30 Mayıs 2013 Perşembe

Futbol Bir Ayak Oyunu

Futbolla ilgilenen hemen herkesi çocukluk yıllarında hangi takımı tutuyorsun sorusuna “ekmek spor, hangisi yenerse onu, milli takım vb. “ yanıt verenler sinir etmiştir. Ben, herkesin bir takım tutması gerektiği düşüncesiyle, birilerine bu soruyu sorar  bu tür cevaplar karşısında öfkelenirdim. Hele, bu soruyu babama hiç sormak istemezdim. Zira, babam kendine has üslubuyla futbolu şöyle tanımlardı:

Bir yuvarlak.
22 uyanık.
Binlerce manyak. (Tarzım olmayan bu kelime için özür dilerim)

Ben otomatikman kendimi üçüncü grup içerisinde hisseder, bu yüzden babama olan tepkim artardı.  3 – 0’dan 3 – 4 kazanılan bir Galatasaray - Fenerbahçe maçıyla başladı takım tutma işim. Elime geçen para o zaman futbolcuların küçük resimlerini hediye eden sakızlara giderdi hemen. Sakızdan çıkan, Fenerbahçe olursa ne ala, diğer takımlar olursa, ya çöpe atar, ya yırtardım. Nadir de olsa, diğer takımları tutan arkadaşlarıma verirdim. Nielsen, Gerson Küçük Şenol, Büyük Şenol, Oğuz, Aykut kim çıksa sakızdan mutlu olurdum. 11 kurunca bir başka sevinirdim. Arkadaşlarla, Fenerbahçe –Galatasaray maçı yapar, yenince biz değil de Fener yenmiş gibi sevinir aksi durumda Fener kaybetmiş gibi üzülürdüm.

Her sezon öncesi transferleri takip eder,  şampiyonluğun hayalini kurardım. Özelikle, 3 Temmuz öncesindeki birkaç sezonda  senede en az 30 maç izlerdim. Bir de, ben maç izleyince takımım yenilmiyor diye düşünür, bütün programlarımı buna göre yapardım. Mesela, Fenerbahçe’nin son şampiyonluğunda  hiç  mağlubiyet görmedim, çünkü mağlup olduğumuz 4 maçı da izlemek nasip olmadı.

Maç izlerken, küfür edenlere hiç katlanamaz, küfür ettikleri futbolcu gol attıktan sonra sevinenleri iki yüzlülükle suçlardım. Kimi zaman  “ne yüzle seviniyorsun” diye o tip kimselere fırça atmışlığım bile olmuştur.  Futbolda sabrın esas olduğuna inanır, 90 dakika bitmeden yenildiğimize inanmazdım. Maç içerisinde ve maç dışında rakibe saygı duyulması gerektiğini düşünür, haksız penaltılar ve ya yanlış hakem kararlarıyla alınan galibiyetlere sevinemezdim. Taç için hakemle tartışan, faul alabilmek için kendini kolayca yere atan futbolcuların yaptığını asla etik bulmazdım.

Futbola bu kadar kafa yorarken, imdadıma 3 Temmuz süreci yetişti. Süreci, sadece şike var, yok boyutuyla değil de, bütün olarak değerlendirdim kendimce. Futbol bu topluma ne  katıyor, toplumdan ne alıyor diye bakmaya çalıştım. Şike, iddaa, bahis, toto ile dönen ayak oyunları zihnimi kurcalayıp durdu. Futbola karşı buz gibi olmasam da son 3 yılda toplamda 5 maç bile izlemedim desem kat ettiğim mesafeyi tahmin edebilirsiniz.

5  yaşındaki, oğlum Galatasaray formasını istedi, hemen aldım. Fenerbahçe forması istedi onu da aldım. Şimdi, bir gün başka forma diğer gün başka forma giyiyor. İkisini de sevdiğini söylüyor. Aslında, çocuk her şeyi özetliyor.

İngilizler, foot (ayak) ball (topu)  diye boşuna dememiş, ayakla oynanan bir oyuna kafa yormaya değer mi?









27 Mayıs 2013 Pazartesi

Sarhoş musan?


“Alkole yasak geldi” denilince, şöyle derin bir sevinç yaşadım. Çünkü, bana göre artık bu, ülkede, çoğunluğu alkolden kaynaklanan, cinnetler, cinayetler, tecavüzler, trafik kazalarının yaşanmayacağı anlamına geliyordu.

Sevindim, çünkü artık bu ülkenin bir bakanlığı alkolle mücadele etmek için bütçeden para almayacak, alkol satan yerlere ruhsat veren başka bir bakanlıkla çelişmeyecekti. Yeşilay hiç yoktan üretilen problemlerle 
mücadele ederek enerjisini boşa harcamayacaktı. 

Sevindim, çünkü artık gece bir yerden arabamla geçerken zil zurna sarhoş olduğu her halinden belli olan adamı arabama almadım diye vicdan azabı duymayacaktım.

Sevindim, çünkü alkole bir yakınımı, arkadaşımı daha kurban vermeyecektim.

Sevindim, çünkü bana göre bu, alkol illetinin ülke sınırları dışına çıkması anlamına geliyordu. Bu yasağı çıkaranlardan Allah razı olun diyecektim ki, olay düşündüğüm gibi değilmiş.

Hala alkol serbestmiş. Bu alkol severlere müjde olsun. Hala, içebilecekler. Onlar açısından yaşasın. Peki, niye bu kadar tepki var diye merak ettim.

Yasağa göre, 22:00 06:00 arası içki satışı yapılamayacakmış. Ne var bunda, geride kalan 16 saat boyunca iç. İlle de bu saatler arasında içmek istiyorsan, önceden al git evinde, komşunda iç. Hem o saatlerde, evde yağ, şeker  bitse onu da alamıyoruz. Ama, bunu yasak diye algılamıyoruz.

Yasağa göre, okul, ibadethane,  dershane, öğrenci yurtları  gibi yerlerin 100 metre yakınında içilemeyecekmiş. Ancak, daha önce buna hak kazanmış yerler hariçmiş. Git orda iç. Yok derdin, öğrencileri de alemine ortak yapmaksa gel sınıfta iç.(!) Cami cemaati de içsin diyorsan, gel camide iç.(!) İnsanlar istedikleri her yer de namaz kılamıyorlar, zaten namaz her yerde kılınmaz,  yasak var demiyorlar. Deseler de kimse umursamıyor. Biz istediğimiz her yerde  piknik yapamıyoruz, yasak var demiyoruz.

Yok, bunlar gündem değiştirme çabasıymış.  Uludere’de Kürtaj, Reyhanlı’da Alkolmüş. Sen de değiştirme gündemi. Bir kelime Reyhanlı’ya yazsanız kırk kelime alkole yazıyorsunuz. Hep Reyhanlı’yı yazın. Sanki çok umurunuzda.
Derdiniz ne sizin? Yoksa, Sarhoş musanız?
 Bari, yazarken, okurken ayık olun.



24 Mayıs 2013 Cuma

Dokunmayın ateistime!


Potansiyel Müslümanlarla, Müslüman olduğunu iddia edenlerin birbirlerine karşı şiddet, hakaret içeren  söylemlerini hayretle izliyorum.

Potansiyel Müslüman, Fazıl Say’ın ardından, bir başka potansiyel Müslüman Sevan Nişanyan (bu ismi ilk defa duydum, lütfen cahilliğime verin)  "Halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılayan kişi, fiilin kamu barışını bozmaya elverişli olması halinde, altı aydan bir yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılır." (madde 216/3) ile cezaya çarptırıldığını öğrenmiş buluyorum.

Kendilerini tanıyanlar, ortak bir paydaları olduğuna inanan bir zümre nüfusun  % 90’dan % 99’a kadar var olduğunu iddia ettikleri Müslümanlar ve İslamiyetle ilgili bin bir türlü hakaret küfür içeren yazılar yazdılar.

Oysa, yukarıdaki TCK maddesinde İslam dininin "Halkın bir kesiminin benimsediği dini değer” olmaktan öte bir yanı yok. Bu başka bir din de olabilirdi.  Küfür edilen İslam, yapılmasında hiçbir şekilde pay sahi olmadığı bir anayasaya tarafından savunulurken, başka küfürlere maruz kalıyor.

Levent Kırca, Ferhan Şensoy gibi şayet kalpleri  mühürlenmemişse Müslüman olma ihtimalleri bulunan kimseler sahnede ve yahut köşe yazılarında İslam’a hakaret edebiliyor. Ben bunlara şaşırırken, bu kimselere kötü söz, hakarete asla müsaade etmeyen İslam dininin mensubu olduğunu iddia  eden kimseler de onlar gibi hatta daha kötü üsluplara müracaat edebiliyor. Kimi haddi aşıp “bu tipler yok edilmeli” türünden ifadeler kullanabiliyor.

Merak ediyorum, bu ifadelerden kim karlı çıkıyor? Birilerine hakaret etmek kime ne kazandırıyor? Hadi, ateistler ya da dine küfür edenler bir şekilde birkaç günlüğüne gündem de kalma çabası güdüyor diyelim. Bırakalım, gündem onların olsun. Sen de eğer derdini gündem için yapıyorsan bunun neresi Müslümanca! Farz edelim, bu ateistler yok edildi , öldü ki, o halde ölürlerse bizim inancımıza göre onlar “cehennemlik”. Birinin cehenneme gitmesi hangi Müslümana ne kazandırır?

Lütfen, bir Müslüman her hangi bir kimseye karşı ettiği kötü söze kılıf bulmaya çalışmasın. Bu konu da yüce kitabımız Kuran-ı Kerim  şunları söyler

Allah’ın güzel sözü neye benzettiğini görmüyor musun? O, onu yerin derinliklerine kök salmış ve dalları göğe tırmanan yararlı bir ağaca benzetiyor. O ağaç sürekli olarak meyva verir. İnsanlar öğüt alsınlar diye Allah onlara çeşitli öğütler verir. İğrenç söz de kökü yerden kesilmiş, dik duramayan acı meyvalı bir ağaca benzer. Allah, gerek dünya hayatında, gerekse ahirette mü’minleri değişmez söze bağlı tutar. Allah zalimleri ise saptırır. Allah dilediğini yapar. (İbrahim 24-27)

Ve onların söyledikleri şeylere sabret. Ve güzel bir ayrılış ile onlardan ayrıl. (Müzzemmil 10)

O halde eğer nasihat fayda verirse, nasihat et. (A’la 9)

Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır. O halde kim tağutu reddedip Allah’a inanırsa, kopmayan sağlam kulpa yapışmıştır. Allah işitir ve bilir. (Bakara 256)

Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır. O halde kim tağutu reddedip Allah’a inanırsa, kopmayan sağlam kulpa yapışmıştır. Allah işitir ve bilir. (Bakara 256)

Sizin dininiz size,  benim dinim banadır. (Kafirun 6)

(Onlar) İslam’a girmelerini senin başına kakıyorlar: De ki, İslam’a girmenizle beni minnet altında bırakmayın ! Eğer, iddianızda doğru iseniz, bil’akis sizi imana erdirdiği için Allah sizi minnet altında bırakır. (Hucurat 17)

Kuran-ı Kerim’in hiçbir yerinde ya da  peygamber efendimizin (sav) hiçbir hadisinde küfrü meşru gören bir ifade bulamazsınız. Her kim bir canı kurtarırsa bütün insanlığı kurtarmış gibi olur diye buyuran bir dininin mensubu olarak ateistleri ya da sizin gibi inanmayanları öldürürseniz bu dini taşa mı, oduna mı, yoksa ağaca mı anlatacaksınız?




22 Mayıs 2013 Çarşamba

Nasıl anlatsam, evlat!



 Beş yaşındaki bir çocuğun parkta gördüğü renkli içeceklerin ne olduğu öğrendiğinde “sağlıklı mı bunlar “ diye sormasına  tepkiniz “aferin çocuğa “ ise sizinle aynı fikirde  olmadığımı belirtmek isterim.

Zira, bu suç bastırmaktan öte bir şey değil. Doğrudur, çocuk soyut düşünmeye başlamıştır. Ailesini  ya da öğretmenlerini tebrik etmek gerekebilir. Ancak, neden bir çocuğa bir şeyin sağlıklı olup olmadığı öğretilmek zorunda.  

Çocuğun sorduğu soruya bunlar “sağlıksız” diye yanıt verdiğinizde peki bu amca  “neden bunları satıyor” diye soruyorsa yanıtınız ne olur.

Adam geçinmek zorunda.  Sağlıklı şeyler pay edilince bu adamcağıza bir şey düşmemiş o da bunların sağlıksızını satıyor deyip geçiştirelim mi?

Yoksa, sus bakalım sen çok oluyorsun mu diyelim?

Bizim çocukluğumuzda, ben bir şeyin sağlıklı olup olmadığını sorduğumu hiç hatırlamıyorum. Bizim zamanımızda da kötüler vardı, ya onlar canavar, ayı olurdu, ya ülke sınırları dışında olurdu, ya da başka milletlerden. Öylesi bir öğretinin doğruluğu da tartışılabilir.

Ancak, bu gün gelinen nokta o günden hiç de iyi değil.

Bu gün, bizim zamanımızın kötüleri hala var. Doymak bilmeyen küresel güçler. Dünyayı elde etmek için her yolu mubah gören bir zevat. Eğitim, sağlık, gıda, inşaat her sektöre el atmış durumda. Biz ise, parktaki meşrubatçı Ahmet abiden, mahallemiz bakkalı Ali amcaya, dondurmacı Hasan’dan, sıvacı Ekrem, Internet cafeci  Metin’e  hep beraber adamların değirmenine su taşıyoruz. İşin en tuhaf yanı da hepimiz masumuz.

Lafı uzatmayayım da sorayım: Şu 5 yaşındaki çocuğa bu işi nasıl anlatayım?

 

16 Mayıs 2013 Perşembe

Bırakın, aynalar adam görmesin!


Bırakın, aynalar adam görmesin!
Eskişehir’de üniversiteyi okurken Samsun’lu Ercan   “adam görmek için illa aynaya mı  bakmak lazım” derdi.  O zaman şartlarında bu söz bana tebessüm ettirirdi. Zira Ercan da çevre tarafından pek adam görülmezdi. Ben dahil hiç kimse ona aynaya baksan da adam göremezsin diyemedik. Şimdilerde  etrafımda olup bitenlere bakıyorum, “o adam değil, bu şöyle kötü, böyle kötü” gibi ifadeler duymaktan bıkan biri olarak  kendi kendime koş aynaya bak, belki adam görürsün diyorum, ama yüzüm yok. Aklıma hep hatıralarım geliyor. Kırdığım kalpler, üzdüğüm insanlar, yaptığım hatalar. Bir türlü şöyle aynaya bakıp kasıla kasıla “adamsın be adam ” diyemiyorum kendime.
Siz biz “deriz be birader ” diyorsanız, biraz düşünmenizi istirham edeceğim.
 Konu, derbi.  Bir eğlence unsuru olan futboldan “küfür, cinayet, ırkçılık tartışmaları deşirmek ancak insanoğlunun yapacağı bir şey. Konuyu sadece ülkemizle sınırlandırmıyorum. İnsanın yaşadığı her yer buna gebe.

Biz şimdi kendi meselemize bakalım. Derbi oynandıktan sonra, günah keçileri ilan ettiğimiz, Volkan, Emre, Sabri, Melo, Meireles diğer futbolcular sanki uzaydan gelmiş gibi davranıyoruz. Sanki, bazı şeyleri ilk defa duymanın heyecanını yaşıyoruz. Daha önce Fazıl Say için de yapıldı bu.

Derbi akşamı maçı izlemedim, ancak sosyal medya twitter ve facebook’ta gördüklerim karşısında midem bulundu. Ertesi gün maç hakkında duyduklarım karşısında kulaklarıma pamuk tıkamak istedim. Belli ki, maçla ilgili bazı şeyler uygun görülmemiş, tasvip edilmeyen bazı şeyler var.

Bundan hareketle cinayeti Galatasaray’a ya da Fenerbahçe’ye yükleyenler.

Cinayetten Volkan’ı, Sabri’yi sorumlu tutanlar.

Volkan’a adamlığı yakıştıramayanlar.

Meireles’in çirkin hareketini gösterip, anasına ahlaksızlığı yakıştıranlar.

Fenerbahçe’ye sövenler, Galatasaray’a sövenler.
 Ne olurdu biraz kendimize baksak. Ama, yok, galiba bunların lügatında kendinden fazla küfür, hakaret edene karşı durmak var. Belki, “nasıl benden, daha çok insanın içinde küfür edersin tepkisi” ya da “bu kadar ünlü olup benim gibi sıradan bir adamın edebileceği küfür nasıl edersin tepkisi” gösteriyorlar.

Kendi adıma bu kişilerin tamamını sosyal medya da arkadaşlıktan çıkardım. Artık paylaşımlarını görerek zihnini kirletmek istemiyorum.

Günlük hayatta yanımda bir defa küfür eden ikincisini tekrarladığında artık o “pis alışkanlığını “ terk edene kadar saygı duyduğum biri olamaz.

Siz küfrü eden, dinleyen, okuyan, paylaşan kimselerden iseniz “bırakın aynalar adam görmesin.”



13 Mayıs 2013 Pazartesi

UBUNTU



Hayatımızdaki bütün problemlerin temeli yarışma odaklı yaşantımız. Yanlış okumadınız, bu gün “yalan, dolan, bencillik, hırsızlık, arsızlık, yolsuzluk, gasp, cinayet, terör, bilumum şiddet  versiyonları” varlıklarını bizim yarışma sevdamıza borçlu.

Gün geçmiyor ki yeni bir yarışma formatıyla karşılaşmayalım.  Her gün düzenlenen yarışmanın derece sahiplerine ödül töreni yapılmakta. Hatta, bu törenler bile kendi içinde yarış halinde. Törenler, görsel bir şölen, bir şov ortamına dönüştürülerek en başta hedeflenen maksat bir türlü hasıl olmuyor.

Bu yarışmacı ortamın hiç mi faydası yok, hiç mi kazananı yok  diyorsanız yanıtım kocaman EVET. Sadece kaybedenler ve kazanmış görünenler var. Yarışmayı kazanmış görünenler, kısa bir süre edindikleri bilgiyi, beceriyi kullanırken,  bu çoğu zaman süreklilik arz etmiyor. Bir de zaten sayıları oldukça az olan bu kimselerin yeni yarışmalarda kaybeden olma olasılığı yüksek. Hep kazansalar bile, o kadar kimseyi yenmiş olmanın onur, gurur ve kibri onları iflah olunmaz bir sürece götürebilmektedir.

 Yarışmanın kaybedenleri,  kaybetme psikolojisinden neşet eden duygularla kendilerini çoğu zaman illegal olan yeni oluşumların içinde bulmaktadırlar. Çünkü, onlar da bir şekilde kendilerini ispat etmeye zorlanıyor.  Bu oluşumlar içinde bile “en iyi” olma  psikoloji hesaba katılırsa “dünyanın” bu günkü tablosunun hiç de yadırganmaması gerektiği söylenebilir.

Peki çözüm ne diyorsanız?

Yarıştan ziyade, paylaşımı esas alan bir hayat felsefesi geliştirilmeli. Uygulanabileceğine canı gönülden inandığım aşağıdaki hikaye bunu en güzel şekilde anlatıyor.
“Afrika’da çalışan bir antropolog bir kabilenin çocuklarına bir oyun oynamayı önerir, ağacın altına koyduğu meyvelere ilk ulaşanın ödülü o meyveleri yemek olacaktır.

Onlara;
“Haydi, şimdi başla! Birinci olan alacak!”

O an bütün çocuklar elele tutuşur, koşarlar ağacın altına beraber varırlar ve hep beraber meyveleri yemeye başlarlar.

Antropolog neden böyle yaptıklarını sorduğunda şu cevabı verirler;

“Biz “ubuntu” yaptık: Yarışsa idik, yarışı kazanan bir kişi olacaktı. Nasıl olur da diğerleri mutsuzken yarışı kazanan bir kişi ödül meyveyi yiyebilir?

Oysa biz ubuntu yaparak hepimiz yedik.”

Ubuntu’nun anlamını açıklarlar onların dilinde:

Ubuntu: BEN, BİZ OLDUĞUMUZ ZAMAN 'BEN'İM...

5 Mayıs 2013 Pazar

İmtiyaz



Nam-ı  diğer ayrıcalık. Kişiye özel ayrıcalık denilse daha doğru olur. Bir türlü biz de değerini bulamayan ifade. Başkalarında olunca bazen tereddüt yaşasak da genel tavrımız öfke dolu olur. Bu ne haksızlık, bu dünyada adamının olacak türü ifadelerle öfkemizi haykırırız. Bazen, adam koca başkan ,  iki adamı işe almasın mı, bu kadar da olsun deyiveririz. Ben olsam ben de yaparım diye bir de ölçüt koyarız. Ölçütün adı “ben”.
İmtiyaz, benle alakalı olunca hepimiz birden  istemem yan cebime koy modunda nazlanır, bilmem olur mu ki diye bir iki git gelden sonra ikna olur,  icabını yaparız. Sonra, minare çalındı ne de olsa kılıf bulmak  zor olmasa gerek. Zaten, hemen herkes hazır gönüllü terzi olmaya. Belki  pişmanlık duyup yaptıklarını dostlarına paylaşırsın. Ama, onlar hazır diktikleri elbiseleri giydirmeye başlar.

“Sen en doğrusunu yapmışsın. “

“Millet neler yapıyor, senin haberin var mı?”

“Kantarın topuzu kaçmışsa, doğru olmak doğruya en büyük haksızlık olur.”

Pazara çıkarsın. Altı üstü, iki kilo domates alacaksın, pazarcı “abi, 2 lira ama sana 1,75 olur.”

Apartmanda kapıcın, “abi senin yerin başka, senin Allah’ına gurban.”

Hastan olur, sıra alayım dersin: Akraban doktor: “Hiç gerek yok, bu işi de halledemeyeceksek niye doktor olduk. “

Okulda öğretmen: Sen çocuğunu hiç merak etme, ben bütün öğretmenlerle konuşurum.

İmtiyaz, başkalarında olunca sevilmeyen şey. Bize olunca en doğal hak.

Ama,  “emrolunduğun gibi dosdoğru ol ” diyor Allah.
Boşuna yaşlanmamışsın ya Resulullah. 

2 Mayıs 2013 Perşembe

Memleketimden “Güzel” İnsan Manzaraları


         
Kötülükleri duymaktan, görmekten bıktım diyen güzel insanlar. Madem, bıktınız , o zaman siz de güzellikleri konuşun, paylaşın yaşayın, yazın.  Her platformu bunun için bir fırsat olarak değerlendirin.  Güzelliklerin yaşamasına katkı sağlayın. Unutmayalım, bu dünya sınav dünyası ise –ki biz en deruni duygularımızla böyle olduğuna inanırız- “iyi, güzel” olmadan sınav asla olmaz.  Öyle ise, etrafımızda olup bitenler karşısında ye’se kapılıp, ah vah demek yerine güzeli arayalım, bulalım, yayalım, ki yangının sönmesinde bir damla da olsa katkımız olsun.  
Kendi adıma, İnşallah  bunu becerebiliyorumdur.  Yoksa, kırılsın kalemim. Dimağımdan tek bir harf dahi çıkmasın siz “güzel insanları”  rahatsız eden.
Bu yazımda da sizlere güzel insan tablosu sunmaya çalışacağım. Bu tablodaki insanların bir kısmı hayatta.  Bir kısmının da yaşayıp yaşamadığını öğrenmemize katkı sağlayacağınızı umut ederek tablomu çizmeye başlıyorum.
Geçen hafta babamla, babamın 45 yıl sonra bulduğu asker arkadaşı Hasan amcayı ziyaret ettim. Hasan amca, eşi Durdu teyze ve 35 yaşındaki epilepsi hastası kızı Meryem ile birlikte yaşıyor. Biz daha eve, girer girmez iki asker arkadaşı başladılar konuşmaya. Askerlik anıları… İkisi de o kadar mutluydu ki. Askerde dayak yediklerini anlatırken bile gülüyorlardı. Onları bir keyifle izledim. Ya ne güzel insanlar bunlar dedim.  Ama, onlar değil bu yazının sebebi.
İlk karşılaşmanın heyecanı bitince, babam Hasan amcanın kızını işaret ederek. “Bu çocuğun durumu nedir” diye sordu.
Hasan amca anlatmaya başladı. “Bu çocuk doğuştan rahatsız. Biz o zaman Maraş Göksun’da oturuyorduk. Orada doktorlar çocuğun durumunu bilemeyince bizi Kozan’a yolladılar. Kozan’dan Adana’ya orda da bilemeyince, Ankara Hacettepe Üniversitesi hastanesine sevk edildik.” Yol yordam bilmeden, tuttuk Ankara’nın yolunu. Hastaneye zar zor yatış yaptırdık. Kendimizi bir otele attık. Birkaç  gün  böyle idare ettik. “
Amca anlatıyor, Durdu teyze iç çekiyor. O günleri yeniden yaşar gibi.
Hasan amca devam ediyor. “Sonra, hanım aslen Malatyalı Cemile hanım diye bir bayanla tanışır. Cemile hanım, bizim halimizi, nerde nasıl kaldığımızı öğrenince bizi kendi evlerine davet eder ve hanımın elime bir adres tutuşturur.  Olur olmaz derken, o adrese gitme kararı aldık. Tabii, bildiğimiz mi var, biz yakın bir yer sanıyoruz. Cemile Hanım’ın   Keçiören’deki su deposunun batı tarafındaki çocuk parkının yanındaki evi güçlükle bulabildik. Allah razı olsun, eşi Sadık bey de bizi iyi karşıladı. Tam 15 gün onların evinde kaldık. 15 gün boyunca Cemile hanım bizimle beraber her gün hastaneye geldi. Bu sürede, diğer çocuklarımızdan, köydeki keçi, koyunumuzdan hiç haberimiz yok.  Hanımefendi bize, ” siz köye gidin ben çocukla ilgilenirim” dedi. Biz, köye döndük, bu yavrumuz hastanede tam 90 gün kaldı ve Cemile hanım her gün bizim çocuğumuzu yokladı. “
Hasan amca, duygulandı. Durdu teyze ağladı. Babam,  ne iyi insanlar dedi. Ben duygulandım.
Olayın bizlik kısmı: Hasan amca, Durdu teyze bu güzel insanların – Cemile Kılıç, Sadık Kılıç ve oğulları Cemil Kılıç-  hayatta olup olmadıklarını bile bilmiyorlar. Eğer hayattalarsa da görüşmek, 35 yıllık hasretleri dinsin  istiyorlar.
Şahsen, direkt Kadirli ve Keçiören ilçelerinin yetkilileri ile görüşerek  onların bu hasretlerini dindirmeyi tercih edebilirdim, burada yazmayı yeğledim.
Çünkü, İyiler rahat olsun ve bilsinler:  Her şeye rağmen “Vefa, Sabır, Fedakârlık, Hoşgörü, Kıymet bilme” hala yaşıyor.  
Yetkililerimizin duyarlılıklarının yaşadığını da biliyoruz. Hasan, Durdu, Meryem Akol Osmaniye Kadirli’de  yaşıyor.  İnşallah, Cemile, Sadık, Cemil Kılıç da yaşıyordur.