28 Mart 2012 Çarşamba

Mesleki Saygınlık

Kimileri dünyanın kendileri etrafında döndükleri sanır.
Kimi, malzememiz insan kolay mı onca çocukla başa çıkmak derken, kimi hayat kurtardığını iddia eder. Kimi canımızı kendilerine borçlu olduğunu söyler. Kimi,  fikir adamı olduğunu söyler. Kimi, kolay mı bu memleketi yönetmek der.
                                  
Onlar, “ah ben olmasam!” diye başlayan binlerce cümleler kurarlar.
Yaptıkları işin saygınlığından dem vururlar.
“Efendim biz gelince en azından ayağa kalkılsa ya! “derler.
Ayakta, bu zevat için düğmenizi ilikler, başınızı öne eğersiniz, yetmez derler.
Kırmızı halı serersiniz…
Sözlü teşekkür edersiniz, bu “kadarcık mı?”  derler.
Üstün çalışmanızı müşahade ettim, gayretlerinizden dolayı sizi tebrik ederim dersiniz, beni bir kağıt parçası ile mi kandıracaksınız derler.
Hak arama adı altında çeşitli sivil toplum örgütleri kurarlar.
Bu hak hep başkaları emsal gösterilerek aranır.
“Arkadaş, falanca bile benim aldığım maaşı alıyor,şu düştüğümüz hale bak...
Boşuna mı dirsek çürüttük. Bu zekayı, yeteneği heba ettik” der, kimi.

Bu  güruh içinde kimi , işi iyice ileri götürür. Bu meslek peygamber mesleği der. Hangi, mesleği kasteder bilmem, mesleğinin  ne olduğunu bilmeden katılırım . İnanırım ki,  her meslek peygamberlerden gelir.

Çobanlık,  marangozluk, demircilik, terzilik hepsi de peygamber mesleğidir.
Onlar sabırla, şikayet etmeden çalışırlar da, çalışırlar.
Bir gün çıkıp  bu meslek bu kadar önemli demezler. Sadece, dirsekleri değil, vücutlarının hemen her yeri çürür. Bazen, meslekleri uğruna uzuvlarını kaybederler.
Bir gün grev yapmazlar, protesto nedir bilmezler.
Dünyayı rableri, onlar dünyanın işlerini döndürür.
Yine de, kimseden saygı beklemezler -yalnızca meslekleri saygın olanların aksine- asıl saygıyı hak etmelerine rağmen. 

20 Mart 2012 Salı

Siz Baharı Yaşarken Okullar Sonbaharı Yaşar

Nihayet  size mevsim bahar. Gecikmesini aklınız pek almadı , ama geldi en sonunda bahar,  küresel ısınmacılara inat süren uzun, kara kışın ardından.
Ağaçlar  beyaz, pembe çiçeklerle bir göz ziyafeti sunar, bir diriliş edasıyla.
Sümbüller, menekşeler  burcu burcu kokuları, mor renkleri ile emrinize amade.
Hasret kaldığınız güneş, uzun kış boyunca görünememenin telafisini yapmak istercesine ışınlarını ruhlarınıza  dokundurur zarif bir hal içinde.
Piknik alanları sizi,  mideleriniz  mangal keyfini bekler…

“Şenlensin dağlar, taşlar, kuşlar, ağaçlar bahar geldi” der adeta, hava durumu sunucuları bölgesel itirazlara rağmen.

İlkbahar, umudun yeniden doğusun adı.
Uğramaz bir  türlü okullara, adını değiştiremez mevsimin orada.
Her gün 2000 fidan sökülür yerinden yollanır sokaklara...
Her gün 2000  yaprak düşer, miadını doldurdu denir soranlara…

Türkiye’de orta öğretimde ortalama 2000  öğrenci,  okulların açık olduğu gün okullardan uzaklaşmakta.  Bu rakamın çoğunluğu 9. sınıflarda.
Kimi kendi  gelmek istemez, bir türlü  ruhuna hitap etmeyen derslerden kaçar…
Kimi yüz  kızartıcı suç işlemiştir, ceza alması yerine okuldan kaydının alınması uygun görülür.
Kimi, “hak” furyasının okul versiyonu “devamsızlık” hakkını doldurmuştur.
Kimi giderken bir Allahaısmarladık bile diyemez arkadaşlarına, kendi  gider hüzünlü, arkadaşlarına, öğretmenlerine   bırakır  hüzün.

Sonbaharın bütün  kasvetine rağmen umutla, heyecanla başlanan okul hayatı hava durumlarına inat ilkbaharda son bulur.
Bu uğurda  verilen “başarılı olacağım” sözleri buhar olur.
Bütün güçlüklere karşın alınan üniformalar, kırtasiye malzemeleri çöpe atılır.
Bir dökülme yaşanır okullarda…
Giden, yanında  alıp götüremez sonbaharı.
Giden, kuruyup düşmüştür..

Kalanların, içinde kurumaya yüz tutmuş  bir “can suyu” diye yalvaranlar vardır. Bunlar  devamsızlıklarını doldurmuş, ailelerinin doktordan rapor almasını  bekler.
“En azından  liseyi bitirsin” diye zorla tutulanlar…
 Öncesini bilmem, en az 8 yıldır devam eden “ilkokul mezunlarına ehliyet verilmiyormuş” yalanına inananlar  var.
Sınav stresinden hastanelere kaldırılanlar var…
Demokrasinin, statü edinmenin en kestirme yolu saydığı eğitimin kalesi okullarda, stres, hüzün, bir yaprak dökümü  var.
Siz ilkbaharı yaşarken okullarda sonbahar  var.

14 Mart 2012 Çarşamba

Zorunlu Eğitime Hayır

Eğitim bu;  zihin, yetenek, zeka, gönül, ruh işi, öyle zorlama ile olmaz.
Derdim “eğitim” değil eğitimin zorla yapılıyor olması.
Eğitimin dört duvar arasına sıkıştırılıyor olması.
Eğitimin sadece okuldan  ibaret sayılması…
İsteyenin istediğini alamaması..
İstemeyenin de zorla bu duvarlar arasında zapturapt  edilmesi…
Bu yetmez bir de  dershaneye uğra denilmesi…

“Oku adam ol, okumazsan senin halin benim  halim” klişesinin taze beyinlerin zihinlerine işleniyor olması.

 “Adam olmanın sadece okulda” gerçekleştirilebileceğine  vurgu yapılması… Bu ifadenin ötesinde, adamlığın okuyarak elde edilen birkaç saygın(!) meslekle sınırlandırılması. Bu meslekler için gerekli eğitimi almış ama  henüz mesleği icra aşamasına gelmeyen bireyin bile “adam” sayılmaması…

15 yaşında biçer- döverci olmaya  merak sarmış çocuğun, psikolojik travma geçiriyor sanılarak herkesçe bu işten mümkün mertebe  uzak tutulmaya çalışılarak, hiç  birini sevemediği  15 ayrı ders ile karşı karşıya bırakılması… İki yıl okulda zorla tutulan bu çocuğun sokağa atılması. İlgisinden tamamen soğuduktan sonra 25 yaşında  “bir baltaya sap olamadı” diye toplumca kınanması. Üstüne, aynı toplum tarafından, o kişinin cümle aleme  “o kadar zorladık, bakın okumadı” diye lanse edilmesi.

Kick-boks’ ta Türkiye derecesi  yapmış mobilya bölümü öğrencisinin geleceğe kaygı ile bakması..
Devamsızlıktan sınıfta kalmış bir öğrencinin bunu   bile bile, gidecek yeri olmadığı için okula gelmesi, sonra ortadan kaybolması. İşin garibi  bu çocuğun mükemmel  bir futbol kalecisi olduğunun okuldan  ayrıldıktan sonra öğrenilmesi. Önce öğrenilse ne olur  ki!

İngilizce öğretmeninin derse katılsın diye tahtadaki alıştırmayı öğrencisinin defterine sessizce çözmesi, ama zavallı  öğrencinin bunu  bile tahtaya yazmayı becerememesi. Bu öğrenciye de “İngilizce öğretmek şart”,  yavrum denilmesi…

Berber olacak adama matematik anlatılması… Berber adayının ne öğrendiğini, öğretmenin ne öğrettiğini bilmemesi.

40 yaşındaki PVC ustasına Çıraklık eğitimi verilmesi.  Ona da başta  matematik olmak üzere Türkçe Dilbilgisi, Din  Kültürü gibi derslerin verilmesi…  Vatandaşın hiçbir şey öğrenemediğini söylememe gerek var  mı?

Derdim, bahsi geçenlerin bir hayal ürünü olmaması…

Mesele, sadece kız çocukları değil.  Sadece, imam hatipler değil…  Mesele, “28 Şubat”   değil.
Mesele, çocuklarımız. Mesele, insanımız.
Mesele, EĞİTİM. Bu da zorla olmuyor.

7 Mart 2012 Çarşamba

Küfürsüz Hava Sahası

Kendimi  kameraya alıp  izlemek istedim. Amacımın aksi şeyler çıktı. Ben biraz böbürlenmek istemiştim kendimle.  Malzemesi ben olunca  filmin güzel şeyler çıkar diye umutlanmıştım. Sonuç fiyasko… Beşerim biliyorum da bu kadar şaşma, sapma  fazla dedim kendi filmime.  Bakalım siz ne diyeceksiniz.

Sevgili dostlar, ben tam bir küfürbazmışım. Yanlış okumadınız, hani şu söven adamlar var ya onlardan. Filimden kareler aktarayım size de bir dinleyin. Okuduğunuz bu adam nelere sövmüş.

Maç izliyorum bir sahnede, tuttuğum takımın oyuncusu çok güzel bir çalım atıyor,  benim ağzımda bir küfür, amacım futbolcuyu övmek. Aynı futbolcu  çalım yiyor benim ağzımda küfür, amacım öfkemi göstermek. Gol atıyoruz, küfür. Çünkü seviniyorum. Gol yiyoruz, küfür. Çünkü, üzülüyorum. 

Başka bir sahnede çocuk  seviyorum, ağzımda küfür, anlamı çocuk çok tatlı. Birkaç  dakika  sonra çocuk çok ağlıyor, ağzıma geleni  sayıyorum, maksat sinirlendiğim belli olsun.

Bir yerde başarılı bir öğrencimden bahsediyorum ağzımda küfür, çocuk çok başarılı  ya. Tembel bir çocuktan  bahsediyorum, yine küfür, çocuğun tembel olduğunu başka türlü anlatamam ya (!).
Bir arkadaşımı övmek istiyorum bir yerde, küfür ediyorum. Samimi olduğumuz anlaşılmaz diye korkuyorum belki.  Birine kızıyorum, küfür ediyorum. Tepkimi nasıl  koyabilirim yoksa?  Biri  bana  küfrediyor, küfür öyle edilmez böyle edilir kavlinden bir de ben küfür ediyorum.

Kendi filmimde,  sevgiden, övgüden,  kızgınlıktan, nefretten, samimiyetten, şakadan, sevinçten, hüzünden küfür ettiğimi gördüm. Küfrü ağzımda sakız gibi çiğnermişim de haberim yokmuş. Ne büyük bir utanç. Ben de, utandım, utandım, utandım.

Bu filmi izlememe  vesile olan öğrencilerime, arkadaşlarıma teşekkür ederken, bir salisesini dahi geri alamayacağım hayatımın küfür  ettiğim dilimleri için duyduğum derin pişmanlıkla sizlere kendi filmlerinize bakmayı öneriyorum. Belki birlikte “Küfürsüz Hava Sahası” oluşturabiliriz. “Küfre Sıfır Tolerans”, la “Küfürsüz Bir Dünya” kurabiliriz.


1 Mart 2012 Perşembe

Haberciler, Haberlerinizde Boğulmayın!

Sel  sularına  kapılan bir vatandaşın acı sonunu “sevgili   seyirciler” diyerek ekran başındakilere haber olarak aktaran muhabire çocuk aklımla “ kardeşim,  böyle haber mi olur, adamı  kurtarmaya çalışsana” demiştim yıllar önce.
           
Büyüdüm, ama hala  o zamanki  çocuk aklıma sahibim, amatör duygularıma yapılan bütün saldırılara rağmen.
           
 Hayat kurtarma imkanı  varken, saniye  saniye ölüm   haberi veren  zihniyete kızgınım.
            Haberi, “yeni olmuş bir olayın ilk duyurusu, olan biten, salık; dilden dile dolaşan söz, söylenti” diye tanımlayan maddeperestlere lafım.
            Ben habere haber demem haber topluma fayda vermiyorsa diyecek  kadar pragmatistim.
Az bir ücret karşılığında,  insanların acılarının “flaş, az sonra” denilerek  hiçe  indirgenmesine  gönlüm razı değil.
“ Adana’ da  feci  kaza. Kaç kişi  hayatını kaybetti?   Az sonra” alt yazıları yufka  yürekli vatandaşı ekran  başında tutmak için yapılıyorsa  yazık, hem de  çok.
Çin’de yaşanan  bir banka soygunu, adeta hırsızlara taktik   vermek için defalarca tekrarlanıyorsa ve buna haber deniyorsa pes doğrusu.
Yalnız yaşayan yaşlı  teyzenin kayıp ettiklerini   getiren işsiz gencin tutumunu insanlığa ders olsun  diye duyurduktan belli bir zaman sonra teyze soyguncular tarafından öldürülüyorsa haberci kendini sorgulamalı.
“Kurbağa, karıncalarla  nasıl oyun oynuyor. Az sonra ? alt yazısı geçtikten sonra” sunucunun yüzündeki tebessümle “izleyelim” dediği haberde telefon  ekranından yukardan aşağı doğru inen karıncaları  gerçek sanarak kurbağanın atlaması kurbağaya zulümden başka bir şey değildir. Yemek yerken, insanlığımdan utandığım bu görüntülere Hayvan Hakları Derneği’nin   ses çıkarmamasını ancak “haberleri” yoktur diye yorumlayabiliyorum.

 Kedinin kuyruğundan tutulup defalarca dönüldükten sonra“gülle” gibi atılmasının çocuklar üzerindeki etkisinin  ne olacağı hiç düşünülmez  mi?
 Mecliste vekillerin kavga etmesi  ne kadar yanlışsa, onların  bu halinin “bakın oy verdiğiniz adamlar ne halde” diye haber yapılması da o kadar yanlış. Sonra, çocuklar da vekil amcaları gibi kavga etmeye başlamaz  mı?

“Cinayet,  sokak ortasında toplu kavga, insanlara yumurta atma,   banka soygunu, hırsızlık, kapkaç , tecavüz, töre cinayeti, kaçakçılık,” gibi olayların tamamını ilk kez  haberlerde duydum. Kadına şiddetin doruklara ulaşmasını haber adı altında sunulmasını  anlamıyorum . Hala, bir çoğuna günlük hayatımda rastlamadığım olayların haberler aracılığıyla sıradanlaştırılıp dünyamı mahvetmesinden korkuyorum.


Haber dediğin insana huzur vermeli, içini açmalı. Önüne ufuklar koymalı.
Haberin zararı yararından çoksa fersah fersah kaçılmalı ondan.
Bin iyi haber yaparsın bir kötü haber kasanın içindeki çürük elma gibiolur..
İnsan haberlerde de marufu anlatmakla mükellef.

Biz  boğulsak siz haber yaparsınız ama ben madde aleminde boğulan siz haberci kardeşlerimi “haberlerinize bir çeki düzen” verin diye  uyarıyorum. Yoksa, haberleriniz size fırtınalı bir günde rüzgarın savurduğu kül kadar bile fayda vermez.