27 Aralık 2011 Salı

Metrekareye Düşen Eğitim Oranı (1)

“Metrekareye Düşen Eğitim Oranı”  isimli yazımı okuyan dostlarıma “az yazılmış”  hissi vermişsem o yazım içim başarıya ulaştığımı belirtmek isterim. Herkesin kendinden bir parça gördüğü, zaman zaman “eyvah yakalandık bu adam”  benden  mi bahsetmiş dedirten o yazıdan sonra bu yazıda da kendimizi görüp  bulacağız. Kaç kişiye ulaşır, bilmem ama okuyacağınız satırlar, ulaşan büyüklerimin “adam haklı arkadaş” demekten öte bir şeyler yapacağını umut ederek  kaleme alınmıştır.
Bu yazıda ana babalık görevini layıki ile yerine getiren büyüklerimin affını istiyorum.

Eğitimi sadece okullara sıkıştıran, bu memlekette  eğitimin olmadığını her meclisinde ağzına sakız eden ana babalar olarak eğitime  hangi katkıyı sağladığınızı merak ederim. Kendimi de  bu güruhun içine katarak “biz” diyerek devam edeyim.

Biz çocuğumuzu akademik    başarısına  göre severiz . İspatı: Matematiği iyi yapan çocuğa, “zehir gibi kafası” var, Allah bağışlasın derken,  4 yıl üst üste SBS kursuna giden bu sınav denemelerinde sınıfında sondan 3. 4. olan ancak okulunda  bilgisayarın bütün arızaları  için  öğretmenlerinin başvurduğu öğrenciyi de mahcup  bir edayla “ne yapalım bu da böyle işte ” diye resmederiz.

Diğer çocuklarımızın üniversite okumalarını anlatırken ağzımız ballanırken, kuaförlüğe merak sarmış kızımızın 9 zayıfı olmasına  rağmen illa büyükleri gibi okumasını istemeyi bir  mecburiyet addederiz.  Bu yavrucağı,  “okuyacaksın değil mi yavrum, söz mü” gibi ifadelerle teslim olmaya zorlayıp, Çarşamba’dan sonra Perşembe’nin gelişi kadar  net bir sonuçla karşılaştığımızda da sızlanırız.

Daha oyun çağındaki zavallı yavruların renkleri bilmemesi,  bilse karıştırmalarını, komşu çocukları gibi 10’a kadar  sayamamalarını gurur meselesi yapar, umduğumuzu bulamayınca yavrumuza  bakışımız bu “geri zekalı yahu” modunu alır. Okula  yeni başlayan yavruların, yazı yazmada gecikmesini Kıyamet alameti görür, “eyvah ne yapacağız şimdi” diyerek bildiğimiz psikologun kapısını çalarız. Adamın, bu çocuk normal, biraz sabredin çocuğunuzun bir şeyi yok
demesini “işi bilmiyor”  şeklinde yorumlarız. Psikologa gitmeyenlerimiz de “bu  çocuk sizin sülaleye çekmiş” kavlinden sözlerle zekaca eşinden üstün olduğunu  ispatlamaya  çalışır.
           
Yine oyun çağındaki çocuğumuzun 3 yalan 1 doğru üzerine kurulu SBS hazırlık  testlerinde 60 soruda bir iki yanlış yapması, çocuğun eşler arasında çekim bakımından  paylaşılamaması anlamına gelir. Dedim  ya biz  çocuğumuzu akademik başarısına göre severiz.
           
Çocuğumuza karşı sevgimiz her şeye rağmen 6. sınıfa kadar kesintili devam etse de 8. sınıfta yapılan “meşhur sınavla” son  nefesi verme aşamasına gelir. Çünkü, çocuk “şu seçkin” okullardan herhangi  birine yerleşememiştir. Artık,   büyük ihtimalle doktor, mühendis, öğretmen  olamayacaktır. Meseleyi, bu noktaya  kadar getirmemin sebebi bir sonraki  cümlede. Bu OĞLUUM DOKTOOR, BU OĞLUM ÖĞRETMENN, BU MÜHENDİSS dedikten sonra şu da okumadı  bizim yanımızda bağ,  bahçe işleri ile uğraşıyor,   “okumadı” derken   bile akademik başarı odaklı sevgimiz hatırlanıla. Yeniden noktanın öncesine dönersek, çocukları  başarılı olan aileler olarak okulların kapılarını aşındırırken (çünkü çocuk bizi mahcup etmez), hiç değilse bir meslek sahibi olsun diye yolladığımız okullardaki yavrularımızı hiç görmesek mutlu oluruz. Bize göre, çocuk artık  ele avuca sığmaz olmuş, bütün  öğretmenlerin dertlendiği biri haline gelmiş. Tabii, bu aşamaya kadar hiç suçumuz olmadığı(!) için önümüze sunulan seçeneklerden “ne  hali varsa  görsün”   şıkkını işaretleriz. Oysa, kendi haline bıraktığımız yavrularımız,  belki ömürleri boyunca hiç çekmeyecekleri sıkıntılarla gırtlak gırtlağa iken biz yok oluruz. Onları en fazla sevmemiz gereken zamanda sırtımızı döneriz. Hem de hiç biri bize doğumlarında DOKTOR, ÖĞRETMEN olacağım ya da OKUYACAĞIM  vaadinde bulunmamışken.
           
           
           
           


24 Aralık 2011 Cumartesi

Marangoz


 

Bir genç vardı, aylak aylak gezen, boş boş konuşan. 
Şerri kulaktan kulağa dolaşan.
 Mahalleli onun elinden çekerdi .
Onu gören herkes  yolunu değiştirirdi.
                                                    
Orta yaşlı bir anası vardı bu gencin.
Atsa atamaz, satsa satamaz, biricik evladıydı.
Kocasından kalan tek yadigarı.
Çırpınıyordu, zavallı.
Bir şeyler yapmalıydı.

Nadiren dediğini yapardı anasının.
Tabii tersinden kalkmamışsa…

Tersten kalkmadığı bir gün, anası yavrum:
“Misafirimiz gelince yemek yiyecek masamız yok.”
“Şu malzemeleri al, marangoza götür” dedi.
Bizimki biraz söylendi, kalktı yerinden, bin bir zahmet marangoza kadar gitti.

Marangoz: “Buyur evladım ne istedin ?” dedi, namını bildiği gence.
Genç:  “Şu malzemelerden bana 3 metre  uzunluğuğunda bir masa yap” dedi kaba bir şekilde.
Marangoz,  tamam dedi.

Bir hafta sonra buluşmak üzere ayrıldılar.

O gün geldiğinde anası genci zorla, yalvar yakar marangoza yolladı.
Genç, marangoza “yaptın mı benim masayı?” dedi.
Marangoz, gülümseyerek, ” evet evladım” dedi.
Genç, nerede diye sordu.
Marangoz, işte  diyerek küçük bir tabureyi gösterdi.
Genç, şaşkınlık içinde bu mu diye sordu.
Marangoz, evet dedi tebessüm ederek.
Genç,” dalga mı geçiyorsun sen benimle. Verdiğimiz işi adam gibi yapmıyorsun, bari malzemeler nerede?” dedi.
Marangoz, sakince sen sana verilen her şeyi adam gibi yapıyor musun? dedi.
 Kimse bana bir şey vermiyor ki.
Ha anladım dedi, marangoz. “ Senin aklın, beynin yok” dedi, yumuşak bir ses tonuyla.
“Olur mu öyle şey , var tabii ki dedi genç hiddetlenerek.”
Kim verdi?
Genç, duraksadı.
Marangoz, devam etti. Bana verdiğin birkaç odun parçasının hesabını soruyorsun. Gücün yetse beni döveceksin. Sen sana verilen bunca güzelliğin hesabını verebilek misin? Oyun mu sanıyorsun hayatı?

Genç iyice uysallaştı. Bir şeyler demeye çalıştı, kelimeler boğazına takıldı.
Marangoz, yavrum bu tabureyi artan malzemeden yaptım, kullandıkça beni hatırlarsın dedi. Masanı  tek başına taşıyamazsın diye evinize yolladım dedi.

Genç, iyice mahçup hissetti kendini.   Konuşacak bir şeyi yoktu, ama düşünecek  çok şeyi vardı aklında.” Teşekkür edererim, amca dedi”,  eline uzandı marangozun , öptü ve gitmek için müsaade istedi.

Marangoz, müsaade senin evladım dedi, tutmak istemedi genci daha fazla, çünkü  hem kendinin hem gencin yapacak çok “masası” vardı

21 Aralık 2011 Çarşamba

Metrekareye Düşen Eğitim Oranı

Metrekareye düşen kar, yağmur, dolu bile hesaplanırken, kişi başına neyin   ne kadar düştüğü her gün kulaklarımıza   bangır bangır söylenirken, gözlerimizin içine içine sokulurken    ne işe yaradığı belli olmayan istatistikler, “eğitim” dediğimiz hatta dil ucuyla “şart, şart” dediğimiz, bir türlü yüreklerimize indiremediğimiz bu fenomeni tartışmaya ne dersiniz?
 
Kişi başına ne kadar eğitimliyiz?
Metrekareye ne kadar eğitim düşmekte?
           
Bakalım büyüklerimiz, akademisyenlerimiz eğitimi nasıl tanımlamışlar?
 
“Eğitim yürürlükteki değerlerin, bilgilerin ve hünerlerin yetişen kuşaklara iletilmesi ve kazandırılmasıdır” (OZANKAYA, 1982, s:299).
 
“Eğitim kişinin kendisindeki cevherlerin gelişmesi ve davranışlara uygun yeni kazançları sağlayan düşünceler dizisidir” (ÖYMEN, 1969, s:11).
 
“Eğitim bireyin davranışlarında kendi yaşantısı yoluyla ve kasıtlı olarak istendik değişme meydana getirme sürecidir” (ERTÜRK, 1972. s:12).
 
Son dönemlerde eğitimi salt meslek edindirme aracı olarak gören bir takım görüşlerin de olduğunu belirterek yukarıdaki üç tanımda öne çıkan ifadeleri inceleyelim.
 
Değer, bilgi, hüner…
Cevherlerin gelişmesi, düşünce…
Bireyin yaşantısı yoluyla istendik, kasıtlı değişim, süreç.
 
Olumluluklar üzerine yapılan bu tanımlarda bireyden beklenenin tam da ne olduğunu netleştirmek için beyin fırtınasına gerek yok herhalde. Birkaç şey yazayım itirazı olan yorumlara yazsın.
Dürüst olma, paylaşımcı olma, saygı- sevgi hisleri taşıma ve uygulama, öz disiplin, öz denetim, güven, kamu malına sahip çıkma, kul hakkı (insan hakları) vs.
Unuttuklarımı   vesaire kısmına ekleyebilirsiniz.
Peki biz bunların ne kadarını okullarımızda verebiliyoruz? Okullarımızda metrekareye ne kadar eğitim düşmekte?
Daha ders başlamadan toplanılan tören alanında sevgi- saygı kavramı,  bir türlü sırada düzgün durmak   bilmeyen öğrencilere yapılan hakaretlerle erir. Okullarımızın halini özetleyecek bir fotoğraf çekmek aslında bu noktada mümkün. Ancak, içeri girildikçe metre kareye düşen eğitimin ne kadar olduğuna dair ayrıntılara ulaşmak daha da kolaylaşacaktır.
Koridorlarda, sınıflarına zamanında girmek istemeyen öğrenciler, gardiyan misali bekleyen öğretmeni çileden çıkarır. Öfkesini yenemeyen öğretmenin halini hayal gücünüze bırakayım en iyisi.
Sınıflara girince duvarların kirliliği, sıraların çizilmişliği dikkat çeker. Düşman malına yapılmayacak türden muamelelere maruz kalan sıralar  dillense, konuşsa neler der, neler. Sadece oturmak üzere yapılan bir malzemeye yazılan, çizilen değerlerin, değersizliklerin haddi hesabı yok.  Konu tam da buradayken, zavallı tuvalet kapıları için ne yapmalı? Sıralardan farkları olduğunu söylemek pek doğru olmaz.   Kırılan pisuvarlar, sabunluklar,   musluklar kardeşim devlet malına işte böyle sahip çıkılır (!) der gibi. Bu paragrafla ilgili iki ilginç nokta. Biri okul öncesinde ve ilköğretim birinci kademede yaşanan vakaların çok seyrek ve büyük oranda da kazara olması.  Diğeri, aile ortamında ev eşyalarına verilen zararın neredeyse hiç olmaması. Burada soru işareti (?) bırakalım.
Yeniden sınıflara dönecek olursak, öfkenin yutulduğu, şevkle, zevkle yapılan derslerin adedini merak ediyorum. Seçilerek oluşturulan okul tiplerini örnek göstermeyelim lütfen. Gerçi, oralarda çalışıp halinden memnun olmayan öğretmenlerin de sayısına bakınca bir aksilik olduğunu hissetmek dahice bir şey sayılmasın.
Böyle ortamlarda yapılan eğitimde ölçme-değerlendirme kısmı işin en garip, en akıl almaz noktası. Artık, öğrenciye güvenmiyorum anlamı taşıyan A, B grubu oluşturma modası yerini size hiç mi hiç güvenmiyorum anlamında A, B, C, D gruplarına dönüşmekte. Maksat öğrenci kopya çekmesin. Ben buradan yetiştirdiğimiz adama güvenmiyoruz mesajı çıkarsam, ufak at demezsiniz umarım. Öğrenci boş durur mu hiç, topu topu iki sayfalık sınavına çalışmayan kimseler yeni kopya çekme stratejileri geliştirmek için çabalar. Bu paragrafın özü, öğretmen kopya çektirmemek, öğrencide kopya çektirmek için çalışıp durmakta.
Diyelim çocuk başarısız oldu, apar apar çocuğun okuduğu okulda birilerini tanıyan mümkünse mevki makam sahibi bir amca bulunur. Rica, minnet kul hakkı yenilir, yutulur.
 
Kısaca, eğitim tanımlandığı gibi durmuyor.
 
Konu daha fazla dağılmadan sorayım: Metrekareye  ne kadar eğitim düştüğünü  hesaplayabildiniz mi?
  

11 Aralık 2011 Pazar

Kim demiş...?

Kim demiş okumuyorum?
Gazel okuyorum,
Maval okuyorum,
Mazlumların canına okuyorum,
Vara yoğa meydan okuyorum,
İçi dolu, boş her gün yüzlerce mesaj okuyorum.

Kim demiş vefasızım?
Her gün nereleri ziyaret ettiğimi bir bilse
Facebook’u, twitter’ı daha binlerce internet sitesini ziyaret ediyorum.
Mahalle kahvesine uğramadan geçmem mesela…

Kim demiş yazmıyorum?
Kaç kıza yazdığımı bilse öyle demezdi herhalde.
Mesaj yazıyorum onlara,
Adlarını kalbime yazıyorum.


Kim demiş cimriyim?
Harcamakta var mı üstüne?
 Zamanımı,
Enerjimi  harcıyorum…
Canımı harcıyorum…
Hem de salise salise…

Kim demiş tembelim?                                      
Benim kadar üretebilir mi bir düşünsün önce,
İş değil, laf üretirim,
En kralından bahane üretirim…

Benimle ilgili konuşacaksa haddini bilmeli insan…


6 Aralık 2011 Salı

İki Tuhaf Gerçek, Bir Ders

1970’li yılların sonları…
Bilenler bilir, bilmeyenler  lütfen birilerine sorsun bu dönemi…
Çünkü,  bu  yazıda pek detay  yok o  zamanlarla ilgili…
Ülkücü iki teyze oğlu, komünist avına çıkar…
Bir komünist vardır, adam vatan hainidir. İnançsızın tekidir. Teyze oğulları adamı yakalarlarsa fena yapacaklar…
Nihayet bulurlar komünisti… Dönemde memleket sormak modadır. Sorarlar… Yanıtı alınca şaşırırlar. Aynı ilçeden çıkarlar…
Bir soru daha. Hangi  köyden?
Cevap şaşkınlıklarını artırır teyze çocuklarının, çünkü komünist annelerinin köyündendir.
Heyecanla, “kimin oğlusun diye?” sorarlar.
Yanıt, şaşkınlığı çetrefilli duygular  içerisine sokar…
Çünkü, adam bizimkilerin yıllardır görmedikleri öz dayılarının oğludur…
Bu birinci gerçek.

Aklınıza gelenleri biraz tutun…

İkinci gerçek olaya başlıyoruz…
Sene 2011…
Anneleri amca kızı  olan birbirlerine teyze kızı diye seslenen iki bayanın hikayesi bu…
Çocukluklarında yaz tatilinde görüşürler…
Yıllar geçer…
İkisi de evlenir…
Tabii birbirlerinin düğünlerinden haberleri olmaz.
Biri sürekli olmasa da teyzesini arar, hal hatır sorar.
Bu görüşmelerin birinde teyzesinin kızıyla aynı şehirde  oturduklarını öğrenir.   Şöyle kaba bir tarif dinler teyzeden. Teyze kızının  yeni soy adını alır… Eşinin adını öğrenir. İçinden der ki “ aynı mahallede oturuyoruz ya aynı binada oturmasaydık bari.”
Elektrik faturalarının  geldiği bir günde bizimki tesadüfen teyze kızının  kocasının ismine rastlar. İçinden geçen olur. Aynı binada hatta altlı üstlü otururlarmış. Hem de bir yıl boyunca. Bir birlerinden haberleri olmamış. Bir kere birlikte asansöre  binip selamlaştıkları bile olmuş…

 Birinci olayın anlatımı  bitince  aklınıza telefon, teknoloji gibi vesaire şeyler geldi diye düşündüm.

Şimdi aklınıza gelenleri yapın: Bir akrabanızı arayın.

2 Aralık 2011 Cuma

Bir Ot Hikayesi

“ Bir gün ayrık otu, çimenin (çim) kapısını çalmış .
“Darda kaldım, ne olur bir gece beni misafir al” demiş.
Çimen, ayrık otunun bu haline dayanamamış ve içeri almış.
Bir gün geçmiş ayrık otu gitmemiş. Bir hafta geçmiş, bir ay geçmiş ayrık yine gitmemiş.
Çimen bu durumdan rahatsız olmuş. “Ayrık efendi ne zaman gideceksin?” diye sormuş.
Ayrık, “ben yerimden memnunum sıkışan çıksın” demiş.
 
 Bilmeyenler için ayrık otunu biraz anlatmaya çalışalım. Görsel olarak pek zararı olmayan bu ot dışta yeşil renge sahiptir. Toprağın içinde kökleri en başta bembeyaz süt gibidir. Bu beyaz görünüm sonra açık kahverengiye, sonra kahverengiye, en sonunda siyaha dönüşür.
 
Ayrık otu dünyanın her yerinde yetişir. Özellikle, çiftçiler bu ottan çok sıkıntı çekerler. Kişinin sevmediği ot burnunun dibinde biter misali bir çiftçi ne ekse ayrık otu orda biter. Siz gül dikersiniz ayrık otu hemen orda biter. Siz   bir sebze ekersiniz ayrık otu ordadır. Meyvelerinizin köküne zarar verir. Sulandıkça canlanır, büyür gelişir.
Çok inatçı, güçlü bir yapısı   vardır ayrık otunun. Günlerce susuz kalsa, sıcaktan kavrulsa bir gün toprağı bulsa oraya tutunur. Mesela şöyle anlatılır Çukurova’da, Torosların eteklerinde. “Ayrık otuz dokuz gün taşın üstünde kalmış, sonra toprağa düşmüş. Gülerek, bir gün daha kalsam ölecektim yav” demiş. Bu otu yok etmek için elvan türlü çalışmalar yapılsa da nafile. Zirai ilaçlar  çözüm olamıyor bir türlü. İş en başta toprağa düşürmemekte bu otu.
 
Çimeni hepiniz tanırsınız. Zarif, narin. Süs bitkisidir nihayetinde. Sürekli bakıma muhtaç, sürekli beslenmek zorunda.  Bütün çabalara rağmen, istediğiniz güzelliği sunmayabilir. İstemeden çimen yerine ayrık otunu besleyebilirsiniz.
 
“İyilik” ile “kötülük” de tıpkı çimen ve ayrık otu gibidir. İyilik için koşturur dururuz. Çalışır, çabalarız iyi bir şeyler yapmak için. Kötülükten kaçarız, istemeyiz birine kötülük etmek. Ancak, istemediğiniz bu şey yüreğimizde bir kere yer bulsa ayrık otu misali kök salar. Bir bakmışız ki biz onu besliyoruz.
 
            Bu ayrık otunun hiç mi iyi yanı yok diyenlere. Var tabii ki . “Vücudu kuvvetlendirir ve kanı temizler. Özellikle ateşli hastalıklarda hastayı rahatlatıcı etkiye sahiptir. İdrar söktürücüdür. Böbrek iltihaplarını giderir. Böbreklerdeki ve mesanedeki kum ve taşları düşürmeye yardımcı olur. Prostata karşı koruyucudur. Ergenlik sivilceleri başta olmak üzere deri hastalıklarına karşı da faydalıdır…”
            İlginç bir bilgi daha,  ayrık otunu en çok eşekler sever.
 
Tek bir kötülüğün dahi düşmediği yüreklere...

29 Kasım 2011 Salı

Öğretmen'in Yeteneği: Sokak Eğitimi

            Milli  Eğitim Bakanı Ömer Dinçer, “atama bekleyen 264 bin öğretmen var, ancak bizim 60 bin öğretmene ihtiyacımız  var, diğerleri yetenekleri doğrultusunda  başka işlere yönelsinler” dedi. Atanamayan on binlerce öğretmen arkadaşımıza şok etkisi oluşturan bu açıklamayı sakin bir şekilde değerlendirelim.
            Sayın Bakan,  öğretmen atamalarıyla ilgili en gerçekçi  açıklamayı yaptı. Ancak, gerçekçi olması kimsenin sorumluluğunu hafifletmez,  bunu en başta belirtelim.
            Bu gün  Milli Eğitim Bakanlığı’nda mevcut  öğretmenler arasında bile tam layıkıyla bir okul paylaşımı yapılsın  belki  60  bin öğretmene  dahi ihtiyaç yoktur. Bunu norm kadro fazlası olan  öğretmenlerden  biliyorum. Bu yüzden sayın bakanımızı gerçekçi açıklamasından dolayı kutluyorum.
            Ancak,  sayın bakanımızın açıklamalarının  bir kısmında atanamayan öğretmenlerin yetenekleri doğrultusunda başka işlere yönelmelerini istemelerini algılamakta zorlandım. Çünkü, burada  sözü edilen zümrenin en genci 22- 23 yaşında. 30 yaşlarda olanların sayısı hiç de az değil. Haliyle, öğretmenlik dışında yapabilecekleri bir şey olduğunu sanmıyorum.  Olsa, zaten yıllardır bir umut diyerek KPSS kurslarına bel bağlamazlardı. Bu yaştan sonra yeni bir yetenek gelişir  mi bilemem. Siz de bilmiyorsanız çözüme geçelim.
            Bu güne kadar  ülkemizdeki en yaygın algı eğitim- öğretimin sadece  okullarla sınırlı olmasıdır. Dershane  ve özel okullar  her ne kadar eğim öğretimde pay sahibi olmaya  çalışsalar da çalışanına istenilen düzeyde güvence vermemesinden dolayı  öğretmen adayları tarafından pek tercih edilmemektedir. Bu yüzden, çok az istisnalar dışında herkes “devlet kapısı” rahat olur  mentalitesi ile MEB okullarına  hücum  etmektedir.  Ancak, bu durum kısıtlı atamalar nedeniyle rahatlatıcı değildir. Herkes atansa  bile sınırlı eğitim alanları ülkemizdeki eğitim öğretim ihtiyacına yanıt veremeyecektir. Bu gün,  sokağın mı okullara, yoksa okulun mu sokağa etkisi fazladır şeklinde bir araştırma yapılsa kuşkusuz sokağın okul üzerindeki etkisi daha fazla çıkacaktır. Bunu okullar da kullanılan  sokak dilinden anlayabiliriz.
           
            Ülkemizdeki sorunmuş gibi görünen 264 bin atanamayan öğretmen fazlasını “sokak eğitimi” kapsamında kullanabilir, bu sorunu avantaj haline getirebiliriz. Bu sayede devlet öğretmen atama derdinden  kurtulacak, öğretmen yetenek  aramak zorunda kalmayacaktır.  Bu gün sokaklarda adeta zaman israfı  yarışı yapılıyormuşcasına bulunan internet  cafe, oyun salonu, kahvehane gibi mekanlar yerine “okuma salonları, bilgi, sevgi, kültür evleri” gibi mekanlarla “eğitim alanını” genişletebiliriz.
             Geçmişte yapılan “planlama hatası” diyerek geçiştirmeye  çalıştığımız şey bizim kurtuluşumuz olabilir. Bu noktadan itibaren,  yapacağımız düzenli istatistikle model ülke olabiliriz. Hangi meslek için ne kadar ihtiyacımızın olduğunu tespit etmek zor olmasa gerek. Bu tespitten sonra komşu ülkelerden başlayarak, dünya genelinde ülkelere  ihtiyaçları doğrultusunda eleman yetiştirebiliriz. Bu da eğitim yoluyla gerçekleşecektir.
            Öğretmenin, öğretmek  ve eğitimden başka yeteneği yoktur. Cehaletin kol gezdiği sokaklarımızı öğretmenlerimizle eğitmenin  şimdi tam  zamanı.            
            Öğretmen, eğitir, öğretir. Başka yeteneğe  gerek  var mı?

24 Kasım 2011 Perşembe

Asıl Öğrenciler Mutsuz...

“Öğretmenler mutsuz”  başlıklı yazıyı görünce, acaba neden  mutsuzmuşuz diye bir bakmak istedim. Karşıma bir sendikanın anketi çıktı.
Yazıyı okudum durmadım, sendikanın  internet sitesini inceledim, anket orda da var.
Başka bir sendikanın sitesine bakayım dedim. Orada  daha kapsamlı, ancak içerik olarak çok  benzer bir  anket sonucuna daha rastladım.  

İki sendikanın yaptığı anketlerin sonuçlarına göre;
Öğretmenler aylık 1500- 2500+ arası kazanıyor.
Öğretmenlerin bir çoğunun evi yok.
Ev alanların bir çoğu  atadan dededen gelenle almış. Kredi alanların sayısı oldukça fazla. Bir kısmı da kendi birikimiyle  ev almış.
Öğretmenlerin bir çoğu ülkede ekonomik kriz olduğunu düşünüyor.
Gelecekten umutsuz öğretmelerin sayısı hiç az değil. Eğitimin her geçen kötüye gittiğini düşünenler bir hayli var.
Milli bakanı Ömer Dinçer’den  memnun olanları sayısı çok,  çok, az.
Tatil günlerinin  azalmasından  dertli öğretmenler…

Ankette eğitime dair belki kıyısından köşesinden, fiziki ortamla ilgili  bir soru var. Buna göre,  öğretmenler çalıştıkları ortamın fiziki şartlarından da memnun değiller.

 Öğretmenler günü ile ilgili olduğu için midir bilmem, sendikalar hele şu öğretmenler nasılda  feryat figan görsün  şu millet kavliyle, bir dokun bin ahhhh işit  tarzından soruları koymuşlar  öğretmenlerin önüne. Ne  yapsın zavallılar ayıp olmasın diye yanıtlamışlar.

Tabii mesele,  kör sağır ilişkisi değilse. Ama  ben buna inanmam istemiyorum.

 Ankette, öğretmenlere eğitim olmazsa olmazı öğrencilerle ilgili hiç soru sorulmaması manidar.
Dersinizden memnun  musunuz? 
Öğrencilerinizi seviyor  musunuz?
Öğrencilerinizin derslerdeki  başarı durumu  nedir?
 Dersinizin cidden ama cidden öğrencilere   lazım olduğunu düşünüyor musunuz?
Öğrenciler sizin dersinizi seviyor mu?
 Öğrenciler okulu seviyor  mu?
Öğrenciler nasıl  bir aileden geliyor? Ailelerin, sosyo-ekonomik-kültürel yapısı nedir.

Türünden sorular olsa ne güzel olurdu. O zaman şunları öğrenebilirdi.
Bu ülkede;
Öğrencilerin  bir çoğu okulu sevmiyor. Aldıkları dersleri öğrenemiyor. Öğrense gerekli olduğuna inanmıyor. Yani öğrenciler mutsuz, umutsuz.
Bu ülkede belli bir kısım öğrenciler,  hala geniş aile ortamında yaşıyor. Ders çalışma ortamları yok.
Öğrenci ailelerinin asgari ücret altında gelirleri var.  
Bir kısım öğrenciler boşanma ya da vefat sebebiyle parçalanmış ailelerde yaşıyor.

Anketin benimle ilgili kısmını yanıtlarsam.

Evim  yok, borcum var. Okulumun çevre şartları ideal değil.
Mutsuzum. Ama, sebebi önceki cümleler  değil. Mutsuzum, çünkü tek kelime öğretemeden 2000 liranın üzerinde kazanıyorum.
Bizden daha fazla çalışmamızı isteyen herkesi seviyorum. Ama, niteliği varsa çalışmanın.
Gelecekten umutluyum.

23 Kasım 2011 Çarşamba

24 Kasım: Eğitelim mi, öğretelim mi?

Eğitim, öğretimden çok daha önemli.
- Öğretimden vazgeçtim çocukları eğitebilsek yeter diye düşünüyorum.
- Vazgeçtim alanımda bir şey öğretmekten, çocuklar eğitimli olsunlar yeter. Anaya-babaya saygısızlık etmesinler. Vatanlarını sevsinler. Dinini diyanetini bilsin . Hırsızlık etmesin yeter.
-Hocam, yerdeki çöpü alsın çöpe atsın. Yerlere tükürmesin bana yeter. Dershaneler zaten öğretim işini yapıyor.
- Biz ne yapalım hocam, sistem böyle istiyor. Mecbur ayak uyduruyoruz. Yoksa ben de memnun değilim verdiğimiz eğitimden.
- Açıkçası, aldığım maaştan memnun değilim.   Biz bu çocukları güya üniversiteye hazırlıyoruz. Sınava giren 400 çocuktan 20’si kazanıyor. Zaten bu çocuklar biz olmasak da kazanırlar dedim. Arkadaşım, “senden kimse çocuklara üniversite kazandırmanı istemiyor. Kolay mı bu çocukları sınıfta tutmak, bunlar sokağa çıksalar ne olur biliyor musun” dedi. Düşündüm ve rahatladım. Arkadaş haklı. Zaten Fen lisesi, Anadolu Öğretmen lisesi ve birkaç Anadolu lisesi öğrencisi bu ülkeyi yönetmeye yeter.
- Hocam, sizden kimse bir şey öğretmeninizi istemiyor. Çocukları sınıfta tutun yeter. Maksat, başları boş kalmasın. Siz de oturur sınıfta kitap okursunuz. 
- Bu sınıfta 3 bilemedin 5 kişi adam olur.( Alenen 30 kişilik bir sınıfa karşı söylenir.)
 
            Büyük hayallerle, umutlarla meslek hayatına başlayan öğretmenlere – göreve başlamadan enerjileri, umutları tükenenleri saymıyorum- bu cümleleri söyleten şey nedir acaba? Herhangi bir şekilde,  yukarıdaki ifadelerin benzerlerini söylemeyen, 4 yalan 1 doğru sistemini uygulamadan verdiği eğitimden memnun olan, öğrencilerini memnun eden var mıdır acaba? Varsa bunu nasıl yaptığını bizlerle paylaşırlarsa mutlu oluruz.
           
Sürekli değişen gündemden dolayı bir türlü tartışmadığımız, tartışsak bile kestirme yoldan suçlu ilan ettiğimiz “sistem”den eğitim sorunlarımızı bir türlü çözüme kavuşturamıyoruz. Yine sistemi suçlu bulacaksak tartışmaya hiç girmeyelim. Çünkü, bu sistem eski Milli   Eğitim  Bakanı   Hüseyin Çelik’i bile kendinden dertlendirmişti. ( 2004, Elazığ). O halde çözüm, siyasette değil. Hüseyin Çelik o günkü konuşmasında “pastayı büyütmek” diye bir şeyden bahsetmişti. Ancak, mevzu bahsi olan şey öğretmen maaşlarıydı. Hani şu sendikaların, sürekli fırsat kolladığı şey. Öğretmen, maaşı az olsa da   bir iki itiraz etsek demekten başka işe yaramayan sendikalar. Demem o ki, bizim derdimiz az ücret falan değil.
 
Bizim derdimiz sevgisizlik. Biz çocuklarımıza, okullarımızı, derslerimizi, kendimizi sevdiremiyoruz. Kendi branşımdan   başlayacak olursam İngilizceyi sevmeyen öğrencilerin oranı  bu gün her sınıfta % 50’nin üzerinde. (Bizzat öğrencilerimden aldığım oranlar).  Coğrafya, Tarih, Matematik, Fizik, Kimya hatta Beden Eğitimi  dersleri için durumun farklı olduğunu söylemek biraz abes olur. Öğrencilerin ayıp olmasın diye Türkçe derslerini sevmediklerini söyleyememeleri, bu dersin başarı oranının düşük olması ile ortaya çıkıyor.  
Bu sevgisizlik ortamında biz hala eğitelim mi, öğretelim mi tartışması yapıyoruz. Bu tartışmaya diyeceğim şey şudur. Eğitim ve öğretimi birbirinden ayırt etmek, deveyi iğne deliğinden geçirmekten çok daha zor. Zaman zaman, eğitimin öğretimi kapsadığını bizler söylerken böylesi bir ayırım iddiamızla kendimizi kandırmaktan öte bir şey yapmış olmayız. Eğitim işin mana, öğretim madde yönünü ele alır. Bu iki şeyi birbirinden ayırırsak, vefa ve sıla-i rahim duyguları gelişmiş lise mezunu bir bireyin Erzurum’a yapacağı ziyaret sırasında Çanakkale’de bulunan bir akrabasını ziyaret etme düşüncesiyle elinde Türkiye haritasıyla, Erzurum yakınlarında Çanakkale’yi aradığına çok şahit oluruz.(yaşanmış bir hadise)Ya da depremde yıkılan binalar eğitimsizliğin mi , öğretimsizliğin mi sonucu?
 
Sayın Öğretmenlerim, çöpe atılacak tek bir çocuğumuz bile yok. Bütün çocuklarımızı ilgi ve istidatları doğrultusunda eğitmek, bütün çocuklarımıza öğretmek boynumuzun borcu. Dünya     36-42 kuzey paralelleri, 26-45 doğu meridyenlerinden ibaret değil. Dünyanın bize ve çocuklarımıza ihtiyacı var. Hedefleri büyük olanların pastaları büyür.
Nice eğitim, öğretimli 24 Kasım’lara.

16 Kasım 2011 Çarşamba

Küfürsüz Hava Sahası

Kendimi kameraya alıp izlemek istedim. Amacımın aksi şeyler çıktı. Ben biraz böbürlenmek istemiştim kendimle. Malzemesi ben olunca filmin güzel şeyler çıkar diye umutlanmıştım. Sonuç fiyasko… Beşerim biliyorum da bu kadar şaşma, sapma fazla dedim kendi filmime. Bakalım siz ne diyeceksiniz.
 
Sevgili dostlar, ben tam bir küfürbazmışım. Yanlış okumadınız, hani şu söven adamlar var ya onlardan. Filimden kareler aktarayım size de bir görün. Okuduğunuz bu adam nelere sövmüş.
 
Maç izliyorum bir sahnede, tuttuğum takımın oyuncusu çok güzel bir çalım atıyor, benim ağzımda bir küfür, amacım futbolcuyu övmek. Aynı futbolcu çalım yiyor benim ağzımda küfür, amacım öfkemi göstermek. Gol atıyoruz, küfür. Çünkü seviniyorum. Gol yiyoruz, küfür. Çünkü, üzülüyorum. 
 
Başka bir sahnede çocuk seviyorum, ağzımda küfür, anlamı çocuk çok tatlı. Birkaç dakika sonra çocuk çok ağlıyor, ağzıma geleni sayıyorum, maksat sinirlendiğim belli olsun.
 
Bir yerde başarılı bir öğrencimden bahsediyorum ağzımda küfür, çocuk çok başarılı ya. Tembel bir çocuktan bahsediyorum, yine küfür, çocuğun tembel olduğunu başka türlü anlatamam ya (!).
Bir arkadaşımı övmek istiyorum bir yerde, küfür ediyorum. Samimi olduğumuz anlaşılmaz diye korkuyorum belki. Birine kızıyorum, küfür ediyorum. Tepkimi nasıl koyabilirim yoksa? Biri bana küfrediyor, küfür öyle edilmez böyle edilir kavlinden bir de ben küfür ediyorum.
 
Kendi filmimde, sevgiden, övgüden, kızgınlıktan, nefretten, samimiyetten, şakadan, sevinçten, hüzünden,  başarıdan, başarısızlıktan küfür ettiğimi gördüm. Küfrü ağzımda sakız gibi çiğnermişim de haberim yokmuş. Ne büyük bir utanç. Utandım, utandım, utandım.
 
Bu filmi izlememe vesile olan öğrencilerime, arkadaşlarıma teşekkür ederken, bir salisesini dahi geri alamayacağım hayatımın küfür ettiğim dilimleri için duyduğum derin pişmanlıkla sizlere kendi filmlerinize bakmayı öneriyorum. Belki birlikte “Küfürsüz Hava Sahası” oluşturabiliriz. “Küfüre Sıfır Tolerans”, la “Küfürsüz Bir Dünya” kurabiliriz.
 

Sokrat'a Mektup

Bay Sokrat,
Filozof, alim olmanız ya da kimilerince peygamber olarak kabul edilmenizin bu mektupla  hiçbir alakası yok. Bu mektubu, felsefe öğretmenimin size atfettiği bir söz ile ilgili yazıyorum. Hocam, sizin hep şöyle dediğinizi söylerdi. “Bu gençlik böyle giderse dünyanın sonu hayır değil.”

Alim adamsınız vesselam, bir şey bilmeseniz söylemezdiniz. Ancak, ben affınıza  sığınarak birkaç soru sormak istiyorum. İçerik bakımından paralellik  taşıyan bir dizi söz hala kullanılıyor da…
Acaba , sizin zamanınızda da  “edep” yalnızca gençler için miydi? Sözüm ona, sizin zamanınızda da yetişkinler her türlü  çirkin ifadeyi kullanır da genç kullanınca ayıp karşılanır  mıydı? 
Sizin zamanınızda da bütün yasaklar gençler için miydi? Sizin zamanınızda da sözde +18 mekanlar oluşturulup,   müşterilerin çoğunluğu -18’den toplanır  mıydı?

Sizin zamanınızda TV, internet var mıydı? Abuk subuk,  gençlerin izlemesi sakıncalı  programlar yapılır mıydı? Her eve  internet kampanyaları düzenlenip sonra acaba bu gençler neden internet bağımlısı oldu diye tartışmalar yapılır mıydı?

Siz hiç  bally, tiner  nedir bilir  misiniz? Bilseniz  bile bunların gençlerle hatta çocuklarla bir alakasını kurabilir misiz? Sizin, yetişkinlerinizde çocuklara bağımlılık yapan maddeler satar mıydı?  
Sizin zamanınızda da gençler her türlü hakarete maruz  kalır mıydı? Azarlanır mıydı toplum önünde? Yediğin önünde yemediğin ardında daha ne istiyorsun, denilerek istemediği bir eğitime zorlanır mıydı?

Siz hiç çocukları kendi eylemlerinize kalkan olarak kullanır mıydınız? Sizin zamanınızda “Sokak Çocuğu” diye zırva  bir kavram var mıydı?

Sizin zamanınızda Çocuk Kongreleri yapılır mıydı? Kongre’de bir devlet büyüğünüz “Her gün 5 yaşından küçük 24 bin çocuk, çoğunluğu önlenebilir nedenlerden hayatını kaybediyor. BM verilerine göre dakikada 30 çocuk açlık nedeniyle hayatını kaybediyor. Maalesef insanoğlu ve ülkeler yılda 1.5 trilyon TL’yi silahlanma için ayırabiliyor. Bu paranın çok az bölümüyle çocuklarla ilgili olumsuzlukları ortadan kaldırmak mümkün. 500 milyon ile 1.5 milyar arası çocuk her yıl şiddete maruz kalıyor. 5-14 yaş arası 150 milyon çocuk ağır işlerde çalıştırılıyor. 1 milyardan fazla çocuk silahlı çatışmaya sahne olan bölgelerde şiddetin gölgesinde yaşamak zorunda. 250 bin çocuğun eline silahlı örgütler tarafından silah tutuşturulmuş. Yine her yıl 1 milyon 200 bin çocuk çeşitli amaçlarla kaçırılıyor.” gibi istatistiki  bilgileri konuşsa ne derdiniz?

Sizin zamanınızda  da, sorunlar laf olsun diye mi konuşulurdu, çözüme dönük adımlar atılır mıydı? Sizin zamanınızda akademik çalışmalar sırf istatistik olsun  diye mi yapılırdı?

Sizin zamanınız da hep gençler mi (!) suçluydu?

Bay Sokrat,  umarım sorularımla kafanızı şişirmemişimdir. Siz bu meşhur sözünüzü söyledikten yaklaşık 2000 yıl sonra hala hayat devam ediyor,  hala gençler (!) sorun, hala problem. 
İlk kez bir alime yazdığım için size nasıl hitap edebileceğimi bilemedim. Hata etmişsem ne  olur  cahilliğime verin.

Hoşça kalın, Bay Sokrat.


30 Mayıs 2011 Pazartesi

Çelişkiler: Kadın

Cebrail, Hz .Adem’e Allah Havva’yı neden yarattı diye sordu. Adem “o benimle ben onunla sükünet bulayım diye” dedi. Allah onlara birbirleriyle sükunet bulabilsinler diye 20’si kız 20’si erkek 20 doğumda her doğum için biri kız diğeri erkek tam kırk evlat verdi. Yalnız, aynı anda doğan çocuklar bir birlerine yasaktı. Ancak, kötülük anlamında ilklerin başlangıcı Kabil bu duruma itiraz etti. Kendisiyle doğan kız çocuğunu, görsel olarak daha güzel diye kendine daha layık gördü. Sonrasında, malum Habil cinayeti.
 
İnsanoğlunun yeryüzü macerasının ilk cinayeti kadın için işlendi. Peki, kadının bir suçu var mıydı? Hayır, asla. Kadını salt, güzellikten, şekilden, bir maddeden ibaret gören Kabil, suçun tek aktörüydü. Geçici olan madde, kalıcı olan manaya tercih ediliyordu. Bu da ilk idi. Günümüzün suçlarına göre, çok sıradan görünen bu ilk bu gün işlenen milyonlarca suçun zemini teşkil etmesi bakımından ayrı bir yer tutar. Çünkü, bu olmasaydı….. Ah, Kabil, ah.
Kabil’le başlayan maddecilik anlayışından bu güne kadın sadece ana, bacı, hala, teyze, kız değildir. O güne kadar, erkek için sükunet sebebi olan kutsallarımız, namuslarımız yeni roller almaya başlar. Öyle bir dönem gelir, kız çocukları diri diri gömülmeye başlar. Anaların yürekleri yanar, çünkü geleceğin anaları sadece kız olarak doğma suçundan daha çocuk bile olamadan gömülür.
 
Kabil’le başlayan madde sevdası yeryüzünü kaplar, artık gidilen her yerde buram buram madde kokar. Allah’ın insanı yaratırken garanti ettiği tek şey olan “rızk” için kavgalar başlar ve bunun için her yol mubah görülür. Hiçbir masraftan kaçınılmaz, hedef belirlenmiştir bir kere. Yedikçe büyüyen mide açtır, nefis ondan da açtır. İkisi doyurulmak ister. “Ne yapalım geçim derdi” gibi söylemlerle yapılanları haklı , doğru gösterme çabalarına girilir. Ancak, buna yalnız kendileri kanar. Bu sürecin, kurbanları da kadın olur.
 Karnı doyurma, koltuk savaşı gibi amaçlar için Hz. Muhammed’in (sav), "Kadın eğri kaburga kemiği gibidir. Eğer doğrultmaya kalkışırsan kırarsın. Eğer mutlu bir hayat yaşamak istersen o eğriliği ile beraber faydalanırsın." diyerek ne kadar hassas bir yapıya sahip olduklarını belirttiği kadın kullanılmıştır. Bu gün hayatın hemen her alanında, kadınımız kullanılır hale gelmiştir.
Cafe, lokanta, restoran mı açtın, büron mu var, mağazaya satış elemanı mı lazım, birine şantaj (niye yapılırsa, şantaj adamlığın en dip noktası) mı yapmak istersin,  şöyle eli ayağı düzgün, açık seçik genç bir kız bul. Biraz ihtiyacı olsun ama. Dediklerinikolaylıkla yapabilecek türden.
Biliyorum, çok uzaklara gittim. Yolda yürürken bile tacize uğrayan kızlarımız, kadınlarımız hatta kız çocuklarımız var. Bunun için dişi olması yeter.
Oysa, kadın anadır, hanımdır, abladır, bacıdır, haladır, teyzedir evlattır. Kadın kutsaldır, emanettir. Ama, bizim olunca mı?. Bizim yakınımız olması mıdır onu kutsal kılan? Her kadın, birilerine ana, birilerine bacıdır. Birilerine bir şekilde, akrabadır, emanettir. Her kadın birileri için bir şekilde kutsaldır.
Ancak, maalesef modern dünya kadına bakış açısıyla, kadına yönelik suçların  atası Kabil’le paralel tutum sergileyerek “doğru” ile çelişmeye devam etmektedir. İnşallah bu yazımızla, bu çelişkiler yumağını biraz olsun  çözmeye katkı sağlayabiliriz.

24 Mayıs 2011 Salı

Çelişkiler (+18) 2

“Nerede bir +18, +7 orada daha fazla ilgi. Bunun ispatı hiç de zor değil.” Bir önceki yazımın son cümleleri bunlar. Bu kendi adıma, haklı olduğumun ispatıdır. Bu yazı, hemen ardındaki yazı yayınlanana kadar  okunma oranı 80- 100 arası değişen yazılarımın biri hariç  hepsini geçti. Şu ana kadar okunma oranı 160 üstü. Duyurulur.
 
Geçen hafta aklımın aldığı şeyleri yazacağımı söylemiştim. Şimdi aklımın almadıklarını yazacağım. Yine konu çelişkiler, yine artı +18 ve yine sigara, alkol. Bu defa Tv yerine sokaktaki +18 mekanlara değineceğim.
 
Sigara ile başlayalım. Sigara neden -18 satılmaz ya da -18 neden sigara içmemeli?
Ekonomi, sağlık, görsellik, sosyal ortam gibi nedenlerle açıklanabilir mi bu?
 
Ekonomik olarak, -18’in cebinden çıkan para aile ekonomisini daha fazla mı sarsıyor? Yani, aynı sigara bir ebeveyn tarafından alındığında daha mı ucuz oluyor? Peki, çocukların ana babalarına aldığı sigara için “bu sigarayı kendime almıyorum, anneme, babama alıyorum” şeklinde imzalı belgeleri mi var?
 
Sağlık yönünden -18 daha fazla mı zarar görüyor? Hani maça çıktıklarında nefes nefese mi kalıyorlar? Ya da sabaha kadar öksürükten yatamıyorlar mı? -18 içerisinde sigara kaynaklı hastalıklara yakalanan kaç kişi tanıyorsunuz? Peki ya  +18 kişi? 
 
Görselliğe gelince; -18 e yakışmıyor mu sigara içmek? Usulünü mü bilmiyor çocuklar? Dumanı ciğerlerine indiremiyorlar diye mi rahatsız olursunuz? O çocukların dişleri, sapsarı mı görünüyor? Bıyıkları, sigaradan   renk mi değiştirmiş?
 
Bir sosyal ortama girdiklerinde, -18 kimselerin kıyafetleri daha fazla mı kokuyor? Marka sigara içemiyorlar diye, etraftakileri daha fazla mı rahatsız ediyorlar?
Lisede bir öğretmeniniz sizi sigara içerken yakalasa, kendi elinde sigara ile “yavrum içme sağlığa zararlı dese” aklınıza gelen soru ne olur? Sigara içen bir babanın evladına “sigara içersen hakkımı helal etmem” demesi ne derece etkilidir?
Peki alkole ne demeli?
-18, alkolü içmeyi mi bilmez? Onların bir taşkınlık  çıkarmasından mı korkulur? Sadece onlara mı şişedeki gibi durmaz alkol? Özel içilme şekli var da bu gençler yol yordam mı bilmez? Sadece -18 için yasak diye fetvanız mı var? Peki, bu fetva başka şeyler söylemez mi?
             Siz bu sorulara vereceğiniz yanıtları düşünürken ben +18 mekanlara değineyim. Hazır olun birkaç sorum da onlar için var. Bugün ülkemizde özellikle 10 ile 18 yarası çocuklarımızın/gençlerimizin gidebilecekleri mekanlar yok denilebilecek kadar az. Bu gençlerin,  giremediği yerlerde çok özel işler mi yapılır? Yapılan şeyler -18 tarafından yapılsa ne olur peki?  Mesela, 17 yıl 364 günlüksem cidden bu mekanlarınıza giremez miyim? Her +18 mekan, girişte kimlik kontrolü yapıyor mu? Yaşımın +18 olduğunu ispatladıktan sonra, “yaşasın” mı demeliyim?
            İşte bunlar aklımın almadığı şeyler benim. Hayatın her aşamasını kendimize göre yaşadığımız, tamamı ile bencil hissettiğimiz günümüzde uğruna hiçbir şeyden vazgeçmeyeceğimiz zevklerimiz için, yine sözde uğruna hiçbir şeyden vazgeçmeyeceğimiz dediğimiz çocuklarımızı harcıyoruz. +18 ve +7 gibi anlamsız sınırlamalarla kendimizi kandırmaktan, kendimizle çelişmekten öte bir şey yapmıyoruz. Ancak,  yanlışın herkese yanlış, doğrunun herkese doğru olduğu bir yaşamı yaşamak hiç de zor olmasa gerek. Hiç değilse bunun mücadelesini verebiliriz.
 
NOT:   “Ya, şimdi sen böyle diyorsun da bu işler de ne para dönüyor” diyenler varsa onlara  “lütfen kendinizle çelişmeyin derim”

21 Mayıs 2011 Cumartesi

Çelişkiler (+18)

Baştan yazının başlığıyla çelişeceğim için bağışlayın beni. Çünkü yazının içinde (+18) gerektiren hiçbir şey bulamayacaksınız. Edebimle, adabımla, aklımın yettiği oranda ülkemiz ve dünyanın bazı sorunlara +7, +18 gibi gülünecek türden çözümler sunarak kendini kandırdığı şeylere değineceğim.
Konuların daha dikkat çekmesi için  öyle varan 1 falan demeyeceğim. Yazacağım şeyler hepinizin malumu. Eee o zaman niye yazıyorsun kardeşim derseniz, yazımın başlığı çelişkiler derim. Bildiğiniz şeyleri size yazarak biraz da ben çelişeyim istedim.
Hazır olduğunuzu bilerek konuya müsaadenizle giriyorum.
Sigara desem.   Sigara  ile ilgili hangi çelişkiler gelir aklınıza? Benim aklıma gelenler şunlar:
-18 yaşından küçüklere satılmaz.
-Her sigara paketinin üzerine “Sigara sağlığa zararlıdır” yazmak yasal bir zorunluluk.
-Yine her paket üzerinde sigara içmenin zararlı olduğunu hatırlatmanın yanı sıra, hamile iken sigara içmeyiniz gibi, sigara tiryakilerini bu kötü alışkanlıklarından kurtarmayı  hedeflediğini zannettiğim cümleler bulmak mümkün.
- Küçüklerin, özellikle bebeklerin yanında sigara içmemeye özen gösterilir.
 
Alkolle devam edelim.
-Alkol 18 yaşından küçüklere satılmaz.
-Alkollü iken araç kullanmayınız. İçin ama araç kullanmayız tarzında.
-Bu gün içmeyeceksin de ne zaman içeceksin?
-“Şurada şarap, burada şampanya, şu yemekle rakı, bu yemekle bira içilir” gibi çok ilginç kurallar.
Hem sigara hem alkol için duyduğum “atın ölümü arpadan olsun” gibi sözlerle insanla bu iki şey arasındaki bağı, zavallı atla  çok sevdiği yiyeceği arpa arasındaki onlar için olmazsa olmaz denilebilecek türden ilişkiye benzetenlere olan şaşkınlığımı  açığa vurarak  TV ile ilgili çelişkilerden bahsetmek istiyorum.
-Alkol ve sigarada +18 ile alınan önlemler TV de +7 ye kadar indirilir.
-Kadın programları ayrı, erkek programları ayrı hatta çocuk programları ayrı yapılarak herkese ayrı biz “izleme alanı” oluşturulur.
-“Bu ne biçim bir program arkadaş” denilerek programı izlemeye devam edilir.
 
Bildiğiniz şeyleri yazacağımı yukarıda söylemiştim. Sigara, alkol, Tv ile alakalı yazdığım cümlelere yönelik hepimizin zihninde fikir ya da fikirler oluştuğunu zannediyorum. Bu zan üzerine, bir şeyler daha yazmak isteğimi çelişki görmezseniz yazının bundan sonraki kısmına devam ediniz. Çok önemli.
 
Belli ki, temelde çocukları korumayı amaçlayan olsa olsa insanoğlunun aklına gelebilecek bu olağanüstü +7, +18    komikliklerine şu cümlelerle itirazım var.
 
-+7, +18  kurallarınıza, oldukça yüksek bir  çoğunlukla uyulmuyor. Hiçbir bakkal, market, -18 çocuklara sigara satmamazlık etmiyor, edemiyor. Hatta, kimilerinin hedef kitlesi bu yaş grubu. Eğer sigara kullanıyorsanız, başlamak için hiç de öyle 18 yaşını beklemediğinizi lütfen itiraf edin. Bu gün sokakta 6-7 yaşlarında ellerinde sigara ile dolaşan çocuk görmediğinizi söylerseniz adres verin ben de oraya geleyim.
-Alkol için konulan kuralları hangi mantıkla açıklayacaksınız. Düşünün, adamın arabası var, bir meyhanenin önüne arabasını çekti. Bir iki yudum almak isterken, fazla kaçırdı ve sarhoş oldu. Bu vatandaşa arabayı kullanmaması gerektiğini nasıl anlatacaksınız. Allah korusun, adam siz onu arabasına bindirmiyorsunuz diye cinayet bile işleyebilir.  Bu yüzden, lütfen şu durumda içilir, ama bu yapılmaz gibi garip şeyler söylemeyiniz. Bu konuda verilen son hüküm nettir.
-Tv konusunda, siz bu akılcı +7 türünden yazıları yazmaya başlayınca hemen her ana baba  her -7 çocuklarına, “ yavrum bak amcalar +7 yazmış sen hadi odana git” biz rahatlıkla şu filmi bir izleyelim deyince,  çocukların bu sihirli ifadenin etkisiyle Tv odasına birkaç gün giremediğini yazsam inanır mısınız? Cevabınız evetse kendinizle çelişiyorsunuz derim. Çünkü, nerede bir +18, +7 orada daha fazla ilgi. Bunun ispatı hiç de zor değil.

19 Mayıs 2011 Perşembe

Tek Suçlu UZAYLILAR

Hayalistan’ın Uydurma eyelatinde seyir  halinde giden otobüse silahlı  bir saldırı yapıldı. Otobüste 8’i bayan 14’ü erkek, 10’u çocuk toplamda 32 kişi bulunuyordu. Yolculardan  4’ü  hemen saldırı anında hayatını kaybederken, 4 bayan ve 6 çocuğa  tecavüz edilip  öldürüldüğü biliniyor. 5 yolcu olay yerinde iki km ötede terkedilmiş eski bir yerde, burada yazılı olarak bile anlatmamın midenizi bulandıracağı, güzel düşüncelerinizi karartabileceği korkusuyla  anlatamayacağım halde   bulunurken,  geride kalan 13 kişinin hayatından şüphe ediliyor.

İnsanların birbirini öldürmeyi, birbirine karşı suç işlemeyi  bıraktığından bu yana ilk kez bu denli bir  saldırıya maruz kalan Hayalistan vatandaşları  saldırının hangi gezegenden geldiğini araştırmaya  başladılar. Daha önce Jupiter, Mars ve Venüs nadir de olsa Neptün gezegenlerinden gelen değişik saldırılara maruz kalan Uydurma eyaleti  sakinleri öncesinde benzerine rastlamadıkları bu saldırı karşısında şaşkınlıklarını gizleyemiyorlar.

Jupiterlilerin henüz silahı icat edemediği gerçeği ve tarihte Venüslülerin kadınlara, Neptünlülerin çocuklara yönelik tecavüz suçlarının hiç bulunmamasından hareketle şüpheler Marslılar üzerine  yoğunlaşıyor, ancak bu şüphelerin güçlü olduğunu söylemek pek  mümkün değil. Çünkü, Marslıların daha önceki verilere göre adam kaçırdıkları rastlandık bir durum değil.
Çok az sayı da olsa, bazı yetkililerin – efendim ben yazmaya bile utanıyorum, ama bu onların görüşü, kusura bakmayın mecburum-   insanoğlundan şüphelendiği  söyleniyor. Bir önceki yazdığım, yazmak zorunda kaldığım cümle için özür dilerim.  İnsanoğlu ile böyle bir vahşetin, adının bile anılması tüylerimi diken diken  etti. Yazının bundan sonraki kısmında  saçmalarsam şimdiden bu garibin kusuruna bakmayın.

Takdir edersiniz ki, hırs ve  bencillik kaynaklı suçların zirvesine çıkan insanoğlu,  yaptıklarından  pişman olarak yaratılanların en şereflisi (eşref-i mahlukat)  olma kararı alalı yıllar oluyor. Bu karar  doğrultusunda Birleşmiş Milletler, Nato, G8, G20, Unicef, Unesco, İnsan, kadın, çocuk hakları  gibi oluşumlarla yeryüzündeki bütün insanların haklarını güvence altına almışlardır. Hatta, hayvan hakları ile de zavallı hayvancıkların  hayatları kurtarılmıştır. Bitki haklarına dönük çalışmalarda yapılıyor.
 
Yukarıda bahsettiğim oluşumlarda birbirinin kişilik, demokratik haklarını güvence altına almaya, her insanı barış ve  huzur içerisinde yaşatmaya kararlı olduğunu belirten maddeler koyan insanoğlunun, bazı maddelerde de dıştan gelen tehditlere karşı birlikte hareket etme kararı olsa olsa UZAYLIlıara karşı alınmış olmalı.

Ah Uzaylılar. Ben size  ne diyeyim. Ne güzel  şurada insan gibi yaşıyorken, bu huzursuzluğun sebebi nedir şimdi. Hayalistan’da yakınlarını kaybedenlere başsağlığı dilerken, bu olayın çözüleceği ümidiyle yazı mı sonlandırıyorum.

Pardon. Son cümlem UZAYLILARA.  İNSANCA yaşamamıza lütfen izin verin.   


20 Şubat 2011 Pazar

DOKUNMAYIN çocuklarıma. (1)

3-4 yaşlarında “bu çok zeki” denilmeyen bir çocuk var mıdır?
Atari, tetris, gameboy. Hangisiydi bilmiyorum, ama ortaokul yıllarımda bu tip oyuncaklarla  tanışma fırsatım oldu. Şimdiki neslin elindeki teknoloji, oyuncak imkanlarıyla kıyaslandığında  basit kelimesinin bile yetersiz kaldığı bu oyuncaklara her an ulaşma şansımız yoktu.
İmkanları bize göre biraz daha iyi olan  birkaç arkadaşımız sahipti onlara. Bu arkadaşların dersleri  pek iyi değildi. Zayıf derslerini geçmeleri için çalıştığımız saatler sonrasında bir süreliğine oynardık onlarla. Ancak, o “bir süre” zihnimde o kadar yer alırdı ki gece sabaha kadar bir daha oynardım. O zamanlar gittiğim bir düğün sonrası sabaha kadar beynimde çalan davulun bıraktığı etkiye benzer bu durum sonrası uyandığımda sersem gibi olurdum. Neyse ki, oyuncaklar bizim değildi. Birkaç çocukluk oyunu ,spor  tarlada,  bağda, bahçede  çalışma gibi fiziksel yorgunluk, ders  çalışma  ve kitap okuma  gibi zihinsel yorgunlukla bu durumdan  çabucak kurtulabiliyordum.
Cep telefonu ile ergenlik döneminde tanışmamış olmayı bir  şans kabul edeyim diyeceğim, ancak ergenlik sonrasına geldiğini zannettiğim  üniversite yıllarımda tanıştığım bu cihazla  hangi  çocuklukları yaptığımı yazsam dalga geçilme korkusu taşırım. Yine de o yılların eşe,dosta, sevgiliye aklımdasın deme anlamı taşıyan   “çağrı bırakma” alışkanlığının cep telefonumu yanı  başıma koyarak uyumaya çalışmaya neden olduğunu yazsam beni anlayışla karşılar mısınız? (“Uyumaya çalışma” diyorum çünkü bir çağrının gelmemesi gecelerimi  bana zindan ederdi.)   
O zamanlar, şimdi kendimi şükürler olsun  kurtardım diyebildiğim Tv’nin  şimdiye göre daha masumane diyebileceğim programları kafamı allak bullak ederdi. Sürekli Tv’lerdeki kimselerin taklitlerini yapma günlük hayatıma o kadar tesir  etmişti ki yolda yürürken bile “İyi akşamlar, Türkiye. Her nerede yaşıyor ve yaşatılıyorsanız” diye dolaşırdım. En saf olanı da belki buydu. Beni kendim olmaktan alıkoyduğu için yazıyorum  bu basit örneği. Ben arabesk şarkıların, filmlerin kendilerini jiletlettiği kurbanlardan değilim, ancak zihinsel istismar yaşadığımı söylesem her halde abartı olmaz.  Kendi adıma  nasıl  bir felaketten kurtulmuş olduğumu  düşünerek şükür ediyorum. Şimdi ki imkanlarım çocukluğumda olsaydı, belki hayatım kaymıştı.

Bu yazıyı yazmaya karar verdikten sonra yukarıda  bahsettiğim şeyleri ve daha fazlasını arkadaşlarımla paylaştım, tartıştım. Onlarında benzer şeyler yaşadığını fark ettim. Uzun zamandır, dalgınlıklarını, yorgunluklarını hatta uyuşukluklarını gözlemlediğim öğrencilerime (ortaöğretim)  genel ve özel olarak sorulara aldığım yanıtlar EYVAH ÇOCUKLAR dedirten türden. Buna göre,
-Öğrencilerimin  neredeyse tamamı  cep telefonu kullanmaktadır.
-Bu çocukların  bir günde attıkları ortalama mesaj sayısı 200 ve çocukların neredeyse tamamı hiç telefona bakmadan mesaj atma yeteneğine(!) sahip.
- Kız çocuklarının devamlı izledikleri dizi film sayısı erkeklere göre daha fazla. Buna karşın  erkeklerin çoğunluğu kendilerine yasak olmasına rağmen +18 mekanlara giderek oyun oynamakta.
-İnternette özellikle de Facebook’ta zaman geçiren çocukların sayısı hiç de azımsanmayacak düzeyde.
-Geceleri rüyalarında mesaj atanların, Facebook’ta yazışanların, izlediği bir diziyi ya da  bir sahneyi yaşayanların sayısı az  değil. 
- Bu çocukların derste yaptıkları espriler genelde filmlerden alıntı.
- Özellikle 9. sınıflarda zayıfı olmayan öğrenci yok.

Bu bahsettiğim özellikler genel lise öğrencileriyle alakalı  ve genel lisede çalışan öğretmenlerin arasında çocukların içinde oldukları bu durumdan şikayetçi olmayanı yok.  Acaba  bu sorun sadece  genel liselerde mi diyerek, Anadalolu ve Fen lisesi çalışanı arkadaşlarımla görüştüğümde  yukarıdaki son madde hariç, onlarda benzer durumdan müzdaripler.”Eski öğrenci yok” hocam diyorlar.

Veliler zaten tam anlamıyla perişan. “Hocam, çocuğun yediği önünde yemediği arkasında, bir dediğini iki etmiyoruz. Bu çocuk çok zekiydi. Herkes bu çocuk doktor olur derdi.”diyorlar.
Sahi 3-4 yaşlarında “bu çok zeki” denilmeyen bir çocuk var mıdır? Biz büyükler çocuklarımıza söylemde varım yoğum senin için, hayatımı sizin için yaşıyorum, çor çocuğuma bir şey bırakmayayım mı derken eylemde kendi  arzu ve isteklerimizin peşindeyiz. En ufak  başarılarında   almayı vaat ettiğimiz ve imkanımız ölçüsünde aldığımız teknolojik cihazlarla çocuğumuzu pasifize etmekte, onların geleceğini karartmaktayız.
             Çocuklarımızı adeta yaşayan ölü kıldığımız günümüzde, her hangi bir gezegenden çocukların zihin dünyasını kirletmeye dönük bir saldırı olsa bundan daha etkili olamazdı. Bizim işimiz, önce yapıp sonra sızlanmak mı Allah aşkına? Çocukları bizler bu hale getirdik,  bunun sorumlusu bizleriz. O halde  hep beraber kendimize çeki düzen verelim, kendimizi eğitelim. Gazali derki: Aile (öğretmen, büyük) ağaçsa çocuk gölgedir. Eğri ağacın doğru gölgesi olmaz. İşte  bu yüzden DOKUNMAYIN çocuklarıma.

19 Şubat 2011 Cumartesi

Çin'de bir kelebek kanat çırpsa New York'ta ne olur?

Kimse sinemaya gidelim mi diye soru dahi sormadı. Öğretmenin zihninde kelebek kanat çırpmaya devam ediyor. Hani dakikalarca öğrencilerimize “masal” anlatırıyoruz ya,  ya da günlük  hayatımızda saatlerce "gazel" okuyoruz ya, işte öyle bir şey.
Öğretmen derste, sayı sıfatları ve belgisiz sıfatlarla ilgili öğrencilerinin evde hazırladığı İngilizce cümleleri almaya devam ediyordu.
Öğrenci 1: “Herkes çok büyük bir yalancıdır…” anlamında İngilizce bir cümle söyledi. Öğretmen diğer öğrencilerinin bu cümleyi yazmasını bitirdikten sonra gülerek samimi bir şekilde “ cümlen yapısal olarak doğru, ancak anlamsal olarak katılmıyorum. Mesela, ben yalancı değilim” dedi. Sınıfta, birkaç öğrenci kendilerinin de yalancı olmadığını söyledi. Öğretmen peki bu sınıfta ben yalancıyım diyen var mı diye sorunca, hiç kimseden olumlu yanıt alamadı. Cümleyi söyleyen öğrenci kendisinin de yalancı olmağını ifade etti. Bunun üzerine, “önce kendimize bakalım, bakın sınıfımızda hiç kimse yalancı değil, başka sınıflarda da olmadığını düşünmeliyiz, herkesin yalancı olduğunu söylemek bize yakışmaz” dedi. Ardından, “biz bir söz söylüyoruz ama kimleri nerede, nasıl etkilediğini bilemeyiz” dedi öğretmen. Öğrencilerden biri, “kelebek etkisi, hocam” dedi. Diğeri, sınıfta öğretmen tarafından sıklıkla kullanılan “Çin’de bir kelebek kanat çırpsa Washington’da deprem olur” ifadesini kullandı. Bir başka öğrenci “New York’ta deprem olur” dedi. Bir öğrenci, “New York’ta beş minare” derken öğretmen filmi izlemeye gidelim mi dedi? Öğrenciler, gidelim dediler. “Ne zaman gidelim?” sorusu yarın diye yanıtlandı sınıfın çoğunluğu tarafından.
-Öğrenci 2: Hocam, ben yarın gelemem haftaya gidelim mi?
-Diğer öğrenciler, hayır, hayır yarın gidelim dediler. Bunun üzerine öğretmen, “fırsatlar insanları, insanlar fırsatları kovalar ama kazanan hep bahane olur, yarın sen gelemiyorsun, bir başka gün ben gelemem, bir diğer gün bir başka arkadaşımız gelemez. En iyisi sen kal, biz gidelim” dedi. Kaçta gidileceği, biletlerin nasıl alınacağı kararlaştırılırken derste sık sık “en iyi dinleme organı gözdür” diyen öğretmenin gözleri Öğrenci 2 ‘ye takıldı.Öğretmen, öğrencinin üzgün olduğunu fark etti. Seninle de başka bir gün gideriz, söz dedi. Öğrenci, yumuşamadı. Öğretmen, kızdırdım mı yoksa seni, çok özür dilerim. Kesinlikle kötü niyetli değildim derken, öğrenci sırasından fırladı.“ Dışarı çıkabilir miyim, hocam?” dedi. Öğretmen, “yanında biriyle olur” dedi. Öğrenci, “hayır ben yalnız çıkmak istiyorum” dedi. Öğretmen, “seni bu şekilde gönderemem” dedi. Öğrenci, “size karşı saygısızlık etmek istemiyorum, lütfen hocam” diye bağırırken bayıldı. Allah’tan çocuk öğretmenin yakınındaydı ve öğretmen onun yere düşmesine izin vermedi. Çocuk, kas katı kesildi. Diğer öğrenciler, “hocam ağzı kilitleniyor” diye çığlık atmaya başladılar. Öğretmen, sağ elinin başparmağı ile sol elinin işaret parmağını çocuğun ağzına koydu. Çocuk, o kadar sıkıyordu ki, öğretmen lütfen canımı acıtıyorsun, lütfen sakin ol, kendine gel diyordu. Diğer öğrenciler, bir telaş, içlerinden biri müdür yardımcısını çağırmak için dışarı çıktı. Öğretmen sakinliğini korumaya çalışırken, çocuğun nefes alıp vermesi neredeyse durmuştu. Diğer, öğrenciler çığlık atmaya başladı. Müdür yardımcısı içeri girdi. Ne oldu dedi. Öğretmen, “o kadar etkili ders anlatıyorum ki çocuk bayıldı, hocam.” Sınıf genelinde hafif bir rahatlama, sonra öğrenci kendine gelmeye başladı yavaş yavaş , müdür yardımcısı iki arkadaşıyla beraber bayılan öğrenciyi dışarı aldı.
Öğretmen, tabii çok şaşırmıştı. Arkadaşlar, ben bir hatamı yaptım. Ne oldu siz bir şey anladınız mı diye sordu. Öğrenciler, “hayır bir sıkıntı yoktu hocam. Bir kısmı ne olduğunu bile anlamadık hocam.” dediler. Öğretmen, “bu soruyu o arkadaşımıza sormak lazım, acaba ne hissetti? Nerede yanlış yaptım da öyle oldu? Tamam. Ben iyi niyetli olabilirim, kötü bir şey söyleme niyetinde olmayabilirim, ancak o ne düşündü” dedi. Sonra, derse başladılar.
Öğretmen, öğrencilerinden birine cümle söyletip diğerlerinin yazmasını bekliyordu. Zaman zaman yazan öğrencilerden bazılarına onların anlayıp anlamadıklarını ölçmek için yazdıklarını okutuyordu. Öğrencilerden birinin cümlesinde “exhausted” (yorgun, bitkin) kelimesi geçti, öğrenci doğru da telaffuz yapıyordu. Sınıftaki öğrencilerin tamamının da bu kelimeyi bilmesi gerekiyordu. Ancak, öğrencilerin bir kaçı anlamadığını söylüyor,  öğretmen ne duyduklarını  görmek için gönüllü birkaç öğrencinin duydukları şeyi tahtaya yazmasını istedi. Onlardan, biri kelimeyi “accosted” şeklinde yazdı, bu kelime daha önce derste hiç geçmemişti.  Diğeri “egzost” şeklinde okunuşuna yakın bir kelime yazdı. Birkaç öğrenci de doğru kelimeyi yazdı. Bunun, üzerine öğretmen “görüyor musunuz arkadaşlar, söylenen şey aynı ama anlaşılan farklı şeyler. Bizim söylediğimiz ancak karşıdakinin anladığı kadar anlamlıdır.” dedi. Arkadaşımız kim bilir bizi ne şekilde anladı. Bakın, biz bir kelimeyi bile farklı anlıyor, farklı yorumlayabiliyoruz. Uzun bir konuşmanın içersinde söylenen tek bir şey kim bilir kaç şekilde anlaşılıyor dedi. O gün ders bitmişti, ama öğretmenin zihninde o gün yaşadıkları yeni bir sayfa açıyordu.
Öğretmen, o hafta içerisinde  girdiği sınıflarda benzer kelime alıştırmaları, yaptı. Bu kelimeler, öğrencilerin derste öğrendikleri kelimelerdendi. Bütün öğrencilerin dikkati toplandıktan ve hazır mısınız diye sorulduktan sonra  bir sınıfta öğrencilere “curious” (meraklı) kelimesini yazmalarını söylendi öğretmen tarafından. Gelen yanıtlar şu şekilde idi: “curious”, “crous”, “keris”. Başka bir sınıfta öğretmen çocukların tamamının hazır olduğu kanaatini edindikten sonra öğrencilerden “think”(düşünmek) yazmalarını istedi. Bu kez yanıtlar şöyleydi: “thing”,(şey) “think”,(düşünmek) “I think it is an interesting job”(ilginç bir iş olduğunu düşünüyorum / bence ilginç bir iş).
Sonuç: Kimse sinemaya gidelim mi diye soru dahi sormadı. Öğretmenin zihninde kelebek kanat çırpmaya devam ediyor. Hani dakikalarca öğrencilerimize “masal” anlatırıyoruz ya,  ya da günlük  hayatımızda saatlerce "gazel" okuyoruz ya, işte öyle bir şey.