarılı ya. Tembel bir çocuktan bahsediyorum, yine küfür, çocuğun tembel olduğunu başka türlü anlatamam ya (!).
Bir arkadaşımı övmek istiyorum bir yerde, küfür ediyorum. Samimi olduğumuz anlaşılmaz diye korkuyorum belki. Birine kızıyorum, küfür ediyorum. Tepkimi nasıl koyabilirim yoksa? Biri bana küfrediyor, küfür öyle edilmez böyle edilir kavlinden bir de ben küfür ediyorum.
 
Kendi filmimde, sevgiden, övgüden, kızgınlıktan, nefretten, samimiyetten, şakadan, sevinçten, hüzünden,  başarıdan, başarısızlıktan küfür ettiğimi gördüm. Küfrü ağzımda sakız gibi çiğnermişim de haberim yokmuş. Ne büyük bir utanç. Utandım, utandım, utandım.
 
Bu filmi izlememe vesile olan öğrencilerime, arkadaşlarıma teşekkür ederken, bir salisesini dahi geri alamayacağım hayatımın küfür ettiğim dilimleri için duyduğum derin pişmanlıkla sizlere kendi filmlerinize bakmayı öneriyorum. Belki birlikte “Küfürsüz Hava Sahası” oluşturabiliriz. “Küfüre Sıfır Tolerans”, la “Küfürsüz Bir Dünya” kurabiliriz.
 

Sokrat'a Mektup

Bay Sokrat,
Filozof, alim olmanız ya da kimilerince peygamber olarak kabul edilmenizin bu mektupla  hiçbir alakası yok. Bu mektubu, felsefe öğretmenimin size atfettiği bir söz ile ilgili yazıyorum. Hocam, sizin hep şöyle dediğinizi söylerdi. “Bu gençlik böyle giderse dünyanın sonu hayır değil.”

Alim adamsınız vesselam, bir şey bilmeseniz söylemezdiniz. Ancak, ben affınıza  sığınarak birkaç soru sormak istiyorum. İçerik bakımından paralellik  taşıyan bir dizi söz hala kullanılıyor da…
Acaba , sizin zamanınızda da  “edep” yalnızca gençler için miydi? Sözüm ona, sizin zamanınızda da yetişkinler her türlü  çirkin ifadeyi kullanır da genç kullanınca ayıp karşılanır  mıydı? 
Sizin zamanınızda da bütün yasaklar gençler için miydi? Sizin zamanınızda da sözde +18 mekanlar oluşturulup,   müşterilerin çoğunluğu -18’den toplanır  mıydı?

Sizin zamanınızda TV, internet var mıydı? Abuk subuk,  gençlerin izlemesi sakıncalı  programlar yapılır mıydı? Her eve  internet kampanyaları düzenlenip sonra acaba bu gençler neden internet bağımlısı oldu diye tartışmalar yapılır mıydı?

Siz hiç  bally, tiner  nedir bilir  misiniz? Bilseniz  bile bunların gençlerle hatta çocuklarla bir alakasını kurabilir misiz? Sizin, yetişkinlerinizde çocuklara bağımlılık yapan maddeler satar mıydı?  
Sizin zamanınızda da gençler her türlü hakarete maruz  kalır mıydı? Azarlanır mıydı toplum önünde? Yediğin önünde yemediğin ardında daha ne istiyorsun, denilerek istemediği bir eğitime zorlanır mıydı?

Siz hiç çocukları kendi eylemlerinize kalkan olarak kullanır mıydınız? Sizin zamanınızda “Sokak Çocuğu” diye zırva  bir kavram var mıydı?

Sizin zamanınızda Çocuk Kongreleri yapılır mıydı? Kongre’de bir devlet büyüğünüz “Her gün 5 yaşından küçük 24 bin çocuk, çoğunluğu önlenebilir nedenlerden hayatını kaybediyor. BM verilerine göre dakikada 30 çocuk açlık nedeniyle hayatını kaybediyor. Maalesef insanoğlu ve ülkeler yılda 1.5 trilyon TL’yi silahlanma için ayırabiliyor. Bu paranın çok az bölümüyle çocuklarla ilgili olumsuzlukları ortadan kaldırmak mümkün. 500 milyon ile 1.5 milyar arası çocuk her yıl şiddete maruz kalıyor. 5-14 yaş arası 150 milyon çocuk ağır işlerde çalıştırılıyor. 1 milyardan fazla çocuk silahlı çatışmaya sahne olan bölgelerde şiddetin gölgesinde yaşamak zorunda. 250 bin çocuğun eline silahlı örgütler tarafından silah tutuşturulmuş. Yine her yıl 1 milyon 200 bin çocuk çeşitli amaçlarla kaçırılıyor.” gibi istatistiki  bilgileri konuşsa ne derdiniz?

Sizin zamanınızda  da, sorunlar laf olsun diye mi konuşulurdu, çözüme dönük adımlar atılır mıydı? Sizin zamanınızda akademik çalışmalar sırf istatistik olsun  diye mi yapılırdı?

Sizin zamanınız da hep gençler mi (!) suçluydu?

Bay Sokrat,  umarım sorularımla kafanızı şişirmemişimdir. Siz bu meşhur sözünüzü söyledikten yaklaşık 2000 yıl sonra hala hayat devam ediyor,  hala gençler (!) sorun, hala problem. 
İlk kez bir alime yazdığım için size nasıl hitap edebileceğimi bilemedim. Hata etmişsem ne  olur  cahilliğime verin.

Hoşça kalın, Bay Sokrat.