30 Ocak 2011 Pazar

Hey Birader! Ne Demek İstiyorsun?


(Çocuk sesli düşünür)
Çocuk, 8 yaş, tiner, bally, sigara,sokak” ile bir şeyler yazacağım  öyle mi? 
Nasıl yani?
Bir kompozisyon yazacağım ve içinde çocuk, 8 yaş, tiner,  bally, sigara, sokak kelimeleri geçecek .
Tamam. Çocuğu anladık. Ben 8 yaşındayım.  Bir çocuk olduğumu  söyleyebilirim. Sigara şu pis kokulu şey . Zaman zaman amcaların içine çektiği şu dumanlı şey. İyi de bally, tiner nedir? Neyse, önce bir tasarı yapayım. Sonra bir şeyler gelir aklıma. Çocuktan başlayayım.
            “Çocuklar, dünyanın en güzel çiçekleridir. Anne, babaların çocuk için yapmayacağı, fedakarlık yoktur. Hem başbakan da çocukları sevdiğini söylüyor. Çocukluğun kaç yaşına kadar sürdüğünü bilmiyorum, ama ben 8 yaşındayım. Bir çocuğum. Benden küçükler de  çocuk.”
            “Sigara sağlığa zararlıdır. Genelde büyükler  içer. Çok pis  bir kokusu olduğunu biliyorum. Çocuklar sigara içmez.”
            Çocuk, sigara, 8 yaş tamam. Peki ya bu tiner, bally nedir?
Hah. Bir kere bizim evimizi boyamaya gelen  Mustafa amcanın boya kutusunun yanında bir bidon vardı. Nedir bu diye  sorduğum da tiner yavrum, demişti. Bunu hatırladığım iyi oldu. Bally de kunduracı  Salih amcanın yanına gittiğimizde, Salih amca onu ayakkabımı tamir etmek için kullanmıştı. Ama  yine de, bu iki kelime için sözlüğe bakmam lazım.

Tiner, tiner, tinerrr. Evet  buldum.
Tiner, yağ bazlı boyaların inceltilmesinde kullanılan organik çözücüdür.” Demek ki  Mustafa amca tineri boyayı inceltmek için kullanmış, bunu şimdi  anlayabiliyorum.
Peki bally nedir? Sözlük ne diyor. Bali,bally, baaaally. Yok. Bu  kelime sözlükte yok.Ancak, hatırladığım kadarı ile yapıştırıcı olmalı. Salih amca ayakkabımı yapıştırmak için kullanmıştı. Hem de sağlam bir yapıştırıcı,ayakkabım o gün bugün  sağlam olduğuna göre.
            Sokak,  her yer sokak. Bizim sokak, sizin sokak.Okulun önündeki sokak, okulun arkasındaki sokak. Şimdi, yazıma başlayabilirim.
           
Okulun son günlerine yakın,  güneşli  bir gündü. 8 yaşındaki ikinci sınıf öğrencileri öğretmenleri tarafından resim dersi için dışarı çıkarılır. Dışarıda doğa resmi yapılacaktır. Yapılan resim, boyandıktan sonra  çerçevelenecektir.
Bunlar için gerekli olan malzemeler: kalem, kağıt boya,(çerçeve ve resim için)  çerçeve için birkaç parça küçük tahta, bally, tiner. Bunların tamamı çocuklar tarafından getirilir. Çocuklar resmi yaparken öğretmen çocuklara yardımcı oluyordu. Öğretmenlerinin bu ilgisi çocukları mutlu ediyordu. Bir de okulun arka tarafından gelen  şu  sigara kokusu olmasa. 
            Nihayet öğrenciler  resmi bitirirler. Resimde okulun bahçesindeki ağaçların arkasında, bulutların arasında güneş  parlar. Öğrenciler çok  güzel bir resim çizerler. Onun için güzel bir çerçeve yaptıktan sonra, öğrenciler onu okulun  bahçesinde sokaktan geçen herkesin rahatlıkla görebileceği güzel bir yere koyarlar. Resmi gören herkes çocukları tebrik eder.

Not: Öğretmenim yazdığım kompozisyonun güzel olmadığını biliyorum. Birbirleriyle çok alakası olmayan kelimeleri içeren  bir yazı yazmak zor. Hem ne alaka, çocuk, tiner, bally sokak, 8 yaş, sigara . Allah aşkına nereden aklınıza geliyor  bunlar. Hayal gücünüzün çok gelişmiş olduğunu  söyleyebilirim. Ha ha, ÇOCUK, SOKAK, BALLY, TİNER,  SİGARA hem de 8 YAŞ Ancak bu kadar yazabildim  öğretmenim.”

Yekrem’in notu: Çocuğun “8 yaşındaki tinerci ballyci  çocuklar ellerinde sigara ile sokakta yürüyorlar” diye  bir cümle kurmasından  korktum.

Bilmemek gerçekten ayıp değil mi?

Başka etkenler illa ki var, ancak “bilmemek”ten çektiğimizi başka hiçbir şeyden çekmiyoruz  , çekmeyeceğiz. Bilmemek hayatımızın her alanını öyle ya da  böyle etkilemekte.

            Mesela, obez ya da anorexia oluşumuz  dengeli beslenmeyi bilmeyişimizden kaynaklanır genelde. İçtiğimiz şeylerin etkilerini de bilmeyiz. Herhangi özel bir günde görünüşleri ile eleştirdiğimiz kimselerin ekonomik, sosyal, ruhsal durumlarıyla ilgili de çok şey bilmeyiz.

Evlendiğimiz  kimseyle niçin evlendiğimizi tam  anlamıyla bilmeyiz, evliliğin ne olduğunu bilmeyiz. Kapıyı erken açınca “dost”unu mu bekliyorsun, kapıyı geç açınca niçin geç açıyorsun diye karımızı döverken hangi  ruh halinde olduğumuzu , kocamızın bizi niçin dövdüğünü onun açıkladığı saçma sapan bahane  dışında  bilmeyiz. Evliliğimizin bir zorlama mı, bir kabus mu, bir evlilik mi olduğunu  bilmeyiz. Zaten biz birbirimizle eş dost tavsiyesi ile evlenmişizdir.  “Bak yavrum işi var,  içkisi yok, sigarası, kumarı , karı kız ayağı yok diyerek övdüğümüz, evlenince  düzelir” umudu taşıdığımız delikanlının yaşayacağı, yaşatacağı  sıkıntıları bilmeyiz.

            “Baba , anne şu problemi çözmeme yardım eder misin” diye koşarak yanımıza gelen çocuğumuza “dur çocuk, senin yüzünden golü göremedim, Allah canını almasın emi yavrum Mercan hanım izdivaç teklifine evet mi dedi hayır mı dedi anlamadım bak”  derken çocuğumuzun  ruhunda bıraktığımız etkiyi  bilmeyiz. Odalarında ders çalıştığını sandığımız çocuklarımızın hangi alemlerde olduğunu bilmeyiz. 

            Anne babalarımızın hangi sıkıntılara göğüs gererek ihtiyaçlarımızı gidermeye çalıştıklarını, bizim için nikah yüzüklerini “dar geliyordu yavrum” bahanesiyle bozdurduklarını, çektikleri sıkıntıları bizim de çekmememiz için  mücadele verdiklerini, geceleri bizim için uyuyamadıklarını bilmeyiz.  

            Kocamızın sırf üzülmeyelim  diye “komşuda gördük diye isteğimiz halini alan şeyleri”  aldığını, duyarsak üzülürüz diye sağa sola edindiği borçları gururundan sakladığını, alacaklılarını görünce yolunu değiştirdiğini bilmeyiz.

            Hanımımızın, yağ, şeker erken bitmesin diye çabaladığını, yemeklerinin bu yüzden hafif  lezzetsiz olduğunu, uzun zamandır göremedikleri anne babalarını ziyaret etmek istediğini, ancak biz kızarız diye söyleyemediğini de bilmeyiz. 

                       
            Sövdüğümüz askerlerimizin, dövdüğümüz öğrencilerimizin, küçümsediğimiz hastalarımızın, beğenmediğimiz memurlarımızın, dolmuş dolunca bağırdığımız yolcularımızın, kazıkladığımız müşterilerimizin, azarladığımız vekili olduğumuz asıllarımızın “varlık sebebimiz” olduğunu pek bilmeyiz. Onlara sabırlı olmamız gerektiğini, onların bilmeyişlerini , hatalarını düzeltmek için var olduğumuzu, onlarsız bir hiç olduğumuzu da bilmeyiz. Hatanın insana mahsus olduğunu bilmeyiz.

            Sorunların olmazsa olmaz olduğunu bilmeyiz. Sorunları çözmek için kendimizden başlamamız gerektiğini, devlet büyüklerinin de insan olduğunu, onların elinde sihirli değnek olmadığını, biz olmadan tek başlarına yeterli olmayacaklarını, bizsiz anlamsız olduklarını da bilmeyiz.

            Farklı olduğumuzu, başkaları gibi olmak zorunda olmadığımızı, değerli olduğumuzu bilmeyiz.
 Her zorluğun ardında bir kolaylık olduğunu, yüksekte olmanın tehlikeli olduğunu, umutlu olmamız gerektiğini yaşarken kendimizi ölü saymamızın evrende problem oluşturacağını bilmeyiz.

Kalbimiz kararıyorsa, bunun çok konuşmak, çok uyumak, çok gülmekten kaynakladığını söyleyenlerin niçin böyle söylediklerini bilmeyiz.  Öfkelenmemiz gerektiğini, öfkelenince hangi zararlarla karşılaşacağımızı önceden bilmeyiz.

Bilmediklerimizin ne kadar çok olduğunu bilmeyiz. Bildiklerimizi nasıl  uygulayacağımızı bilmeyiz. Bilmediğimizi bilmeyiz. Velhasılı kelam, tahammülsüzlüklerimizde bilmediklerimizin payının ne olduğunu bilmeyiz.
           

BENİ BİR ÇİNGENE KURTARDI.

Sabah 05:00  civarıydı. Ezan sesiyle uyandım ve kendimi emeklerken sabun yediğimi hatırlamamdan (bana da   çok mantıklı gelmiyor, yanlış da olabilirJ)  başka en  net hatırladığım  olayın içinde  buldum. 
Kaç yaşında olduğumu  net  hatırlamıyorum.  Bunun bir  önemi de olduğunu sanmıyorum. Bağ bozum zamanıydı. Annem bizim karakaçanı sularken  Göksü ırmağında,  ben birkaç adım ilerdeki şimdi yosundan kaynaklandığını düşündüğüm  yeşil alana doğru küçük adımlarla ilerliyordum. Zannedersem anam dalmıştı. Yoksa, o okuma yazma  dahi bilmeyen dünyanın en yürekli kadını, küçücük yavrusunun o kadar ilerlemesine izin vermezdi.
Ben ne olduğunu tam anlamadım, ama annem çığlık atıyordu . “Yetişin, kurtarın diye”. O sıra o zaman  benden   çok  büyük olduğunu sandığım ama sadece  5 yaş büyük  olan ağabeyim ve ondan da beş altı  yaş büyük olan maksimum 13-14 yaşlarında olan amcamın oğlu hemen üst tarafta yüzüyorlardı. Bana doğru  hareketlendiklerini fark ettim, ancak o yaşımda bile yetişeceklerinden çok umutlu değildim. Bir şeyler ters gidiyordu ama olayın ciddi olduğunu da anlamamıştım. Belki annem  de umudunu kesmişti.  Suyun akıntısı artıyordu. Tam gittim derken, bir el yakaladı beni.  İşte o el o zaman  ırmağın karşı tarafındaki çadırlarda  yaşayan yöreden yöreye  adı  “aptal”, cingan, sepetçi, roman veya çingene diye değişen  bir ele aitti.  Sanki “yaratıcı”  elini o adama ödünç  vermişti.
Adamcağız kurtarmıştı beni. Ona koca,  koskoca bir  sepet  üzüm de  hediye edilmişti. Belki onun  için dünyanın en büyük  hediyesiydi. O kadar üzüm  bağının içinde belki beni kurtarmasa bir salkım üzümü biri verirse tamam yoksa çalmak zorunda kalabilirdi.  Herkeste bir sevinç vardı. Bir  tek ben  anlamamıştım tam da ne olduğunu. 
Bu olayı tam 10 sene önce  üniversite  öğrencisiyken düzenlediğimiz  köy şenliğinde, bizim köye göre epey kalabalık bir  gruba anlatmıştım. Anlatırken de, epey duygulanmıştım. Herkes beni alkışlamıştı.  Ancak, dünyanın en yürekli kadını anam beni dinleyememişti. Çünkü, o zaman 80 yaşında olan babasına evlatlık  ve 30 yaşındaki doğuştan özürlü ağabeyime  analık yaptığı için gelememişti. Beni dinleseydi ağlardı zaten.
Gecenin 05:00’inde beni o günlere götüren şey neydi bilmiyorum, ama hemen her günümde kullandığım, “Çin’de bir kelebek kanat çırpsa, Washington’da deprem olur”, “Damla olmadan okyanus olmaz”, Toz  olmadan dağ olmaz” ifadelerini daha iyi  anlamama sebep oldu. Yani o “Cingan” olmasaydı. Yazmayacağım  merak  etmeyinJ
Bu sabah 05:00’te uyanana kadar sekiz yıl önce  geldiğim  ülkemin doğusunda bir çok şey öğrendim. Mesela,  bu ülkede Türk’ten  başka kimselerin de olduğunu, en iyi Kürd’ün “ölü Kürt”olmadığını öğrendim. Lisedeyken çok samimi arkadaşım Bahadır Bolat’ın aslında Çerkez olduğunu öğrendim. Zazaların, Kırmençilerin varolduklarını bile ilk defa burada duydum.
 Bunların tamamı, bana neler verdiğini dahi unutarak küçük aklımla belki kimi zaman cehaletimden  küfür dahi ettiğim, kimi cahillere göre de ülkemdeki  72’5   milletin buçuğunu temsil ettiği düşünülen, aksine “tam”ın tamı olan o çingene sayesindeydi.
Ey Çingene kardeşim! Bugün itibariyle köyümle uzay arasında bir yerde,  uzunluğunun ne kadar olduğunu bilemediğim şu fani ömründe aldığım her nefeste payının olduğunu düşünerek yaşamayı umut ediyorum.Bana verdiğin her şey için teşekkür ederim. İyi ki varsın. Dünyam seninle güzel.