26 Kasım 2012 Pazartesi

Çıkar İlişkimiz Kayıp: Hükümsüzdür



Müstahdemin adı ne?

Beş yıldır bu okulda öğrencisiniz, beş yıldır sınıflarınızı temizleyen benim her sabah kapıda gördüğüm müstahdem bir hanım var. Adı soyadı burada yazıyor, soyadını yazmanıza gerek yok,  müstahdemin adını yazınız?

Bu soru, iletişim  dersi sınavında Ahmet Şefik İzgören tarafından son sınıf öğrencilerine sorulur. Öğrencilerin hiç biri 50 puan değerindeki bu soruyu bilemez fakat öğrencilerden bir tanesi, ben nasıl bir adammışım ki diye başlayan çıkar ilişkim olmayan kimseyi tanımıyormuşum diye biten bir yazı yazar.
Öğrenci, öğretmenlerimin adını biliyorum  çünkü çıkar ilişkim var, kızların adını biliyorum çünkü çıkar ilişkim var gibi örneklerle de belki de o an utandığı çıkarcı ruh halini anlatır.

Ahmet hoca, vermek istediği mesajı alan bu öğrenciye tam puan verir.
Bu arada okulda hazırlık, 1. , 2. sınıf ne kadar öğrenci varsa müstahdemin adını öğrenir.

Sosyal paylaşım sitesi Facebook’ta rastladığım  bu videoyu ilk  izlediğimde Ahmet hocayı –belki anlattıkları kurgu olsa da - uzaktan uzağa tebrik etmiş, hatta hoca dediğin böyle olur işte diyerek bu videoyu paylaşmıştım. Ancak, yaşadığım şu ilginç olay meseleye daha da geniş bir perspektiften bakmam gerektiğini gösterdi.

Yol üzerinde el kaldıran iki çocuğu arabama aldım. Selamlaşma ve tanışma faslından sonra çocuklara toplumsal adet üzere okuyup okumadıklarını, kaça gittiklerini sordum. Biri lise mezunu olduğunu söyledi, diğeri ilk öğretim 8. sınıfa gittiğini söyledi. Lise mezunu gence birkaç soru sorduktan sonra , muhabbet 8. sınıf öğrencisi üzerine yoğunlaştı.

İngilizce öğretmenini sordum, “bilmiyorum” dedi.
Matematik öğretmeni sordum, “bilmiyorum” dedi.
Türkçe öğretmeni sordum, “bilmiyorum” dedi.

Hangi öğretmenini tanıyorsun dedim. “Hiç birini” dedi.
Nedenini sorduğumda, “sevmiyorum” dedi.
Hiç birini mi dedim, “evet” dedi.
Niçin dedim. “Artistlik yapıyorlar, kendilerini beğenmişler” dedi. Yolculuğumuz bittiğinde çocuğun problemli olduğunu düşünürken, bir yandan da için için artistlik yapan öğretmenlere kızıyordum.

Ertesi gün okula gittiğimde ilk dersimde “ benim adımı bilmeyenler el kaldırsın” dedim. Sınıfta 10 -12 öğrenci el kaldırdı. Bu öğrencilere dersimi sevip sevmediklerini sordum, tamamı sevdiklerini söyledi. Dersimizin eğlenceli geçtiğini ilettiler. Peki dedim, sizi güldüren, eğlendiren bu adamın adını hiç merak etmiyor musunuz, ya da bana kızdığınızda beni bir yere şikayet edecek olsanız beni kim diye şikayet edeceksiniz diye sordum. Yanıt yok tabii.

Başka bir sınıfta ad ve soyadlarıyla hitap ettiğim iki öğrencime “benim adım ne “ diye sordum, çocuklar bilmediklerini söylediler. İki aydır derslerine girdiğim öğrencilerimin adımı bilmemesini yadırgamıştım.

Hem de ben onların yarıdan fazlasının adını öğrenmiş ve onlara ad ve soyadlarıyla hitap ederken…
Öyle havalı, artist bir yanım da yokken…

Başka arkadaşlara sordum onlar da denediler, durum benimkinden çok farklı değil.

Hatta, bir öğretmen arkadaşımın üç yıldır dersine girdiği öğrencisinin, velisine kendisinden bahsederken dersime giriyor ama öğretmenimin adını bilmiyorum dediğini anlatması şaşkınlığımı artırdı.

Ahmet Şefik hocanın bu durumu nasıl değerlendireceğini merak ederken, yazımı bir soruyla sonlandırıyorum.

Çıkar ilişkisinin bile kaybolduğu eğitim öğretimde öğretmenin adını bilmeyen, belki dersin adını bilmeyen bireylere öğretmen dersini nasıl anlatabilir?






14 Kasım 2012 Çarşamba

Dershanecilik ve Bağcı



Çetrefilli bir iş bu. Dershaneleri kaldırmak isteyenlerin, onları  kaldırdıktan sonra ne yapacaklarına dair bize ulaşan net bir planı yok. Dershanelerin kaldırılmasını istemeyenlerse her gün neden kaldırılmasını istemediklerine dair yeni bir gerekçe buluyorlar ve söylüyorlar.  İkincisinden başlayalım.

-Eğer dershaneler kalkarsa yerine gelecek sistemin adaletli olmayacağı kaygısını taşıyanlar,
-Zengin ile fakir arasında rekabetin imkansız hale geleceğini iddia edenler,
-Özel okulların maliyetinin fazla olacağını savunanlar,
-Bakın 1000 küsür öğrenci üzerinde araştırma yaptık çocuklar dershaneler kalkmasın diyor diyenler,
- Dershaneler olmasa fedakar insanlarla tanışamayacaklarını söyleyenler,
- Hatta işi ileri götürüp dershaneler olmasa  Uğur Dündar’ı  hala adam bilecektik diyenler bile var.

 Daha bir dizi gerekçenin içinden seçtiğim cümlelere bakarak dershane destekçilerinin “biz zaten üzüm diyelim demiyoruz,  bağcı en iyi bu şekilde dövülüyor” mesajından öte bir şey vermediğini söylemem hiç de zor değil. Dershanelerin tam olarak ne yaptığını  öğrenmek isteyenler X dershanesini Y dershanesinden sorsunlar da “Onların yaptığı da eğitim mi” diye başlayan cümleler, küçümsemeler, hakaretler hatta iftiralara varan sözleri duysunlar ve bir karara varsınlar dedikten sonra analize  başlayalım.

Belli ki sınavların kaldırılacağı hesaba katılarak duyulan bir kaygı var. Buna göre sınavlar kalkarsa adaletli olunamaz. Adam kayırma, hırsızlık, rüşvet,haksızlığın oluşacağına dair derin düşünceler. Evet bunlar olacaksa, tabii ki sınavlar kalkmasın derim, ancak kim bana 1.700.000 çocuğu aynı sınava sokmanın adil olduğunu söyleyebilir? Matematiğin M’sini bilmeyen çocukla, matematik dahisi olabilecek  çocuğa yapılan bu muamelede birinden bir şeyler çalınmıyor mu? Dershaneler, eğitimin topluma sunduğu hırsız, arsız bireyleri ıslah için ne yapmış. Yoksa, kaygı duydukları adaletsizlik yapıcılar ithal mi edilecek?

Fakirlikle ilgili görüşlerimi “Çocuklarımızı illa eleyeceksek, kura çekelim! “ isimli yazımda belirtmiştim. Eğitimde maliyet hesabı yapılmaz, yapılmamalı. Eğer maliyetten  kaçarsak, iyi insanları, üstün ahlaklı kimseleri yetiştirmek  sözde kalır. Özel okullar iyi insanları yetiştirebilecekse ekonomi hesapları yapmak ne denli doğru?

Dershaneler içinde doğmuş bir öğrenciye  böyle bir soru sormak, annen, baban yaşasınlar mı demeye benziyor. Eğitim denilince aklına “okul ve dershaneden” başka bir şey gelmeyen öğrenciden ne bekliyoruz?.  Belki, ana baba ile ilgili  soru sorulsa yaklaşık aynı sonuç çıkar. MAALESEF.

Fedakar insanları tanımak, onlarla tanışmak elbette güzel. Bu gün dershane öğretmenleri, test hazırlayanlar harıl harıl  çalışmanın içinde. Bunu kimse inkar etmiyor. Ancak, bu çalışma 1 doğru ve 4 yanlış üzerine kuruluysa, bunu sorgulamak gerekmez mi? Ayrıca,  onların yetiştirdiği biri,  iyiliği kötülüğü ancak kendini bağlayacak birine –Uğur Dündar-  dershanelerin meşruiyetini savunmak için adam değil diyebiliyorsa, birinin ardından konuşabiliyorsa onların durumu bal yapmayan arı misalidir.

Birincisine gelince, eğitim adına onlara iki önerim var:

1.Dershaneler deneyhaneye dönüştürülsün.
2. Sokak eğitimi yaygınlaştırılsın.

Tabii, amaç üzüm yemekse.

10 Kasım 2012 Cumartesi

İyilerin Savaşı




Bu savaş dünyaya yön veren bir savaş. Hem de iyilik adıyla. Hemen her gün dünyadaki her hangi bir kötülüğe karşı  iyiler tarafından bir mücadele başlatılır. Planlar, Projeler havalarda uçuşur. Kulüpler, dernekler kurulur. Makaleler yazılır.

Bakalım etrafımıza “Savaşa Hayır”, “Açlığa, Yoksulluğa Son”,  “Dumansız Hava Sahası”, “Şiddete Hayır”, “Küfürsüz Hava Sahası” gibi sloganlar, projelerden geçilmiyor. Yeşilay, Kızılay gibi dernekler gönüllülerle beraber sürekli mücadele veriyor. Devlet, hep işin içinde nerede bir iyilik ben orada olmalıyım düsturuyla adeta bütün imkanlarını seferber etmekte. Peki, neden kötülükler bitmez, neden her gün yeni formatıyla yüz yüzeyiz kötülüğün?

Bunu iki şekilde açıklamak mümkün. Birincisi “amaçta bütünlük” sağlanamamakta. İyi işlerin o kadar çok taliplisi vardır ki bir türlü amaç bütünlüğü sağlanamaz. Kimi, milli,dini hissiyatları için savaşırken, kimi kişisel sebepler ( bir yakınını kaybetmiş olabilir)  ya da benlik duygularıyla orada yer almaktadır. Sonraki grup, kötülükle mücadelede gelinen safhadan ziyade kendilerinin bu savaşta ne kazandıklarını hesap ederken süreç sekteye uğramaktadır. Fikir babalığı iddiaları, “falanca makalede bana ait olan cümleler benden izinsiz kullanılmış” gibi kısır tartışmalar iyilik içinde yeni bir “kötülüğün” fitilini ateşleyebilmektedir. Bu yüzden totalde  iyilerden oluşan gruplardan bile iyi işler çıkmamaktadır.

İkincisi, ölçütte bütünlüğün sağlanamaması. Birincisiyle, paralel olan bu sorun, kötülükte hangi sınırlarda mücadele edileceğinde bir bütünlük olmaması ile ilgilidir. Somut örneklerle açıklayacak olursak, biri alkolün kökünden kazınmasını isterken diğeri rafta kalıp doğum günü, düğün gibi özel günlerde kullanılmasından yana. Sigara da kimi, tamamen yok edilmesini isterken, kimi kaçak içmemeyi bir gurur meselesi sayabilmektedir.  Devlet de, işler çok daha garip. Devletin bazı kurumları insanları kötülüklerden alıkoymak için milyonları harcarken, bazı kurumlar kötülüğü bizzat kendi elleriyle üretmekte, kötülüğün yayılmasını kolaylaştırıcı mekanların açılmasına ruhsat vermektedir.

Demem o ki, iyiler kötülüklerle savaşıyor. Ancak, bu kör dövüşünden  öte bir şey değil. Sistemsiz, plansız, bütünsellikten uzak mücadeleler arpa boyundan öte yol aldırmıyor. Bunun için “kötü” kriterinin belirlenmesinde delilleri sağlam çalışmalar yapılıp, bütün unsurların içinde yer aldığı bir mücadele sergilenmeli. Örneğin, devlet sigara ile mücadele edecekse, bir kurum başka kurumun işini değersiz kılmamalı. Devlet, her yerde “Dumansız Hava Sahası “ derken devletin memuru sigara içmemeli, hatta devlet radikal bir kararla sigara içeni memur yapmamalı.  Belki, o zaman mücadelede samimiyetimizi ortaya koyabiliriz, belki o zaman“iyi” olabiliriz.


6 Kasım 2012 Salı

TV 4


TV 4

“Her gün korkak yaşamaktansa bir gün cesur ölmeyi tercih ederim.” Bu sözü, torunlarıyla konuşurken dilinden hiç düşürmeyen Reşit dede, askere duyulan korkunun azalmaya başladığı sıralarda köye gelen bir uzman çavuş tarafından fena korkutulur. Darbe döneminin etkilerinden sonra halkla kaynaşma maksatlı mıdır bilinmez, dedeye selamun aleyküm diye selam veren uzman çavuş selamına beklediği yanıtı alamayınca, dedeye selam böyle mi alınır diye sitem eder. Asker korkusu henüz sönmeyen dede,  eve gider ve yorganının altına girer ve kara düşüncelere dalar, korkudan tir tir titrer. Tabii, torunlarının hemen hiç biri bu durumdan haberdar değildir, onlar dedelerini hep cesur bilirler.  Reşit dede, şu TV’deki  asker görüntüsünden kaçan çocuğun da dedesidir.  TV köylülerin dünyasına yeni korkular getirir.

Bu korkulardan biri haberleri kaçırma korkusu.  Ahmet  dede bugünleri hiç göremeden ebedi hayatına ulaşır. “Lafı dine, lafı dine” diye sohbetiyle etrafını şenlendiren Yusuf dayı, bu sefer TV karşısında haberleri heyecanla takip eder, hafif bir gürültüde “dur, dur” demekten başka bir şey demez, ne kendi konuşur, ne de başkalarını konuşturur. Fakı Mehmet dede ile Durdu Mehmet amca artık yalan sohbetleri için buluşmaz. Bir araya geldiklerinde, yaptıkları şey yalnızca TV seyretmek ve kuru, yavan bir iki söz konuşmak olur. Yalnız kaldıklarında yine TV izler, öyle bağımlı hale gelirler ki  TV açık halde uyurlar. Yoksa uykuları gelmez.  


Haberlerde duyulan şiddet, cinayet, taciz, çocuk kaçırma, kapkaç, hırsızlık gibi olaylar köyde güven korkusu oluşturmaya başlar. Gece gündüz demeden hayvanların peşinde korkusuzca çalışan, okula gitmek için kilometreler tepen, kendi oyuncaklarını kendi yapan neslin yerinde yeller esmeye başlar. Herkesi bir korku sarar. Büyükler sanki başka bir yere taşınmış, köylerini hiç bilmiyormuş gibi davranmaya başlar. Zihinlerinde sürekli bir korku. Onların yaşadıkları haliyle çocuklara yansır. Bütün işleri kendileri yapmaya başlar. Çocuklar ise gelecek korkusuyla okullara yollanır. Okusun adam olsun, daha doğrusu devlet memuru olsun denilir.

Okul servisleri çocukları evlerinin önünden alıp okula bırakır. Bu çocukları, kendilerinin servisle giderken zorlandıkları yolu, ana- babalarının her gün yürüdüğüne inandırmak deveye hendek atlatmaktan daha zordur. Onlar bırakın 4 km yürümeyi  özgürce çıkıp evlerinin önünde oyun oynayamaz hale gelir. Daima ana baba denetiminde. Oyunlar, oyuncaklar hep TV’dekilere ait. Okuyan okur ama okumayan için aslı sıkıntı başlar.

Hanımlarda dizi kaçırma korkusu başta yemek yanması, bağ bahçe işlerinin aksamasına sebep olsa da, ilerleyen yıllarda  mutfağa alınan TV’ler bu işe çözüm olur. Ninelerin bereketi kaçar diye namaz kıldıkları mutfaklarda pop şarkılar çalınır, göbekler atılır. Rachel, Isamar, Yalan Rüzgarı, Hayat Ağacı gibi diziler köylü üzerindeki etkisini göstermeye başlar. Dizilerdeki, dedikodu, aldatma, boşanma,  özgürlük (!) gibi kavramlar titizlikle işlenir ve sonuçları da alınır.


Bu gün köyde asker korkusu rafa kalkmış. Hatta asker güvenilen tek unsur haline gelmiş durumda. Ancak, TV, haber, dizi, sanat, oyun adı altında öyle bir korku salmaya devam ediyor ki, köylü korkusuz bir gün geçirmiyor, -Reşit dedenin sözünün aksine- her günü korkak yaşamakta.  

Şimdi, merak etmeden geçemiyorum acaba o çocuk TV’den mi yoksa askerden mi kaçtı diye.
Yoksa  asıl darbeci, iki saf harften oluşan TV mi?

Son