30 Ekim 2012 Salı

... ve Rıza Şırnak'ta Görülür...




- Adamın babası ölmüş, bir varıp gelelim el alem ne der sonra!
-Bol kıyafetler içinde kendimi rahatsız hissediyorum. Kılık kıyafetim biraz modaya uygun olsun.
- Düğünleri pek sevmem ama yine de bir görünelim ayıp olur.
-Adam hastaymış, bir ziyaret edelim sonra gelmedin diye laf eder .
-Durumum yok ama Kurban keseceğim. El yerken biz onlara bakalım, olmaz öyle!

Giyimde kuşamda şekil…
Yemede içmede kıyas…
Ziyaretler bir garip…
Bırakın bunları, düğümüz, cenazemiz hatta ibadetimiz bile el gördülük diye dertlenirken, “Rıza” yı ararken kendi kendime,  imdada bir dostum yetişti.

Selamlaştıktan sonra yorgun göründüğünü söylediğim bu dostum  birkaç sorumun üzerine “Bayram”da Şırnak’a gittiğini söyledi. Ben sordukça o yeni şeyler söyledi. Oraya birlikte gittiği tanıdığım başka arkadaşların da ismini ekledi. İki oğlunu da yanında götürdüğünü söyledi.” Kardeş Aile” projesi dedi.

Bizler, sıcak evlerimizde Bayram keyfi sürerken, bu dostum ve diğer arkadaşlarım Osmaniye Kadirli’den kalkıp Şırnak’a git gel  yaklaşık 20 saatlik, 1364 km lik bir yolculuk yaparlar. Meseleye sadece mesafe, saat açısından bakacak olursak yanılırız. Bölgenin ne denli tehlikeli olduğunu bilmeyenimiz yok. Bu “gönül adamı” yanında iki de oğlunu götürüyor.

Belki, bir yüreğe bahar getirebiliriz umudu ile.
Belki, Türk ile Kürt’ün zedelenen ilişkilerini onarabiliriz diye.

Ben, ve Rıza öldü diye kaygılanırken…
Rıza’nın icabında kalkıp  Şırnak’a gitmek olduğunu gösteren arkadaşlarımdan razı ol, Yarab!


21 Ekim 2012 Pazar

TV 3


TV 3

Nasıl korkmasınlar ki, yaklaşık  yirmi sene önce koca başbakanı  asmıştı korktukları.  Döneminde biraz olsun rahat buldukları merhumu rahmetle yad ederdi köylü.  Ancak, kendileri birebir bu korkuyla ilçeye atanan askeri kaymakamın köyü ziyaretinde karşılaşmışlardı.

Bu ziyaret sırasında  Kuru Mahmut Musa ile Bombili Mahmut dede okul yukarı mahalleye mi  yapılsın yoksa aşağı mahalleye mi diye tartışırlarken kaymakam ikisinin kafasını tutar ve koyun gibi tokuşturur. Ortam biz buz gibi olur, kimilerinin yıllarca güldüğü bu anı onların bilinçaltına korkuyu yerleştirmiştir. Belki, bu yüzden asker köydeki herhangi bir dava için geldiğinde köylünün sırtına binmeye başlar. Mecaz değil. Arabanın gitmediği yerde asker basbayağı köylünün sırtına biner, kaç metre gitse onu kar sayardı.

Bu arada sağ sol kavgası başka yerlerde kardeşi kardeşe öldürtme aşamasına ulaşır ve 12 Eylül darbesi yapılır. Köylü  darbeyi yine radyodan duyar.  Sıkı yönetim süreci köyde pek bir fark oluşturmaz. Onlar için korkulan yine aynıdır. Tek korkuları askerdir. Bir yerde asker görünce kaçacak delik ararlardı. Yan köyde ortaokul açılmış köyün çocukları dört kilometrelik yolu korkusuzca gidip gelebilirdi ama bir çocuk muziplikle “asker, asker geliyor dese” hepsi yoldan çıkar,  bir yerlere saklanırdı. Bu korku öyle anlatılırdı ki, çocuklar kaçtıklarından belki bir çok çocuk askeri ilk defa o “gutu” da gördü.  

Gutu ilçeye gelmişti. İlçede akrabaları olanlar görme şansına / şansızlığına sahip oluyordu. Artık köyden ilçeye minibüs çalışıyordu. Köyün minibüsleri çok erken saatte ilçede olur, köylüler soluğu akrabalarının yanında alırdı. Televizon (Televizyon) dedikleri o gutuyu merakla açarlardı. O zaman tek kanal olan TRT yayına 07:00 ‘de askerlerin yaptığı İstiklal Marşı töreniyle başlardı.

1985 ya da 1986’nın bir sabahı , büyüğü 1977,  küçüğü 1981 doğumlu iki kardeş ilçedeki amcalarının evine gittiler, büyük  televizyonu açtı. TRT henüz yayına başlamamıştı, ekranda saati gösteren bir siyah beyaz görüntü vardı, çocuklar o görüntüye bakarken saat 07:00 olur. Askerin ekranda görünmesiyle beraber büyük çocuk “Allah, asker diye” iki üç adım geriye kaçar. Küçük şaşırır şaşırmaya, bir süre abisiyle dalga geçer ama işin derinliğini anlaması ve yorumlayabilmesi yıllarını alır.  Yıllar önce nineleri tarafından dillendirilen “gutudan” konuşacak adamı göremeden malum korkuyu yaşamak çocuklara televizyon merakından bir şey kaybettirmez. Köyde yılbaşı akşamlarını ilçede geçirmek gibi bir hava atma durumu dahi oluşur.

Televizyon köyde ilk kez öğretmenin evinde görülür. Ardından birkaç köylü daha alır ancak yansıtıcı (verici) olmadığı için “gutular” ambalajlarında kalırlar. Sonra, komşu köyle ortaklaşa bir yansıtıcı konulur.  Ancak, yansıtıcıyı bir köye çevirsen diğeri izleyemez. Üstelik köyün  dağlık yapısı olduğundan, diğer köy hesaba katılmasa bile net izleyebilmek için iki, üç farklı yöne çevirmek gerekmektedir. Televizyonun çektiği tarafta, televizyonlu evlerde adeta sinema atmosferi oluşurdu. Televizyondakilerin kendilerini görüp görmediklerini anlamak için  kendilerince bir takım deneyler yapan, kadın, erkek, çocuklar bir evde toplanır, sessizce televizyon izlerler, hep beraber gülerlerdi, hep beraber öfkelenirlerdi. Gülme televizyon yayınından, öfkelenme de görüntünün gitmesinden kaynaklanırdı. Bu görüntü işi ile genelde gençler ilgilenirdi.

Karlı bir yılbaşı gecesi bu gençler sabaha kadar vericinin yönünü değiştirmekle uğraştılar, hepsi de çok istedikleri “ dansöz”ü göremeden yeni yıla girmişlerdi. Dansözler modaydı o dönemde. Sırf onun için gençler iki kilometre yokuş tırmanıp geri geliyorlardı, hem de defalarca.

Televizyon geldiği günlerde, köylünün hayatına bir renk katmıştı. Tekin Akmansoy’un “Emret Muhtarım” dizisi büyüklerin favorisi olurken, çocuklar çizgi filmleri tercih ediyorlardı. Haberler, hava durumu,  spor, müzik programları  hemen her yaştan izleyici bulabiliyordu.  Haliyle günlük yaşantıda televizyonun izlerini görmek mümkündü.

Daha önce maçları, radyodan dinleyen gençler, stadyumu ilk kez televizyonda görmüşlerdi. Televizyondaki gol tekrarlarını kendi maçlarında yapmaya çalışıyorlardı. Birkaç deneme, aynı gol görüntüsü vermeyince bu işin televizyona has bir şey olduğunu anlayabiliyorlardı. Bu köyden, ilk kez stada gidenler canlı göremedikleri bir golün görüntüsünü televizyondaki gibi beklediler. Tabii, nafile. Eskiden, kadın erkek ayrı yerlerde yapılan düğünler, şimdi karışık yapılmaya başladı. Aynı televizyondaki gibi danslar ediliyor, halaylar çekiliyordu. Dansözler gibi göbek atılıyordu, hatta Michael Jackson figürleri bile görünmeye başlamıştı köyde. Hayli, komikti tabii.

Televizyon çocukların, oyuncak kültürünü de değiştirmeye başladı. Rol paylaşımları televizyondan alınıyor “dışınnn, dışınnn” diye silahçılık oyunları oynanıyordu. Bu arada, hemen hemen televizyonun köye gelişiyle paralel kara lastik ayakkabının icadı, çocukları ayakkabının topuğundan araba tekerleri yapmak gibi zekice bir buluşa ulaştırmıştı. Yağ tenekeleri  ise arabanın gövde kısmını oluşturuyordu. Çocuklar, yine kendi yaptıkları arabalara saman doldurup onları taşıyorlardı. Bilye (satın alma cam bilyeler), çelik- çomak, parti, beş taş, ayakkabı kapmaç (kapmaca) gibi oyunlar hala oynanıyordu. Sabah evden,  çocuk akşama kadar köyün tadını çıkarıyordu.  Çocukların oyuncakları  sayılacak at, öküz, katır yerini giderek kamyona, traktöre bırakıyordu.

Bu arada köyde hiç yaşanmayan bir olay yaşanır. Televizyonda, teröristlerin yolcu otobüslerinin yolunu kestiğini duyan birkaç genç yan köyün minibüslerinin önünü keserler. Bu olay içlerinden birine ömür boyu kullanacağı bir lakap kazandırır. Terörist Mehmet. Belki dünyanın en saf adamlarından biri olan Mehmet abiye hiç yakışmasa da lakap takılmıştır bir kere. Televizyon, etkisini derinleştirmeye başlamıştı. Köyde, askere güvenilmeye başlanırken başka korkular gün yüzüne çıkıyordu.  


Devam edecek.



17 Ekim 2012 Çarşamba

Zihniyet Gitsin


Rahat kelimesini bir tek tören alanlarında sevmeyiz. Bunu haricinde nerede bir rahat görsek koşarız. “Bizim iş rahat, akşama kadar yatıyoruz,  iyi de para veriyorlar,  hoca sıkmıyor rahat geçersin bu dersten, antremanlar rahat” gibi cümleleri hepimiz ağzımız kulaklarımızda dinliyoruz.

Mola, istirahat, teneffüs denildiğinde gözlerimiz yerinden fırlarcasına seviniyor, ders, antrenman, çalışma biraz uzasa çıldırıyoruz. Molayı uzatmak için türlü bahanelere sığınıyoruz.

İstikameti “ yatış” olan bir kitle olduk.
Hobileriniz nedir sorusuna utanmasak “sıkıyı görünce kaçarım” diyeceğiz.
Artı k tıpkı Vefa gibi, “ Emek” de bir semt adı bizim için.

Dimyata pirince giderken  evdeki bulgurdan olmak, bizde herkese her şeyi öğretme çabası.
Çocuk resim çizsin, şarkı söylesin, matematiği bilsin, genel kültürü olsun, hayvanları sevsin.  Bir de top oynasın, memur olmazsa futbolcu olsun.

İşin garibi, sonuca da tahammülüz yok.
Bütün yenilgilere, başarısızlıklara  isyan ediyoruz.  Allah aşkına neye şaşıyoruz!

Biz yatalım, ithal ederiz ne de olsa.
İthalin en son noktası, kendi insanımız. Almanya , İngiltere vs. yetiştirsin, kendileri  beğenmezse biz alır oynatırız, Gurbet çocuklarını.
 Ne yardan geçiyoruz, ne de serden.
Hem rahatı seveceğiz, hem de başarıyı.

Göndere göndere adam kalmadı memlekette şimdi anket düzenlenir yakında: Avcı gitsin mi, kalsın  mı? Macaristan’a da kaybedilmez ki (!) be kardeşim.
Dünyanın emeğini verdik (!),  daha 5 yaşından itibaren futbolcu yetiştiriyoruz (!).  Çocukların kafasında sınav kaygısı da yok(!)
Hayret ki, ne hayret!

Beyler ! Affınıza sığınarak bir hatırlatma yapacağım. Futbol 11’ e -11 oynanır.
Türkiye Macaristan’a  yenilmedi yani.

Üretim denince aklıma bir şey geliyor o da laf: Bir şey de ben diyeyim.  Bizim köyden, 8 - 10 yaşlarında YETENEKLİ 20 çocuğu alayım bu tembellik  “zihniyetinin” Milli Takımını 10 sene içerisinde yenerim.  Ufak at demeyin, lütfen.

 Şimdi kim gitsin?
A)     Abdullah AVCI
B)      Zihniyet
C)      Federasyon
D)     Gençlik ve Spor Bakanlığı
E)      Hepsi

Dileyen başlığa bakabilir.  Kopya sayılmaz değil mi!

14 Ekim 2012 Pazar

Çocuklarımızı illa eleyeceksek, kura çekelim!


Çocuklarımızı illa eleyeceksek, kura çekelim!

Dershaneciler, dershane sisteminin kaldırılacağını duyar duymaz varlıklarının kendilerince haklı yanlarını sıralamaya başladılar.

Buna göre;
-          Dershaneler,  fakir (1) öğrencilerin  iyi üniversiteler  (2) kazanmaları için bir fırsat.
-          Sınav odaklı eğitim sisteminin olmazsa olmazı, yani başka türlü eleme yapmayız.
-          Yaklaşık 100000 kişi evine ekmek götürüyor.

Öncelikle, özel de  dershaneci dost ve arkadaşlarımı genelde bütün dershanecileri saygıyla selamlıyor,  kendilerince haklı oldukları meseleye bir de aşağıdaki bilgiler açısından bakmalarını tavsiye ediyorum.

      -Dershaneleri, öğrencilerin ekonomik durumundan çok, zeka durumu yani  test sisteminde başarılı olup olmadıkları ilgilendiriyor. Bu yüzden, bir çok yerde Fen lisesi öğrencileri zengin fakir ayırt edilmeksizin dershanelere ücretsiz ya da cüzi bir ücretle gidiyor. Diğer okulların çocukları, zengin fakir ayırt edilmeden yaklaşık aynı ücretlerle dershane hizmeti alabiliyor. Hatta, fakirler “hangi dershaneye gidiyorsun”  gibi sorular yüzünden baskı altında kalıp çocuklarını dişinden tırnağından artırarak  dershaneye yolluyor. Kişisel olarak meselenin zengin fakir  meselesi (3) yapılmasına karşı olduğumu  -zenginlerin de bu ülkenin vatandaşları olduğunu – belirterek bu bölümü kapatırken dershanecilere aidatı ödeyemeyen fakirlere halen  icra (4) yollayıp yollamadıklarını soruyorum.

      -Dershanelerin sınav odaklı eğitim sisteminin ürünü olduğunu bilinen bir gerçek. Sınavlar kalksa dershanelerin hemen kendilerini sınavsız eğitim sistemine uyarlayacakları düşüncesindeyim.  Ancak, mevcut halde illa da eleme yapacağız diye öğrencileri yıllarca 3 veya 4 yanlış 1 doğru (nadiren tam tersi) bir sistemle yetiştirmek zorunda mıyız? Bu sistemle, çocuklara doğrudan çok yanlışı göstermiş olmuyor muyuz? Dershanelerin  eğitim yapmadığı dershanecilerin dahi kabul ettiği bir durum. Peki dershaneler, öğretim yapıyor mu? Yapıyorsa, öğretilen bu bilgiler hayatın neresinde kullanılıyor? Sadece, sınav –yani- eleme için mi? İlla eleyeceksek kura çekelim, hepsi bizim çocuklarımız değil mi!

-İnsanların geçimlerini temin etmeleri  elbet son derece önemli ancak “ ne yapalım geçim derdi” savunması hemen herkes tarafından yapılıyor. (Bu cümleyi açmama gerek var mı?) Bu gün dershanelerin 100000 civarı kimseye istihdam sağladığı doğrudur. Ancak, bu demek değil ki burada çalışan kimseler keyiften çalışıyor. Kimi bedava, kimi asgari ücretle çalışarak hayata tutunmaya çalışıyor. Burada parayı kazanan aralarında eğitimle uzaktan yakından alakası olmayan kimselerinde bulunduğu dershane sahipleri  ya da nadir de olsa oldukça fazla tutulan dershaneler ve öğretmenler.  Dershanelerin, ekonomiye katkısını ciddi bir mali denetim ortaya çıkaracaktır.

Bu gün dershaneler var diye üniversitelerde tek bir  kontenjan dahi artmıyor. 100000 kişi istediği kadar çalışsın, öğrencilerin tamamı tam puan alsın yine de üniversiteye yerleşeceklerin sayısı sınırlı. Dershane olsa da olmasa da üniversiteye gideceklerin sayısı değişmez. Dershaneler, ancak isimleri , net sayılarını değiştirebilir. Bu da ülkemize toplumsal ve bilimsel yönden hiçbir şey katmaz.

(1)    Üniversitelere akademisyen alınırken bile gariban, fakir edebiyatı yapılmakta.

(2)    Birinci madde ile bağlantı kuralım. 

(3)    Zengin hak etmişse, liyakatı varsa neden yapmasın. Hem bu zihniyet daima birilerinin  fakir kalmasına sebep olacaktır.


(4)    Bir fakir çocuğu olarak 1998 yılının Eylül ayında bir Dershaneye %50 indirimle 50 milyon liraya kaydoldum. Kayıt esnasında 30 lirayı ödedim.  Yaklaşık 30 km uzaklıktan servisle gelmenin yorucu olmasından ve uykuya düşkünlüğümden dolayı dershaneden bir ay içerisinde ayrılmak durumunda kaldım. Dershaneye dair hatırladıklarım:  Girdiğim iki denemeden birinde sınıf 4.sü oldum diğerinde kitapçık türünü yanlış kodladığım için sonuç berbattı tabii. Öğretmenlerden sadece “takmayın kafanıza kır çiçeklerinden başkasını” diyen coğrafya öğretmenini ve dershane ortaklarından çok hızlı konuşan tarih öğretmenini hatırlıyorum. İki öğretmenin de derslerine dair hiçbir şey hatırlamıyorum. Dershaneden ayrılmayı kafama koyduğumda okuldan sınıf arkadaşım yerime devam edebileceğini söyledi.  Arkadaşla birlikte gittik durumu  tarih öğretmeniyle konuştuk. Ayrılmamda bir sakınca olmadığını söyledi. Ben ayrıldıktan iki hafta sonra yerime başlayan arkadaşı dershaneden attılar. Kayıt tabii benim üzerime. 1999 Ağustos ayında evime 20 milyonluk icra kağıdı geldi. Dershaneye gittim, durumu anlattım. Kimse yardımcı olmadı, avukata yönlendirdiler. Avukata kuzu kuzu 22, 5 milyon ödedim . Dershane üniversite kazandırdıklarının (!)  arasına adımı eklemeyi ihmal etmemiş. 

8 Ekim 2012 Pazartesi

TV 2


Bahsi geçen araçların tamamı köyün girişine kadar hizmet verebiliyordu.  Bu arabalarla ilgili ilginç durumlardan biri onların “at ya da öküz” arabalarından önce köye gelmesiydi. Daha doğrusu bu köyde hiç at, öküz arabası görünmedi. Çünkü, arazi şartları buna el vermiyordu. At, eşek, katır yük taşımacılığı için kullanılırken, çift sürmede öküz ve at tercih ediliyordu. Hemen her evde bu hayvanlardan birini bulmak mümkündü. Dolayısıyla bu köyün çocukları daha  yürür yürümez bunların peşine düşüyordu.

Bu çocuklar için hayvanlar adeta oyuncak gibiydi. Öyle ki, yüklü getirdikleri hayvanlara dönüşte binerek giderlerdi. Binmek için çoğu zaman yüksekçe taşları ve duvarları kullanırlardı. Başka oyuncakları da vardı, çam kabuklarından araba yaparlardı. “Benim ki son model aslanım” derlerdi birbirlerine. Onca emekle yaptıkları arabalarını çarpışan araba oynayarak kırmaları ancak çocuk olmaları ile açıklanabilirdi.  Taştan bilye yapmak onların başka bir maharetiydi. Oynarken kavga etmeseler iyiydi ama nitekim çocuktu bunlar. Kavgaları bile masumdu. Ya yine kendi yaptıkları cızdan ile  oynarken ya da ayakkabı kapmaç (kapmaca) oynarken barışırlardı. Cızdan tahterevallinin atasıdır. 5- 6 metre uzunluğunda, 10 - 15 cm kalınlığındaki  bir ağacın ortasına yerleştirilen 1 – 1, 5 m yüksekliğindeki kazık her ne kadar cızdanın görüntüdeki temel maddeleri olsa da, cızdan gerçek ismini kazıkla ağacın arasına konulan kömürün çıkardığı sesten alırdı. Biraz da yağlamanın etkisiyle cızdan döndükçe caz cız diye ses çıkarırdı.  O ses çıkmayınca çocuklar mutlu olmazdı. Cızdan ses çıkardıkça çocuklar keyiflenir, oyun oynarken döner halde çıktıkları yükseklik bile onları hiç mi hiç korkutmazdı.

Onların tek bir korkuları vardı. Onlar ne gecenin karanlığından, ne dağların sarplığından, ne sürdükleri hayvanların huysuzluğundan ne de yabani hayvanlardan korkarlardı. Gece onları bilirdi, onlar da dağları. Peşlerine düştükleri hayvanlarının genelde huysuzluğu olmazdı. Yabani hayvanlara gelince, büyükleri onlara “her şey insandan korkar” bir şeyler öğretmişlerdi. Onların korktukları da insandı.
Bu insanlar, onların ana babaların, hatta büyük ana babalarının da Menderes başbakan olmadan önce korktuğu kimselerdi. Hatta onların korkularından kimi din eğitimini samanlıklarda  kimi de Dilli mağarada alıyordu. Köylünün “bu mağaranın da dili var, ahirette bunları bir bir anlatacak” diyecek kadar din ilmi pek yoktu, onlara göre mağara taştan başka bir şey değildi ama mağaranın girişinde dile benzer bir şey olduğu için bu mağaraya dilli denilmişti. Kim bilir kaç kişi bu mağaranın konuğu olmuştu!

Ahmet dedenin 30 sene öncesinde yaşadığı sıkıntılar sağ sol kavgası olarak yeniden zuhur etse de köylü bunlardan çok etkilenmedi. Onlar zaten sıkıntılı olan yine günlük hayatlarına devam ettiler. Saman  karışımlı çamur ve taştan yapılan evlerde, anneler sabahleyin evin bereketi kaçmasın diye iki rekat namaz kılmadan mutfağa girmezlerdi. Erkekler, muhabbet bulamadıklarında “masum yalan” yarışına girerek birbirlerini güldürürlerdi. Hele nalbant Fakı Mehmet dede  ile Şoför Durdu Mehmet’in uydurmaları dinlemeye değer.

Fakı Mehmet dede , tam evden çıkmak üzereyken bir müşterisi gelir. Bari yolda halledeyim der ve işe koyulur hayvanın 4 ayağını daha yüz metre gitmeden nallar. Dede  müşterisinin pek minnettar kaldığını söylemeyi ihmal etmez.

Durdu Mehmet amca arabasıyla yola çıkar ama uykusu gelir. Tabii, bırakır arabayı kendi, haline gözünü bir açar, bakar ki varmak istediği yerde. Mesafenin sadece 70 km olduğunu hatırlatalım.

Köye hala o bahsedilen “gutu” gelmemiş, henüz ceryan da (elektrik) yok . Sayısı artan pilli radyolar ortalığın karışık olduğunu söyleyip durmakta. Korkulan gitgide yaklaşmaktadır.

Devam edecek.

1 Ekim 2012 Pazartesi

Ekmek aslanın midesinde olsa ne yazar!

Ekmek aslanın midesinde olsa ne yazar!

Gökyüzünü seyrederek, kararan her bulutun altına koşup yağmuru beklemeye başladık farkında mısınız!

Hepimizde bir çaresizlik yalanı. Sanki elimizden gelenin en iyisini yapmışız, sonuca ulaşamayınca da bundan sonra her yol mubah kavliyle sağa sola koşuşturuyoruz.

“İmdat, çocuğum aç kalacak ne olur bir yardım” diye daha kundaktaki çocuğun yirmi yıl sonrası için dileniyoruz. Bu çocuğu biz (!) yaptık, bir gelecek hazırlamalı değil mi!

Önce aş, iş, sonra eş.

Bunlar oldu mu her şey tamam değil mi!
Sonra, torunlarda da aynı dert.
Hele bu çocuk bir işe girse ya, tek derdimiz.

Oportunizmi (Fırsatçılık) çocukların beyinlerine işledik. İlgi, yetenek artık hikaye.

İşte bu yüzden, Meslek lisesi Elektrik bölümü son sınıfa gelmiş bir öğrenciye ne olacaksın diyen absürd bir soruya çocukluğunda güreşçi olan öğrenci, gayet ciddi bir şekilde beden eğitimi öğretmeni olmak istediğini söyleyebiliyor. Bu çocuğa yazık değil mi!

İşte bu yüzden, polisliği kazanan bilgisayar bölümü mezunu öğrenci öğretmenleri tarafından “aferin, en güzelini yapmışsın” diye tebrik edilebiliyor. Peki burada kime yazık!

Ekmek aslanın ağzında değil artık midesinde diye çocukları geçim korkusuyla halden hale soktuk. Korkak, kararsız, plansız, hodgam bir halde  yavrularımız. Maneviyatları açlık korkusuyla ölmüş bir vaziyette.

Ancak, bunların düzeleceğine dair inancım sonsuz.

Biliyorum ki, bir gün bulutlar “benim” üzerimde kararacak,  benim bulutum da bir gün yağmur bırakacaktır.

Hem ekmek aslanın midesinde olsa ne yazar, nasibimse alırım, arkadaş!