20 Şubat 2011 Pazar

DOKUNMAYIN çocuklarıma. (1)

3-4 yaşlarında “bu çok zeki” denilmeyen bir çocuk var mıdır?
Atari, tetris, gameboy. Hangisiydi bilmiyorum, ama ortaokul yıllarımda bu tip oyuncaklarla  tanışma fırsatım oldu. Şimdiki neslin elindeki teknoloji, oyuncak imkanlarıyla kıyaslandığında  basit kelimesinin bile yetersiz kaldığı bu oyuncaklara her an ulaşma şansımız yoktu.
İmkanları bize göre biraz daha iyi olan  birkaç arkadaşımız sahipti onlara. Bu arkadaşların dersleri  pek iyi değildi. Zayıf derslerini geçmeleri için çalıştığımız saatler sonrasında bir süreliğine oynardık onlarla. Ancak, o “bir süre” zihnimde o kadar yer alırdı ki gece sabaha kadar bir daha oynardım. O zamanlar gittiğim bir düğün sonrası sabaha kadar beynimde çalan davulun bıraktığı etkiye benzer bu durum sonrası uyandığımda sersem gibi olurdum. Neyse ki, oyuncaklar bizim değildi. Birkaç çocukluk oyunu ,spor  tarlada,  bağda, bahçede  çalışma gibi fiziksel yorgunluk, ders  çalışma  ve kitap okuma  gibi zihinsel yorgunlukla bu durumdan  çabucak kurtulabiliyordum.
Cep telefonu ile ergenlik döneminde tanışmamış olmayı bir  şans kabul edeyim diyeceğim, ancak ergenlik sonrasına geldiğini zannettiğim  üniversite yıllarımda tanıştığım bu cihazla  hangi  çocuklukları yaptığımı yazsam dalga geçilme korkusu taşırım. Yine de o yılların eşe,dosta, sevgiliye aklımdasın deme anlamı taşıyan   “çağrı bırakma” alışkanlığının cep telefonumu yanı  başıma koyarak uyumaya çalışmaya neden olduğunu yazsam beni anlayışla karşılar mısınız? (“Uyumaya çalışma” diyorum çünkü bir çağrının gelmemesi gecelerimi  bana zindan ederdi.)   
O zamanlar, şimdi kendimi şükürler olsun  kurtardım diyebildiğim Tv’nin  şimdiye göre daha masumane diyebileceğim programları kafamı allak bullak ederdi. Sürekli Tv’lerdeki kimselerin taklitlerini yapma günlük hayatıma o kadar tesir  etmişti ki yolda yürürken bile “İyi akşamlar, Türkiye. Her nerede yaşıyor ve yaşatılıyorsanız” diye dolaşırdım. En saf olanı da belki buydu. Beni kendim olmaktan alıkoyduğu için yazıyorum  bu basit örneği. Ben arabesk şarkıların, filmlerin kendilerini jiletlettiği kurbanlardan değilim, ancak zihinsel istismar yaşadığımı söylesem her halde abartı olmaz.  Kendi adıma  nasıl  bir felaketten kurtulmuş olduğumu  düşünerek şükür ediyorum. Şimdi ki imkanlarım çocukluğumda olsaydı, belki hayatım kaymıştı.

Bu yazıyı yazmaya karar verdikten sonra yukarıda  bahsettiğim şeyleri ve daha fazlasını arkadaşlarımla paylaştım, tartıştım. Onlarında benzer şeyler yaşadığını fark ettim. Uzun zamandır, dalgınlıklarını, yorgunluklarını hatta uyuşukluklarını gözlemlediğim öğrencilerime (ortaöğretim)  genel ve özel olarak sorulara aldığım yanıtlar EYVAH ÇOCUKLAR dedirten türden. Buna göre,
-Öğrencilerimin  neredeyse tamamı  cep telefonu kullanmaktadır.
-Bu çocukların  bir günde attıkları ortalama mesaj sayısı 200 ve çocukların neredeyse tamamı hiç telefona bakmadan mesaj atma yeteneğine(!) sahip.
- Kız çocuklarının devamlı izledikleri dizi film sayısı erkeklere göre daha fazla. Buna karşın  erkeklerin çoğunluğu kendilerine yasak olmasına rağmen +18 mekanlara giderek oyun oynamakta.
-İnternette özellikle de Facebook’ta zaman geçiren çocukların sayısı hiç de azımsanmayacak düzeyde.
-Geceleri rüyalarında mesaj atanların, Facebook’ta yazışanların, izlediği bir diziyi ya da  bir sahneyi yaşayanların sayısı az  değil. 
- Bu çocukların derste yaptıkları espriler genelde filmlerden alıntı.
- Özellikle 9. sınıflarda zayıfı olmayan öğrenci yok.

Bu bahsettiğim özellikler genel lise öğrencileriyle alakalı  ve genel lisede çalışan öğretmenlerin arasında çocukların içinde oldukları bu durumdan şikayetçi olmayanı yok.  Acaba  bu sorun sadece  genel liselerde mi diyerek, Anadalolu ve Fen lisesi çalışanı arkadaşlarımla görüştüğümde  yukarıdaki son madde hariç, onlarda benzer durumdan müzdaripler.”Eski öğrenci yok” hocam diyorlar.

Veliler zaten tam anlamıyla perişan. “Hocam, çocuğun yediği önünde yemediği arkasında, bir dediğini iki etmiyoruz. Bu çocuk çok zekiydi. Herkes bu çocuk doktor olur derdi.”diyorlar.
Sahi 3-4 yaşlarında “bu çok zeki” denilmeyen bir çocuk var mıdır? Biz büyükler çocuklarımıza söylemde varım yoğum senin için, hayatımı sizin için yaşıyorum, çor çocuğuma bir şey bırakmayayım mı derken eylemde kendi  arzu ve isteklerimizin peşindeyiz. En ufak  başarılarında   almayı vaat ettiğimiz ve imkanımız ölçüsünde aldığımız teknolojik cihazlarla çocuğumuzu pasifize etmekte, onların geleceğini karartmaktayız.
             Çocuklarımızı adeta yaşayan ölü kıldığımız günümüzde, her hangi bir gezegenden çocukların zihin dünyasını kirletmeye dönük bir saldırı olsa bundan daha etkili olamazdı. Bizim işimiz, önce yapıp sonra sızlanmak mı Allah aşkına? Çocukları bizler bu hale getirdik,  bunun sorumlusu bizleriz. O halde  hep beraber kendimize çeki düzen verelim, kendimizi eğitelim. Gazali derki: Aile (öğretmen, büyük) ağaçsa çocuk gölgedir. Eğri ağacın doğru gölgesi olmaz. İşte  bu yüzden DOKUNMAYIN çocuklarıma.

19 Şubat 2011 Cumartesi

Çin'de bir kelebek kanat çırpsa New York'ta ne olur?

Kimse sinemaya gidelim mi diye soru dahi sormadı. Öğretmenin zihninde kelebek kanat çırpmaya devam ediyor. Hani dakikalarca öğrencilerimize “masal” anlatırıyoruz ya,  ya da günlük  hayatımızda saatlerce "gazel" okuyoruz ya, işte öyle bir şey.
Öğretmen derste, sayı sıfatları ve belgisiz sıfatlarla ilgili öğrencilerinin evde hazırladığı İngilizce cümleleri almaya devam ediyordu.
Öğrenci 1: “Herkes çok büyük bir yalancıdır…” anlamında İngilizce bir cümle söyledi. Öğretmen diğer öğrencilerinin bu cümleyi yazmasını bitirdikten sonra gülerek samimi bir şekilde “ cümlen yapısal olarak doğru, ancak anlamsal olarak katılmıyorum. Mesela, ben yalancı değilim” dedi. Sınıfta, birkaç öğrenci kendilerinin de yalancı olmadığını söyledi. Öğretmen peki bu sınıfta ben yalancıyım diyen var mı diye sorunca, hiç kimseden olumlu yanıt alamadı. Cümleyi söyleyen öğrenci kendisinin de yalancı olmağını ifade etti. Bunun üzerine, “önce kendimize bakalım, bakın sınıfımızda hiç kimse yalancı değil, başka sınıflarda da olmadığını düşünmeliyiz, herkesin yalancı olduğunu söylemek bize yakışmaz” dedi. Ardından, “biz bir söz söylüyoruz ama kimleri nerede, nasıl etkilediğini bilemeyiz” dedi öğretmen. Öğrencilerden biri, “kelebek etkisi, hocam” dedi. Diğeri, sınıfta öğretmen tarafından sıklıkla kullanılan “Çin’de bir kelebek kanat çırpsa Washington’da deprem olur” ifadesini kullandı. Bir başka öğrenci “New York’ta deprem olur” dedi. Bir öğrenci, “New York’ta beş minare” derken öğretmen filmi izlemeye gidelim mi dedi? Öğrenciler, gidelim dediler. “Ne zaman gidelim?” sorusu yarın diye yanıtlandı sınıfın çoğunluğu tarafından.
-Öğrenci 2: Hocam, ben yarın gelemem haftaya gidelim mi?
-Diğer öğrenciler, hayır, hayır yarın gidelim dediler. Bunun üzerine öğretmen, “fırsatlar insanları, insanlar fırsatları kovalar ama kazanan hep bahane olur, yarın sen gelemiyorsun, bir başka gün ben gelemem, bir diğer gün bir başka arkadaşımız gelemez. En iyisi sen kal, biz gidelim” dedi. Kaçta gidileceği, biletlerin nasıl alınacağı kararlaştırılırken derste sık sık “en iyi dinleme organı gözdür” diyen öğretmenin gözleri Öğrenci 2 ‘ye takıldı.Öğretmen, öğrencinin üzgün olduğunu fark etti. Seninle de başka bir gün gideriz, söz dedi. Öğrenci, yumuşamadı. Öğretmen, kızdırdım mı yoksa seni, çok özür dilerim. Kesinlikle kötü niyetli değildim derken, öğrenci sırasından fırladı.“ Dışarı çıkabilir miyim, hocam?” dedi. Öğretmen, “yanında biriyle olur” dedi. Öğrenci, “hayır ben yalnız çıkmak istiyorum” dedi. Öğretmen, “seni bu şekilde gönderemem” dedi. Öğrenci, “size karşı saygısızlık etmek istemiyorum, lütfen hocam” diye bağırırken bayıldı. Allah’tan çocuk öğretmenin yakınındaydı ve öğretmen onun yere düşmesine izin vermedi. Çocuk, kas katı kesildi. Diğer öğrenciler, “hocam ağzı kilitleniyor” diye çığlık atmaya başladılar. Öğretmen, sağ elinin başparmağı ile sol elinin işaret parmağını çocuğun ağzına koydu. Çocuk, o kadar sıkıyordu ki, öğretmen lütfen canımı acıtıyorsun, lütfen sakin ol, kendine gel diyordu. Diğer öğrenciler, bir telaş, içlerinden biri müdür yardımcısını çağırmak için dışarı çıktı. Öğretmen sakinliğini korumaya çalışırken, çocuğun nefes alıp vermesi neredeyse durmuştu. Diğer, öğrenciler çığlık atmaya başladı. Müdür yardımcısı içeri girdi. Ne oldu dedi. Öğretmen, “o kadar etkili ders anlatıyorum ki çocuk bayıldı, hocam.” Sınıf genelinde hafif bir rahatlama, sonra öğrenci kendine gelmeye başladı yavaş yavaş , müdür yardımcısı iki arkadaşıyla beraber bayılan öğrenciyi dışarı aldı.
Öğretmen, tabii çok şaşırmıştı. Arkadaşlar, ben bir hatamı yaptım. Ne oldu siz bir şey anladınız mı diye sordu. Öğrenciler, “hayır bir sıkıntı yoktu hocam. Bir kısmı ne olduğunu bile anlamadık hocam.” dediler. Öğretmen, “bu soruyu o arkadaşımıza sormak lazım, acaba ne hissetti? Nerede yanlış yaptım da öyle oldu? Tamam. Ben iyi niyetli olabilirim, kötü bir şey söyleme niyetinde olmayabilirim, ancak o ne düşündü” dedi. Sonra, derse başladılar.
Öğretmen, öğrencilerinden birine cümle söyletip diğerlerinin yazmasını bekliyordu. Zaman zaman yazan öğrencilerden bazılarına onların anlayıp anlamadıklarını ölçmek için yazdıklarını okutuyordu. Öğrencilerden birinin cümlesinde “exhausted” (yorgun, bitkin) kelimesi geçti, öğrenci doğru da telaffuz yapıyordu. Sınıftaki öğrencilerin tamamının da bu kelimeyi bilmesi gerekiyordu. Ancak, öğrencilerin bir kaçı anlamadığını söylüyor,  öğretmen ne duyduklarını  görmek için gönüllü birkaç öğrencinin duydukları şeyi tahtaya yazmasını istedi. Onlardan, biri kelimeyi “accosted” şeklinde yazdı, bu kelime daha önce derste hiç geçmemişti.  Diğeri “egzost” şeklinde okunuşuna yakın bir kelime yazdı. Birkaç öğrenci de doğru kelimeyi yazdı. Bunun, üzerine öğretmen “görüyor musunuz arkadaşlar, söylenen şey aynı ama anlaşılan farklı şeyler. Bizim söylediğimiz ancak karşıdakinin anladığı kadar anlamlıdır.” dedi. Arkadaşımız kim bilir bizi ne şekilde anladı. Bakın, biz bir kelimeyi bile farklı anlıyor, farklı yorumlayabiliyoruz. Uzun bir konuşmanın içersinde söylenen tek bir şey kim bilir kaç şekilde anlaşılıyor dedi. O gün ders bitmişti, ama öğretmenin zihninde o gün yaşadıkları yeni bir sayfa açıyordu.
Öğretmen, o hafta içerisinde  girdiği sınıflarda benzer kelime alıştırmaları, yaptı. Bu kelimeler, öğrencilerin derste öğrendikleri kelimelerdendi. Bütün öğrencilerin dikkati toplandıktan ve hazır mısınız diye sorulduktan sonra  bir sınıfta öğrencilere “curious” (meraklı) kelimesini yazmalarını söylendi öğretmen tarafından. Gelen yanıtlar şu şekilde idi: “curious”, “crous”, “keris”. Başka bir sınıfta öğretmen çocukların tamamının hazır olduğu kanaatini edindikten sonra öğrencilerden “think”(düşünmek) yazmalarını istedi. Bu kez yanıtlar şöyleydi: “thing”,(şey) “think”,(düşünmek) “I think it is an interesting job”(ilginç bir iş olduğunu düşünüyorum / bence ilginç bir iş).
Sonuç: Kimse sinemaya gidelim mi diye soru dahi sormadı. Öğretmenin zihninde kelebek kanat çırpmaya devam ediyor. Hani dakikalarca öğrencilerimize “masal” anlatırıyoruz ya,  ya da günlük  hayatımızda saatlerce "gazel" okuyoruz ya, işte öyle bir şey.

12 Şubat 2011 Cumartesi

İNEĞiNi SATAN BİLGE: Şamil Şener

Muş Varto’dan gelen, 21. yüzyılda neredeyse zor bulunan  bir fedekarlık örneğiydi, yüreğimdeki umudu tazeleyen.  Bizler Wikileaks, yumurta eylemi, Ahmet Kaya’nın ölüm yıl dönümü ve Şükran  Moral’in şu ilginç  gösterisine  odaklanmışken, çok  da izlemediğim televizyonun önünden geçerken duydum bu güzel haberi.
Şamil Şener diyordu Tv.
         İlk  kez duyuyordum bu ismi.
Muş Varto’nun Ziyaret Mezrası’nda oturan Şamil Şener,  bileğinin gücüyle kazandığı parayla satın aldığı 22 ineğini köyüne okul yapmak için sattı.
Köyüne uzak olan okula giderken dişleri kırılan kızı Ronayi’nin ve diğer çocukların eğitim- öğretime mezralarında devam edebilmesini sağlamak için  satmıştı ineklerini. İnekleri 40 bin TL tutmuş  ve paranın tamamını tek derslikli okulu inşa etmek için  harcamış, bu fedekar insan. Okulun inşaatı sırasında işçi olarak çalışmış.  

"Çocuklarımız yağmur-çamur, kar-tipi demeden çoğu zaman okula yürüyerek gidip geliyordu. Her okula gidiş gelişlerinde hem onlar hem biz, başlarına kötü bir şey gelecek diye ecel terleri döküyorduk. Bir gün onları traktörle okula götürürken kızımın kafası traktörün demirlerine çarptı ve dişi kırıldı. Buna çok üzüldüm.”  Sorunu bu şekilde dile getiriyordu, bu ilkokul mezunu bilge.
Çok üzüldüm diyordu klasik her insan gibi. Ancak,  onu farklı kılan üzüldüğüne  çözüm olmasıydı bizlerin aksine. Hem de   varını yoğunu çocukları için –kız çocukları- için satarak. Anlayana çok anlamlı mesajlar vererek.
Rica minnet elvan türlü kampanyalarla kız çocuklarını okula gönderen;
Hem çocuğu okusun  isteyen , hem de kendi zevklerinden bir kez dahi ödün vermek istemeyen, en kaliteli araba, en lüks ev benim olsun diyen, sigaranın en kalitelisini içiyorum diye hava atan ana babalar;
Anasının babasının  eğitemediğini ben mi eğiteceğim diye düşünen, veli okula, gelmese çocuğuyla ilgilenmiyor, gelse nerden geldi bu illet diyen, devlet maaşımı artırsa  bu işi daha iyi  yaparım diyen öğretmenler;
Fazla para kazanmayı çocuğunun her türlü teknolojik aletlerini yenilemek, ya da biraz daha ileri giderek köpek çiftliği kuran doktorlar;


Salt para kazanmak için yazı yazan, bununla da yetinmeyip  yazarlığı fahişeliğe benzeten yazarlar;

Çocuklara suç işlemeyecekleri ortamlar  oluşturmak yerine, suçlu çocuklara yargıtayda bir daire ayrılmasını istemeyi marifet sayan, kışın soğuk günlerinde dışarıda kalan insanlardan çok hayvanları düşünen ve hayvanlar  için evlerimizin önüne yiyecek bırakma önerisi yapmayı bir erdem gören milletvekilleri;
Hepinize karşı değişik duygularım  var; ancak bu sorun çözücü, şikayetlenmeyen, ağlamayan,sızlanmayan, öğretirken yapan, yaparken öğreten büyük adam, büyük “bilge” Şamil Şener’e bambaşka  bir duygum, sevgim, saygım var.
Önünde binlerce  kez saygıyla eğiliyorum, elleri öpülesi, ineğini satan bilge.

11 Şubat 2011 Cuma

Burası Dünya

 Bu yazım,  birisi “Burası Türkiye” dedirten diğeri de, ilginç olması dolayısıyla  benzer bu tip olayların sadece güzide ülkemizde yaşanmadığını gösteren al işte”Burası Dünya” dedirten iki farklı olayı anlatmak için,
Birlikte küçük bir zihin yolcuğuna çıkıp “iki farklı 30” yılda neler yapılabilirin  beyin fırtınasını yapmaya ne dersiniz?
0 ile 30 yaş arasında bir “otuz yılın” sonunda neler olabilir, neler yaşanabilir?
-Köyde iseniz iyi bir  çiftçi olabilirsiniz. Yetiştirdiğiniz kışlık, yazlık sebze ve meyvelerin güzelliklerine bakarak, emeğinize değdiği düşüncesiyle mutlu olabilirsiniz.
-Akademik kariyer yapmayı erken  planlamış iseniz, alanınızda yardımcı  doçent, doçent hatta profesör bile olabilirsiniz.
-İyi gelirli bir aileden geliyorsanız gelecek vaad eden bir iş adamı olabilirsiniz.
-İşinizi hep sevmişseniz ve disiplinli bir şekilde çalışmışsanız  en olgun dönemini yaşayan bir futbolcu olabilirsiniz.
-Yeni kurduğunuz yuvanızın taze reisi  ya da biraz  erken evlenmenin size sunduğu bir iki yavrucağın babası da  olabilmeniz mümkün,
-Gelecek için umut veren  bir siyaset adamı, yeni yazmaya başlayan acemi bir yazar, iyi bir manken, eğitim  hayatına türlü sebeplerle geç başlayan bir üniversite  öğrencisi de olabilirsiniz. Bu liste  bu şekilde uzar gider.
            Şimdi  birlikte 21 ile 51 arasında bir “otuz yılın” sonunda neler olabileceği üzerinde düşünelim.
- 30   yıl önce diktiğiniz bir ağacın gölgesinde torun tombalağın içinde, eş dost herkesin olduğu bir ortamda emekliliğinizi kutluyor olabilirsiniz.
-Akademik anlamda doyuma ulaşmış bir profesör olarak, çeşitli televizyon programlarında boy göstermenin keyfini sürebilirsiniz.
-İşleriniz yolunda gitmişse ünlü bir işadamı olarak uluslar arası yapacağınız yolculuklarınızın programına bakıyor olabilirsiniz.
-Dünyaca ünlü   bir yazar, sinema oyuncusu hatta ülkenizin devlet başkanı olma ihtimaliniz bile var. 
- Ya da işlemediğiniz bir suç yüzünden toplamda 75 yıl çekmeniz gereken  bir cezanın 30. yılını hapiste geçiriyor olabilirsiniz.
Hayda, “ne güzel hayal kuruyorduk bu da nerden çıktı” dediğinizi duyar gibiyim.Haklısınız. Ama yazımın başında iki farklı olaydan bahsedeceğimden bahsetmiştim. Bu hapis işi onunla alakalı,
            Cornelius Dupree Jr.
İsim  tanıdık  gelmedi biliyorum.1979 yılında silahlı soygun  ve  tecavüz suçlamalarından 75 yıl hapis cezasına çarptırılan bir siyahi genç. 21 yaşında içeri giren bu genç tam otuz yıl sonra 
51 yaşında bir “pardon”la  salıverilir. 30 yıl içerisinde “beyaz” olmanın dışında bir çok  şeyi gerçekleştirebilecek bu siyahi kardeşimizin serbest bırakıldıktan  sonra yaptığı açıklamayı aktarıyorum.
            "Yeniden özgür olmanın sevinci, haksız yere hapis yatmış olmak sebebiyle duyduğum öfkeyi bastırıyor. Karışık duygular içerisindeyim.”
Dupree Jr’nin yaşadığı bu  olayın  Amerika’da başka örneklerinin olduğunu da biliyoruz. Florida eyaletinde bir mahkum 35 yıl, Tenesse eyaletinde bir mahkum 31 yıl hapis yattıktan sonra, DNA testi sonucunda suçsuz bulunmuşlardı. Güzelim dünyamızın kim bilir başka neresinde benzer olaylar vardır.
            Bir diğer olay da  hep “Burası Türkiye” söylemi altında ezilmiş, “olmaz”ın olmaz kabul edildiği ülkemiz Türkiye’den.
            Ömür boyu hükümlü olmalarına karşın yargıdaki gecikmeden dolayı siyasi  ve hukuki tarafların birbirlerini suçlayıcı, karalayıcı, şık olmayan sözleri arasında Hizbullah üyelerinin birbiri ardına tahliye ediliyor. Halaylar eşliğinde dışarı çıkan örgüt  üyelerinin burada bahsetmeyeceğim  suç listesi hayli kabarık.
            Şimdi “Burası Türkiye” diyeceksiniz, kabul ederim ancak eksik olduğunu söylerim “Burası Dünya” denilmesini tercih ederim. Allah korusun, hayallerimiz bir gün Cornelius Dupree Jr gibi yarım kalabilir. Herkes hayal kurar, ancak kimileri  hayal kırıklığına uğrar. Ya da tam tersi müebbet  hapis beklerken  bir anda serbest bırakılabilirsiniz. Hayallerinizin kırılmaması  ümidiyle sizlere özgürlük ve canınızın kıymetini bilmeyi öneriyorum. Nitekim, kul plan yapar kader gülermiş.

9 Şubat 2011 Çarşamba

Hey Birader! Ne demek İstiyorsun? (2)

Çocuk sevgimiz diyorum. Ne kadar da çok seviyoruz değil mi çocuklarımızı.  Gördüğümüz her yerde her şeyden önce  dikkatimizi çeker çocuklar. Aaa  canım benim, çok şeker yaa, kurban olurum ben sana, yerim ben seni gibi güzel laflar ederiz.
           
            Biraz büyümüşse çocuk, ne olacağını sorarız. Aldığımız her yanıtta burun hareketimiz sabit kalır, hani kıvrılmaz mesela. Çünkü, biliriz ki yavrucak  vermiştir kararını,  bize saygı duymak düşer. Sonra da, en güzel imkanları sunmaktır, elimizden gelenin en iyisini yapabilmektir bizim işimiz. Bu bazen yememek, bazen içmemektir, bazen uykusuz kalmaktır, bazen en sevdiğimiz dizilerden bile taviz vermektir.
           
            Çocuk sokakta, pejmurde giyimli ise, selpak mendil, çiklet satıyorsa, ayakkabı boyuyorsa çocuğun elleri çatlamış, yüzü soğuğa vurulmuşsa yürek mi dayanır buna. Hemen ceplerimizdeki akrep biraz müsaade eder yardım etme hislerimiz şöyle en bonkör yanından kabartma tozu atılmış misali bir hal alır. İki mendile beş on  mendil ücreti vermişsek değmeyin keyfimize. Zaten o mendilleri de çocuğu mahçup etmemek için almışızdır, ihtiyacımız olduğundan değil. Helal çocuğa deriz, el alem gibi dilencilik yapmıyor, valla helal olsun. Hay bin maşallah.  
           
Hani diyorum, 8-10 yaşlarında ise sokakta ise pek mümkün değil ama ellerinde bir poşet koklayarak yürüyorsa, biraz ürkek,  biraz titrek,  ağlamaklı ise vah yavrum kimdir seni üzen , nedir bakayım senin o elindeki diye sorarız. Çocukları hemen misafir ederiz “Sevgi Evleri”nde. Öyle bir iki geceliğine değil, kendi kendine yeter hale gelene kadar. Bir daha  sokağa düşmeyeceğinden emin olana kadar mücadele örneği veririz. Sonra, takip ederiz. Neredeydi ne hale geldi, yavrucak. Bak çora çocuğa kavuştu deriz. Biraz  övünürüz hakkımız değil mi?
Bir sanatçıysak, bir Tv  programında konuksak çocuklara olan  duygularımız  sorulduğunda kendimizi alamayıp duygulanırız, göz yaşlarımız   ev sahibinin uzattığı mendillerde kaybolur. Ben onları çok seviyorum deriz. 

Siyasi bir büyüksek çocukları sevdiğimizi her platformda belirtiriz. Onlar geleceğimizin yılmaz  bekçileridir mesela.  Bazen çocuklara layık organizasyonlar düzenleriz. Mesela, gülmek onlara çok yakışır diye düşünürüz. Hele bir de kahkaha  attıkları vakit. Rabbim bu ne  mutluluk.

1449  Çocuğuğu bir araya toplarız. Sayarız çocuklarımızı, eminsek 1449 bulduğundan rahat bir ohh çekeriz. Notere kaydettiririz. Biz yaptık ve bu yaptığımız cidden çok önemli. 1449 çocuğun yanında  öğretmenler, kaymakam  belediye başkanı, öğretim görevlileri de  katılır. Tek tek  sayılarak salona alınan çocuklar, bir hayli heyecanlanırlar. Kolay mı dünya rekoru kırılacak, tabii ki heyecanlanacaklar. “Dünya Çocuk Rekorları” projesi kapsamında hazırlanan bu etkinlik ile, çocuklarımıza yarışma  duygusunu değil, onlara birlik beraberlik ve pozitif duygular içerisinde hareket etmeyi aşılamak amaçlanmaktadır. Bunun için hep birlikte GÜLÜNÜR, KAHKAHA atılır  ve rekor kırılır.
 “Çünkü, gülmek kendi kendini terapi etme yöntemidir. İnsan ruhunun, fiziğinin gülmeye her zaman ihtiyacı vardır…  Doğallığın simgesi çocuklarımız arasında böyle eğlenceli bir yarışma yaparak onları hem eğlendirmek hem de olaylara her zaman gülümseyerek yaklaşmaları duygusunu hatırlatmak istedik… TRT Çocuk Kanalı’nı da bu tür bir organizasyona öncülük ettiği için kutluyorum . Çocuklarımız burada hem eğlendi hem de üzerlerindeki stresi atmış oldular” diye konuşur organizetörlerden biri.

Ne diyeyim, belki bakarsınız bu rekor bütün dünya  çocuklarını güldürür.  Bol gülmeler diliyorum.
1449 Çocuk yaz, Google’da ara.

2 Şubat 2011 Çarşamba

Alkol, Demokrasi, Külah

“Şeytan,şarap ve kumar(yolu)ile aranıza düşmanlık ve kin sokmak,sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak istiyor. Artık (bunlardan)vazgeçtiniz değilmi?” (MAİDE S. 91.AYET)
“Sana şaraptan(içkiden)ve kumardan soruyorlar. De ki: “ O ikisinde de büyük
günah vardır…..” (BAKARA S. 219.AYET) (1)

            Yaratıcı bunlar ve  benzer ayetlerle alkol  konusunda kesin hükmünü koymuş. Üzerine yorum yapmak  haddim değil. Bu sebepten cahiliye dönemim hariç uzak durmuşumdur.  Dini hislerle alkolden uzak durmak ya da durmamak sana kalmış diyebilirsiniz. O zaman ben de meseleyi sosyolojik  açıdan değerlendirelim derim.
           
            Günlük hayatınızda, alkolün sebep olduğu acılara tanık olmuşsunuzdur. Yıkılan yuvalar, trafik  kazalarının sonucu  sakatlıklar, ölümler. Kocasız, hanımsız kalan eşler, anne- babasız kalan yetimler, evlatsız  kalan ana babalar bir şekilde kulağınıza  gelmiş olmalı. Tabii sağır değilseniz. Görmemiş olmanız  mümkün değil, kör değilseniz. 
           
            Şimdi  istatistikler ve somut, üzücü olaylarla devam edelim komumuza.
“Dünya Sağlık Örgütü'nün Türkiye'nin de aralarında bulunduğu 30'dan fazla ülkede yaptığı araştırmaya göre dünyada işlenen cinayetlerin yüzde 85'i, boşanmaların yüzde 80'i, aile içi şiddet olaylarının yüzde 70'i, mala yönelik suçların yüzde 77'si, tecavüz suçlarının yüzde 50'si, intihar ve intihara teşebbüslerin yüzde 90'ı, trafik kazalarının ise yüzde 70'i alkolden kaynaklanıyor “ (2)
            Hepsi birbirinden acı olan yukarıdaki durumların en vahimi cinayetlere birkaç örnek vereceğim.
           
TEKİRDAĞ'ın Çerkezköy İlçesi'ne bağlı Kapaklı Beldesi'nde oturan 46 yaşındaki Naile Cür, sevgilisi ile evinin önünde içki içerken , fabrikadan dönen evli ve 3 çocuk annesi, 40 yaşındaki Saadet Demir'in tepkisine neden oldu. Alkol nedeniyle başlayan tartışmada Naile Cür, sevgilisine ait tabancayla komşusu Saadet Demir'i kalbinden vurarak öldürdü
Öldürülen Saadet Demir’'n evli ve 2'si ilk evliliğinden olmak üzere 3 çocuk annesi olduğu belirtildi.(3)

MERSİN’de bir barda müzisyenlik yapan evli bir bir çocuk babası 38 yaşındaki Sarp  Öztürk kendisinden Kürtçe şarkı söylemesini isteyen Metin Baydar’a “bilmiyorum”yanıtı verince kurşuna diziliyor. Öztürk hayatını kaybederken, olayda Göktay Okçu (37) ve Ramazan Koç da yaralanıyor. (4)

ADANA’ da bir bara eğlenmeye giden Ekrem Kaymaz, beklemediği şekilde yüksek gelen hesaba itiraz edince  bedelini hayatıyla ödüyor. Kaymaz’ın yanında +18’e inat  bara  giden 17’lik bir delikanlı da yaralanıyor. Google’da bu isme bakarsanız detay bulabilirsiniz.

Dünya genelinde yaşanması mümkün, sadece örnek olsun diye verdiğim bu olaylarda, taraflar  bir şekilde etkilenmiştir. Kimi  hayatın olmazsa olmazı nefesini hemen oracıkta vermiştir. Kimi , “alkolüydüm, ne yaptığımı hatırlamıyorum” diye  savunma  verse de  hapishaneden kurtulamıyor. Kimi  kısa süre hastanede kalıp  ömrü boyunca vicdan azabı duyacağı  bir duruma mahkum olmakta ya da kalıcı sağlık problemleri yaşamakta. Olaya  taraflı bakmamak için bu olaylarda herhangi bir kimsenin alkolle hiçbir şekilde alakası olmama ihtimalini belirtmemde fayda  var.  

Ayrıca, yaşanan sadece o kimseleri de ilgilendirmiyor. Geride  bırakılan acılı insanlar, arkadaşlar. Mesela, Ekrem Kaymaz benim lisedeyken bir alt dönemimdi. Gencecik yaşında hayata  veda ederken, başta ailesi olmak üzere biz arkadaşlarını derinden sarstı. Allah rahmet eylesin.
Biliyorum içinizi kararttım, açıkçası benim de bu olumsuzluklardan bahsetmek hoşuma gitmiyor. Ancak, alkol kısıtlamasının geldiği bu günlerde bu yasağı protesto edenler, İran mı olmak istiyoruz yoksa Arabistan’a mı benziyoruz diyenler, demokrasiyi alkole indirgeyenler, tiyatro sonrası şarap içme geleneğinin sona erdiğine üzülenler, olaya bu yönüyle de bakınız. Alkol şişedeki gibi durmuyor. Acısı keyfinden büyük. Sağlığa verdiği zararlar da  cabası.

Bu arada  hiç mi faydası yok diyenlere olmaz mı işte liste.
1.Alkol, en az iki insanın kaynaşması için en güzel yoldur.
2.Alkol, insanların gerçek hayattaki savunma mekanizmasını yok eder, bu, "yalan"dır. Yalansız bir sohbet ütopya gibi geliyor değil mi size, oysa bir şişe
şarap en yalancı insanların bile kötülüğünü eritir .

Üzülmeyin, bu kadar değil tam 25 faydası daha var. Okuyun ve için, mutlu olun, birbirinize anlatın, külahınıza anlatın.   (5)

1. http://www.ihvanforum.org/showthread.php?t=39140&page=1
2. http://www.mumsema.com/kotu-ahlak-sifatlari/112619-cinayetlerin-yuzde-85-i-alkolluyken-isleniyor.html
3. http://www.milliyet.com.tr/komsularin-alkol-kavgasi-cinayetle bitti/turkiye/sondakika/03.07.2010/1258761/default.htm
4. http://www.aydinses.com/yasam/kurtce-sarki-bilmiyor-diye-olduruldu.htm
5. http://www.webhatti.com/komik-seyler/46221-alkolun-faydalari.html