27 Nisan 2013 Cumartesi

Çadırdan Mesleğe Koşuyorum



27 yıl önceydi… Göksu Irmağının  kenarında, dut ağacının altındaki çadırında gündüz vakti uzanırken, duyduğun çocuk çığlığı seni koşturmaya yetmişti. Ses ırmağın karşı kıyısından geliyordu. Su derindi ama sen aldırmadın.  Koştun,  su üstünde. Koştun, koştun, koştun. Minicik yavruyu, ölümün pençesinden almak senin nasibin oldu.

Çocuğu annesine teslim ettin, ve bir sonraki “koşma” ne için olacak diye çadırına uzanırken,  köyde adın “aptallar “ çocuğu kurtarmış diye anılıyordu.

Bu köyde sana “aptal” denilir. . Başka yerlerde, Roman,  davulcu , sepetçi, çingene, cingan, ede , bizim kirveler, öteki ….  Bunlar farklı, kimi  Hindistan’dan gelme, kimi Romanya’dan denilse de “sen” yaşadığın toplumdan hep başka oldun. Hep koşmakla geçti senin ömrün, tehlike gördüğünde, ruhun daraldığında topladın çadırını başka yerlere göçtün.

Fakirdir, yaşamasın denildi. Arı ırk korunsun,  kalıtsal hastalıklar önlensin denildi. Toplama kamplarına konuldun.  Söz de bilimsel çalışmaların canlı canlı kurbanı oldun. Kısırlaştırıldın. Vahşice katledildin, soyun kurutulmak istendi. Ama, yapamadılar, sen koştun. Hayata koştun, yaşamaya koştun. Hep farklı, hep öteki oldun.

Gün geldi, seni kendinden farklı görmeyen yürekler ortaya çıktı. “Ne farkımız var bizim onlardan, onların bizden ne farkı var “  dedi onlar. Onlardan biri, narin güzel insan Halil Kaplan. Çocuklarını aldı, senin mahallenden geçti. Seni konuştu onlara, seni anlattı. Koşuşlarını izledi. Bir fikir çıktı yüreğinin derinliklerinden:   “Çadırdan Mesleğe Koşuyorum”.  Arkadaşlarına anlattı. Halili Lütfullah Çeliğ, Yusuf Gür ve başka arkadaşlar  hemen kabul etti. Bir proje yapalım denildi. Ve sen bu vesiliyle Çadırdan mesleğe koşuyorsun. Yolun açık olsun.

“Çadırdan Mesleğe Koşuyorum” isimli Sosyal Destek Programı (SODES) kapsamındaki proje Kadirli Endüstri Meslek lisesinde yürütülmektedir. Başta, okul müdür baş yardımcısı, Halil KAPLAN, müdür yardımcı Halili Lütfullah ÇELİĞ, Motor  Teknolojileri Öğretmeni Yusuf GÜR beyler olmak üzere bu projede emeği geçen herkese teşekkürlerimi sunuyorum. Dilerim, bu ve buna benzer projeler başta ülkemiz olmaz üzere dünyanın dört bir yanında uygulanır ve başarıya ulaşır. 

27 yıl önce benim için koşanları bugün mesleğe koşturanlara selam olsun. 




19 Nisan 2013 Cuma

Say’san da Say’masan da Fazıl Bu!



Bazen şartlar insanı hiç bilmediği şeyler konuşmaya zorlar, bu Fazıl Say meselesi de beni tanımadığım biri hakkında yazmaya zorladı. Ben Fazıl Say’ı hiç tanımam. Geçen yıla kadar onun hakkında bildiğim şey dünyaca ünlü Türk piyanist kimdir sorusunu doğru yanıtlamaktan öte bir şey değildi. Geçen yıl İslamiyet hakkında  hakaret içeren tweetlerini gördüm, açıkçası mahkeme sürecini falan da bilmiyordum.

Şu birkaç gündür, Fazıl Say’ın TCK’da yer alan   "Halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılayan kişi, fiilin kamu barışını bozmaya elverişli olması halinde, altı aydan bir yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılır." (madde 216/3)  ile 10 ay hapis  cezasına çarptırıldığını öğrendim.

Süreç hukuken bitse de Fazıl Say ulusal ve uluslararası basında  yer almaya devam etmekte.
“Bizi de Fazıl say diyenler.
“Fazıl Say  sen de bizi say” diyenler.
Fazıl’ı savunanlar, Fazıl’a karşı duranlar.

Süreci izlerken, acaba bu süreç Fazıl Say’a ne kattı diye düşündüm. Acaba, yaşananların hiç biri onu bir milim olsun İslamiyet’e yakınlaştırmış mıdır, ki o potansiyel bir  Müslümandır. Yaşayan herkesin şayet kalbi mühürlenmemişse Müslüman olma ihtimali var. Ya da şu an onun olduğu gibi ateist olma ihtimali. Ki tarih hep bunun örnekleriyle dolu. Nice İslam düşmanları Müslüman oldu, ya da nice Müslüman sonradan İslam düşmanı olmuştur. Bu yüzden ne oldum değil de ne olacağım demeli. Peki ya süreçte İslamiyet ne kazandı?

Kişisel olarak  Fazıl Say’ın  yaptığını yanlış bulduğumu söylemeliyim..  Kendisi de açıkça ifade etmese de, Ömer Hayyam’ın bir rubaisini paylaştım diyerek kendini savunmaya çalışması pişman olduğunun göstergesi. Açıkçası bu güne kadar hiçbir ateistle oturup konuşmadım. Bir ateistin ne hissettiğini de bilmem. Onların ortamları nasıl, ne yerler, ne içerler buna dair bir bilgim de yok. Yaşantı şekillerini besleyen bir kaynakları var mı onu da bilmem. Onlar nasıl küfür eder onu da bilmem.

Ancak, gün geçmiyor ki küfür duymadığım olmasın. Ne olur bir gün bir argo duymamayayım. Yanında olmayanın dedikodusunun, gıybetinin yapılmadığı bir gün yaşayayım. Ne olur iftiralar bitsin! Senden olmayanı, senin olmayanı aşağılamalar bitsin! Kendi, kutsal değerlerine  küfürler bitsin!

Ateistlerin bir kaynağı var mı bilmem dedim. Ancak, bizim beslendiğimiz kaynak şunları söyler.
“Onların Allah’tan başka tapmakta olduklarına sövmeyin ki, (onlar da ) haddi aşarak bilgisizce Allah’a sövmesinler…..” (En’am – 108)

“İnanan kullarıma söyle en güzel şekilde konuşsunlar…..” (İsra -53)

“Çünkü, iyilikle kötülük bir olmaz. (Sen kötülüğü ) en güzel olan (iyilikle) def’et ; bir de bakarsın ki , seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost olmuştur.” (Fussilet -34)  

Rasulullah (sav) efendimiz “kötü söz sahibinindir “ şeklinde buyurmuştur.

Yaşanan bize ahlaki ve imani  anlamda bir şey kazandıracaksa ne ala, yoksa Fazıl’ı Say’sanız ne olur Say’masanız ne!   




15 Nisan 2013 Pazartesi

Yağmurlu Düşünceler



Yağmurlu Düşünceler

Birazdan yağmur yağacak,
Hava karardı, gök gürlüyor.
Pencere önüne gideyim, kaçırmak istemiyorum bu anı…
Rüzgar esiyor, okaliptüs yaprakları, balkonda serili çamaşırlar delice sallanıyor..
Aşağı, yukarı, sağa sola, her yana… Her yanda bir heyecan…
Toz bulutları yerde uçuşuyor, gökteki adaşlarına yalvarır gibi…
Biz hazırız, tutma yağmuru gelsin diyorlar.
Yağsın yağmur üstümüze… Yağsın, yağsın…

Ve başlıyor yağmur…
Yavaş yavaş, çiseleme bu…
Bir, üç, beş… Melekler iniyor…
Yağmur hızlanıyor… Melekler hızlanıyor.
Her bir damla, bir melek tarafından indiriliyor.
Damlalar birbirine değmeden toprağa düşüyor.

Toprak, yağmuruna kavuşuyor…
Yerde hafif bir sislenme var…
Cama bakıyorum, cam da nefesimden buğulanmış…
Toprağın sisi, camın buğusu birbirine benziyor.
Yağmur yağınca hep böyle oluyor.
Ham maddemiz, aynı olunca…

Toprak, yağmurla canlanıyor…
Ben de böyle mi dirileceğim diye düşünüyorum?

Bir’den başka bir düşünce.
“Allah yolunda öldürülenlere ölü demeyiniz, onlar diridir”
Peki, ya Allah yolunda yaşamayanlar ölü müdür!

Toprak, parça parça diriliyor.
Yağmur yağdıkça….
Peki, ya ben?
Büsbütün canlı mıyım?
Aklım, kalbim, dilim, kulağım, elim,  ayağım canlı mı?
Bütün hücrelerim diri mi?
Boşa harcadığım, Rabbim seni anmadığım zamanlar, boşa konuştuğum, duyduğum kelimeler geliyor aklıma…
Ben yer yer  diriyim…
Yani, yer yer ölü….
Ben ölmüşüm haberim yok.
Ben ölmüşüm, ağlayanım yok.
Bu kadar umutsuz olma diyorum kendime.
Umutsuzluk da bir ölümdür.
Koş yağmur daha dinmedi...
Kapıya koşuyorum…
Her bir yanıma değsin yağmur, sırılsıklam olayım.
Toprak misali dirileyim …

O an, Hz. Süleyman’dan bir mesel kapımı çalıyor.
Hani, toprak kurumuştu…
O ashabıyla yağmur duasına çıkmıştı.
Orda karıncayı gördü:
Karınca: ” Rabbim, yağmur yağdırsan da, yağdırmasan da ben senden müstağni değilim” diyordu.
Hz. Süleyman, dönelim “ben duamı öğrendim”  dedi ashabına.

Ben de öylece dönüyorum…
Yağmuru hiç umursamadan…





14 Nisan 2013 Pazar

Adınız Yusuf’sa …



Güzellikler varken, kaptırmışız kendimizi suyun akışına ha bire çirkinlikleri paylaşıyoruz. Kötülük, olumsuzluk, yaşamadığımız, duymadığınız, anlatmadığımız bir günümüz olmuyor nedense!

Yanıtını biliyoruz aslında. Kötülükleri paylaşa, paylaşa sıradanlaştırıp, adeta yaşanması zorunlu bir şeymiş gibi kabul ediyoruz. İlahi emir, başkalarının ayıbını örtmemizi emrederken…

Konu evlilik. Yok, yok  kötü şeylerden bahsetmeyeceğim.

Önce bir çoktan seçmeli bir soru soralım:
 Bir kurumda devlet memurusunuz ve yeni evlisiniz bir yıllığına yurtdışı göreviniz çıktı.

Özelleriniz hariç eşyalarınızı;

A)    Evde bırakıp anahtarı komşuya bırakırsınız, arada bir evinizi havalandırmasını istersiniz.
B)    Kira ödememek için toplayıp bir yakınınızın evine koyarsınız.
C)    Size birlikte depo kiralamayı öneren arkadaşınıza katılıp depoya bırakırsınız.
D)    Sizinle beraber çalışan  ve yeni evlenecek olan Suphi isimli iş arkadaşınıza karşılıksız 1 yıllığına vermeyi teklif edersiniz.

Her biri yapılabilir seçeneklerden eğer adınız Yusuf’sa D seçeneği sizin için en uygun olanı.
Peki Suphi Yusuf’un akrabası  mıdır?
Uzun süredir tanıdığı biri midir?
Acaba eşinin akrabası mıdır?
Eşinin arkadaşı mıdır?
Peki Yusuf veya eşi, Suphi’nin evleneceği hanımefendinin akrabası veya arkadaşı mıdır?
Beş soruya beş kere hayır.

Benzer başka sorulara da hayır.

Yusuf olmak için bunlara ne gerek! Eşya ne zaman insandan kıymetli oldu ki!

Yusuf’un eşi olmak, Yusuf’u Yusuf yapmak, ona yürü be yiğidim diyebilen hanımefendiye de hakkını teslim edelim. Öyle kolay Yusuf  olunmuyor.

Peki Suphi’ye ne demeli! Yeni evleneceksiniz ve evleneceğiniz kişiye bir başkasının eşyasını kullanmayı önermek, öyle her kişinin işi harcı değil.

Peki, bu teklifi kabul eden hanımefendinin payı ne bu durumda! İnşallah o da Suphi’yi Suphi yapar. Görünen köy kılavuz istemez değil mi!

Eline hesap makinası alıp bu paylaşımı bir ticaret görerek kimin karlı çıktığını hesaplamaya çalışanlara da boşa uğraşmamalarını tavsiye edelim.

Çünkü, o makinalar asla sonucu “İNSANLIK” olarak göstermeyecektir.

Evlilik gibi kutsal bir değerin ayaklar altına alındığı bu günlerde bana bu güzelliği yaşatan, yukarıdaki güzel insanlara en kalbi duygularla teşekkür ederken bir not:

Sizler, ne ilksiniz, ne de son olacaksınız. Güzel O’lan, ne güzeller yarattı, ne güzeller yaratacaktır. Rabbim, güzel insanların sayısını artırsın.



9 Nisan 2013 Salı

Flört “in”, Evlilik “out”



Son birkaç yıldır “çocuk gelinlerle” ilgili yoğun bir çalışma var. Evliliklerin küçük yaşta olmasını engellemeye çalışan bu çalışmaya karşı çıkan birilerinin olacağını sanmıyorum. Kimse, bir kız ya da erkek çocuğun  çocuk yaşta evlenmesine razı gelmez. 18 yaş altı herkes çocuk kabul edilmesine rağmen  17 yaşında aile izni, 16 yaşında hakim izni ile, 15 yaşında evlilik yapan çocuğun herhangi bir şikayeti yoksa evlilikler yapılabiliyor. Dahası, maalesef ülkemizde 12 yaşındaki çocuklara bile  “dini nikah”  yapıldığı biliniyor.

Yaş 12 olunca, “12 yaşında çocuğa kıydınız, bir de “dini nikah” mı kıydınız!” başlıklı tepki dolu makale okudum. Vicdanı olanın herkesin katılacağı türden bu makalede daha çok dini referanslar üzerinden çocuk  evliliğine samimi bir karşı duruş söz konusu.

Peki,  neden karşı durulur çocuk yaşta evliliğe?
Çünkü, çocuk adı üstünde çocuktur. Çünkü, çocuk bedensel, ruhsal açıdan evliliğe hazır değildir. Çocuk, psikolojik bir yıkım yaşayabilir. Sosyal açıdan evliliğe uyum sağlayamayabilir.

Bunlara katılmayan var mı?

Konuyla ilgili aşağıdaki cümleleri görünce  insanın aklına “çocuk yaşta evliliğe” değil de bizzat evliliğin kendine karşı sistematik bir karşı olduğunu düşünmeden edemiyor insan.

 “Evlilik şart değil, ama çocuk mutlaka yapılmalı”.
“Evli değiliz ama müşterek çocuğumuz var”.
“Çok flört ettim. Allah’a şükür. “

Kürtaj tartışması sırasında Türkiye’de çocuk evliliğine şiddetle karşı olan, yazılarını bu ve buna benzer konular üzerine yazan bir yazarın, “olur ki kızım flörtüyle bir macera yaşadı ve gebe kaldı. Ben onu doğurtup, onun adını kötüye mi çıkaracağım ,  merdiven altı da olsa kürtaj yaptırırım” diye yazdığına da şahit olduk.

Flört edebilirsin, hatta gebe bile kalabilirsin ama asla evlenmemelisin mi demek istiyor sizce de bu ifade!
Evlenirsen, bedenin kaldırmaz, ama flörtte sakınca yok demek mi istiyor!
Evlilik psikoloji bozar ama flört gönül eğlendirir mi diyor!

İnanın, bu derdi nasıl anlatacağımı bilemiyorum.

Bir yanda 180.000 çocuk gelin.

Bir yanda gençliğin içine düştüğü flört çılgınlığı.  Flörtü olmayanla dalga geçilen 8 – 12 yaş yaş grubu bebeler. 5 yaşında onu bunu seviyorum diyen yavrular. “Aynı anda en fazla kaç kızla flört edilir” yarışında olan erkek çocukları. Şu çocuğu   bana ayarlasana diyen kız çocukları.

Eminim, kimse çocuğunun çocuk yaşta evlenmesini istemez. Peki, insanlar çocuklarının masum (!) flörtlerine ne der!

Çocuk evliliğinde dinden dem vuranlar, Allah (cc) ’ın flörte nasıl baktığını bize anlatabilirler mi?

3 Nisan 2013 Çarşamba

Mesleki Irkçılık


“Bir insanın ülkesini sevmesi takdir edilecek bir şey . Ama sevgi neden sınırda bitmek zorunda?” Çello ustası Pablo Casals’ın bu sorusuna sizin yanıtınız ne olur bilemem. Ancak, ben, “ben” duygusundan öte bir şey bulamıyorum.

Tepeden tırnağa hodgamlığın fışkırdığı “ben” duygusu. En doğal sevgileri bile  “sevmek , değer vermek, yüceltmek lazım “ gibi sihirli sözcüklerle aşağı çeken bir bencillik.

Kendinde var olanı sözde  ulularken, yere göre sığdıramazken  hemen aynı paydalarla “elde edilen” 1 cm ötedeki topraktan nefret etmek, o toprakları sevenleri aşağılamak ancak “ırkçılık” denilen deli saçması bir fikrin ürünü olabilir.

Bu fikrin savunucuları, başlarını ellerinin arasına koyup bir saniyeliğine komşu toprakta olduklarını hayal edebilseler (edemezler)  anında kendi yaşadıkları yerden nefret ederler. Çünkü, artık orada kendileri yoktur.
Sorsanız, onlara “kardeş, vatanı çok seviyorum bundan sonra ne yapmam lazım” diye tek bir somut önerileri dahi sunamazlar.

Hal böyleyken, bu düşünce tarzı   her geçen gün başka bir alanda kendini ortaya çıkıyor, ya da bencil insan da kendini bulabiliyor. Bunlardan biri de “mesleki ırkçılık” denilebilir. Yaşanan, muhtelif sıkıntılarda “ bakın gördünüz mü ne zor şartlarda çalışıyoruz” çığlıkları atılmaya başlıyor.  “Şartların iyileştirilmesi lazım”, “fiziksel koşullar iyi değil, teknolojik açıdan donatılmalı”, gibi yuvarlak cümleler. Denilen yapılsa duyacağınız cümle:  “Ne yapalım kardeşim biz bunları, bizim maaşımızda iyileştirme olmalı.”

Gelinen nokta yine “ben”. Kendini üstün görme, kendi ihtiyaçlarının diğer kimselerden haliyle daha çok olacağına inanmak. En temelde de bu beklentiyle yetişiyor. Ta çocuklukta çok kazanacağı, rahatının iyi olacağı meslekler diye bir sınır çizilmiştir onun için. Bu ideallerle yola çıkan bir bireyden “tamam biz kazanıyoruz, biraz da şu meslek grubu kazansın denilmesini beklemek hayal olur.

Gördüğümüz de zaten değil mi?  Herkes kendi için, konuşur, kendi için yürür. Hatta, kendi haklarını ararken başka meslekleri de aşağılar. Mesela, “koca öğretmen maaşı bir hademe maaşıyla denk tutuluyor der öğretmen. ” Doktorlara sorsanız pastadaki en büyük pay onların olmalı, çünkü en çok çalışan kendileri.  Peki,  öğretmen ömründe o adamcağızın –hademe-  yaşadığı duyguyu yaşamış mıdır? Peki ya doktorlar, bir duvar ustasının, bir inşaat işçisinin ne çektiğini bilebilir mi? Peki, öğretmen hademenin yaptığını, doktor duvar ustasının yaptığını yapabilir mi?

Maalesef, zaten sağlıklı olmayan  bu duygular bir de anketlerle iyice körükleniyor. Artık, bir anketin sorusu şu olabiliyor: “Doktorların en çok anlaşamadığı meslek grubu”. Tabii, doktorlarımızda önüne şıklı gelen bu ankete nezaketen yanıt veriyor.

İnanıyorum ki , tıpkı vatanseverlik noktasında samimi olmayan kimselerin öncülük yaptığı gibi, mesleki boyutta da işini iyi yapmayan, hizmet etmekten ziyade rahat etme ve para kazanma hırsı ile o mesleği seçen kimseler  çığırtkanlık yapıyor. Çoğunluğun iyi olduğuna inandığım kimseler de buna alet olabiliyor.

Zaten değerli olan mesleklerimize “gereksiz” vurgular yaparak kimseyi mutlu edemeyiz. Kimsenin mutlu olmadığı da ortada. Çocuklarımıza sağlıklı, bir gelecek bırakmak istiyorsak bu ”mesleki ırkçılıktan” vazgeçmeliyiz.

Babayiğitlik, sadece kendi vatanını, mesleğini, kendini sevmek de değil. 

CEVİZ ÇIRPICISI
Elazığ’ın bir köyünde çocuklar babalarının meslekler ile övünürler. Biri, benim babam subay, şöyle güçlü, böyle cesur der. Diğeri, benim babam doktor, şu kadar insanı iyileştiriyor der. Başka, biri benim babam öğretmen, insan yetiştiriyor der. Hakim, mühendis muhabbet devam ederken, bir çocuk dayanamaz, “oğlum, hanginizin babası benim babamın çırptığı cevizleri çırpabilir” der.