25 Aralık 2012 Salı

Sokak Eğitimi




Zemin etüdü yapılmadan  inşa edilen bina misali “ insanı” inşa etmeye çalışıyoruz. Hem de bu “işe “ çatıdan başlıyoruz. Daha  çocuk doğmadan, onlar için kurduğumuz hayallerle, onların hayallerini gasp ediyoruz. Onlar çocuk, hayal edemez (!) , etseler bile hayalleri bizim belirlediğimiz sınırlarda olmalı. Biz zaten onlar için en iyisini düşünüyoruz (!).

Beton binaların içine sıkıştırdığımız sınırlı eğitimle, çocuğa dair yargılarımız oluşuyor.
10’a kadar saysa maşallah çok yaşa, sayamazsa eyvah!
Renkleri bilse aferin, bilemedi biraz destek verin! Çocuk çok perişan!
Boyama yapıyor, yapamıyor.
Şarkı söylüyor, söyleyemiyor.
Canlandırma yapıyor, yapamıyor.
Sene içerisinde iki üç sosyal etkinlikle kararımız netleşiyor.

Çoklu Zeka Teorisi mucidi psikolog Howard Gardner’dan  öğrenilen zeka türleriyle çocuğa bir etiket yapıştırıyoruz. Sayfalar dolusu –müfettiş gördülük- raporlar.

Sözel zekası iyi, Türkçe öğretmeni olur.
Ritmik zekası iyi, müzisyen olur.

Bu arada, Gardner ilk  defa 7 zeka türü var dediğinde,  bizimkiler ballandıra ballandıra onu anlattılar. Makaleler yazanlar, okullarda ÇZT seminerleri verenler oldu.  Bu iş Gardner’ın tabii hoşuna gitti. Şimdi, 8 zeka türü olduğunu söylüyor. 9. Zeka türü için çalışmalar var.Bu kardeşiniz sayın Gardner’a 7 milyar zeka çeşidi olduğunu söylüyor. Tanıyanınız varsa lütfen bunu ona iletin.

 O,  yine de hiç değilse 8- 9 zeka türü var diyor.
Ama, biz ne yapıyoruz.

Köyde, traktörü bozulan herkesin imdadına koşan çocuğa Rehberlik Araştırma Merkezi (RAM) tarafından Birleştirilmiş Eğitim Programı (BEP) uyguluyoruz. Çarpım tablosunu öğrenemiyorsa da en azından sayıları öğrensin, lazım olur.

9. sınıfı tekrar okuyan çocuğun, “öğretmenim matematiği, fiziği, kimyayı dinliyorum ama hiçbir şey anlamıyorum” diye çığlık atmasını duymuyoruz, duymazdan geliyoruz.

Tekrarsız 9. sınıf  öğrencisinin “öğretmenim, bana sınıfta fazla söz vermeyin, arkadaşlarım arasında rezil olmak istemiyorum, çünkü ben okuma yazma bilmiyorum” demesine ne demeli!

20 yaşındaki üniversite öğrencisine farklı fakültelerde “Mühendisliğe Giriş, Öğretmenlik Mesleğine Giriş, Tıbba Giriş, Hukuka Giriş, İşletmeye Giriş  dersleri veriyoruz.” Buradaki Anahtar kelime Giriş, ama giriş yapanların yaş kemale ermiş.

Sonuç, bir baltaya bile sap olamamış yüz binler.
Sokağın karanlık yanlarına kaçmış çocuklar.
Kötü alışkanlıklar, bağımlılıklar.


Bir örnek de kendimden vereyim. İlköğretimi okul birincisi olarak bitirdim. Bir şekilde İngilizce öğretmeni oldum. Geçenlerde, kağıt üzerinde bir çıkarma işlemi yapayım dedim, kalem oynatamadım.   Aklıma, halen daha okuma yazma bilmeyen ilkokul sınıf arkadaşlarım geldi. Ortak yönümüz:  Ömrümüzde neredeyse hiç kullanmayacağımız matematiği dinlemek zorunda kalmış olmamız. Onlar hiç öğrenmediler, bense öğrenip unuttum. Onlara, hep geri zekalı dendi, bana hep bu çocuk süper zeka dendi. Yıllar sonra, matematik, fen bilgisi ve hayat bilgisi konusunda eşitlendik, hesabı varın siz tutun!
                Yoksa, biz de Mark Twain gibi “ben zeki doğmuştum ama beni eğitim mahvetti” mi diyelim?

Aslında, çözümün kendi değerlerimizde olduğuna inandığımdan yabancı kaynaklı referanslar vermek çok hoşuma gitmiyor,  ama bu insanlık namına ders alınacak türden. Yıl  1986.  Afşin – Elbistan Termik Santralinin Kaynak ve Montaj departmanından sorumlu bir Amerikalı vardır. Emrinde, mühendisler, şefler çalışmaktadır. Adam, biri hakkında üç defa olumsuz rapor verse o kişi işinden oluyor. Bu kadar yetkili  biri. Buraya kadar verilen bilgilerin hiç biri şu yazacağım kadar şaşırtıcı değil.

Bu adam, okuma yazma bilmiyor. Ailesine mektup yazmak için orada çalışan Türk tercümandan yardım alıyor.

En başa dönecek olursak, zemin etüdü yapılmamış, bir bina en fazla çöker, içinde birkaç insanın hayatına mal olabilir. Belki, yıkılmadan telafi de yapılabilir. Ama, söz konusu insansa, asla telafisi mümkün olmayabilir. İnsanın yanlışı  milyonları, hatta bütün insanlığı etkileyebilir. Bu yüzden, insanı iyi etüt etmek gerek. İlgisi, yeteneği nedir bunu tespit etmek gerek. Manevi değerleri çocuğa zamanında yüklemek, ahlaklı insan olmanın temellerini en başta atmak lazım.

Peki, nerede, nasıl verebiliriz bu değerleri? İlgi ve yeteneklerini nerede tespit edebiliriz?
Okullarda mı?
Okullar çok yetersiz, ancak organize olmada okullar merkez olabilir.
Dershaneler mi?
Mümkün değil. Zaten onlar da eğitim yapmadıklarını biliyorlar.

Bu iş “Sokak Eğitimi” ile yapılabilir. MEB ilk 4 yıl boyunca çarşıda, pazarda, parkta, alışveriş merkezlerinde, kasapta, manavda vb işyerlerinde  bu işi yapabilir.

Bu belirlendikten sonra gerekli yönlendirmeler yapılır. Bunu da en iyi Einstein’in şu veciz sözü özetliyor.

“Aslında herkes dahidir. Ama siz kalkıp bir balığı, ağaca tırmanma yeteneğine göre yargılarsanız, tüm hayatını aptal olduğuna inanarak geçirir.”

Eğitimin sokağa, sokağın eğitime ihtiyacı var.

20 Aralık 2012 Perşembe

Bir Eğitim Fikri


Kesinlikle doğruyum demiyorum. Sadece bir fikir benimkisi. Sistemin tıkandığı yerde, çözüme giden yol olabilir mi acaba diye göz atacağınız türden. Hiç okumayabilirsiniz.  Saçma sapan deyip çöpe atabilirsiniz. Yorumlarınızla, eleştirebilir,  fikirlerinizi paylaşabilirsiniz.

Bu fikri yüksek lisans dahil 18 yıllık öğrencilik, 10 yıllık öğretmenlik deneyiminin sonucu olarak sunuyorum. Öğretmenlik hayatım boyunca İlköğretim, Genel Lise, Süper Lise, Fen Lisesi, Meslek Lisesi ve dershane tecrübesi yaşadım.

Bu süre zarfında “eğitim” diye başlayan  “çok önemli, şart” diye biten nice cümleler duydum.
Eğitimin mevcut halinden dertlenen, olması gerekene dair tek fikirleri dahi olmayan kimseler gördüm.
Çözüm sunan, ama alışılmışın dışında olduğundan yadırganan kimseler tanıdım.
Bulanık suda nereye gideceğini bilemeyen balık misali ne yapacağını, ne istediğini bilmeyen, kararsız, ürkek öğrencilerim oldu.
Bakanın öğretmenden, öğretmenin bakandan şikayetlerine şahit oldum.
Öğretmenin öğrenciden, öğrencinin öğretmenden, velinin çevreden rahatsız olduklarına tanıklık ettim.

Mili Eğitim Bakanlığı (MEB) tarafından yapılan onca yeniliklere, değişikliklere ve gösterilen çabalara rağmen, hepimize tanıdık gelen bu ve  benzeri problemler azalacağı yerde her geçen gün artmaktadır. Bu hususlar neticesinde ulaştığım nokta: Eğitim sadece MEB’in işi değildir. Bu yüzden bu yük bütün bakanlıklar ve kurumlarca paylaşılmalı. Bakanlıklarda bulunan Eğitim Daire başkanlıkları işlevsel hale getirilmelidir.

MEB’in rolü ne olacak?

MEB, ilk 4 yılda öğrencilere okuma- yazmanın yanısıra temel değerleri vererek, onların ilgi ve yeteneklerini belirlemeli. Özellikle, ilgi ve yetenek noktasında adeta kılı kırk yararak bir tespit yapılmalı. Bu süre içerisinde çocuğa günlük hayatta karşılaşabileceği “meslek gruplarının” tamamı, ayrı zamanlarda  bir kaç farklı öğretmen denetiminde gösterilmeli. Bu ilgi ve yetenek tespit etme sürecine veliler de dahil edilmeli. Çocukla ilgili bir durum tespiti yapıldıktan sonra çocuk eğitimine ilgili bakanlık veya kurumlarda  devam etmeli.

Bu şekilde, ilgili kurum ve bakanlıklar, öğrencinin ilgi ve yeteneklerini, kendilerinin öğrenciden beklentilerini karşılayacak  bir eğitim anlayışıyla öğrencilerine hitap edebilir.

Sınavlar nasıl olacak?
Özel okulların durumu  nasıl olacak ?
Herkes belli alanlara gitmek isterse nasıl olacak?
Öğretmenlerin durumu ne olacak?  ve benzeri sorularınız ya da fikrin avantaj ve dezavantajlarıyla ilgili düşüncelerinizi lütfen paylaşalım.


Devam edecek.

15 Aralık 2012 Cumartesi

4 Yanlış 1 Doğru


'Abartıyorum, çünkü anlaşılmak istiyorum ' demiş Kafka. Bu söze katılmıyorum, çünkü anlaşılmak için karşındakinin vicdanının olması lazım, tabii nasibinin de. Bütün çıkarlardan arınmış, sade, duru bir vicdan. Nasibinden emin olmadığım ama  bu “vicdanın” hedef kitlemde olduğuna inanarak, yazıyorum. Hem de abartmadan.

Konu dershaneler.
Öncelikle, dershalererin haklarını teslim edelim.

-Bu gün Türkiye’de dershane öğretmenleri MEB öğretmenlerinlerin katbekat daha fazla çalışmaktadır.

- 100.000 kişiye istisdam sağlamaktadırlar.

-Terörün artmasına engel olmaktadırlar. ( Önder Aytaç,a  yazılan mektupda bir gencin Pkk’ya katılmasını engelleyen bir dershane öğretmeninin anlattıkları üzerine dikkate alınmıştır.)

Kısa bir bilgi verelim:
Türkiye’de ne  zamandır dershanecilik var sorusuna, dershaneciler, herşeyin tarihçesini Osmanlı’ya dayandırma adedi üzerine ta fi tarifihine gitseler de, kurumsal bazda ilk dershane 1960’larda açılmıştır.  Yine de bu tarih , dershanecilerin meşruiyetlerini dayandırdıkları sınav sistemini organize eden ÖSYM’nin kuruluşunun (1974) öncesine denk geliyor. Demek ki,”dershaneler sınavlar olduğu için var”  ifadesi pek de doğru değilmiş.

Bu kısa bilgiden sonra sıra dershanelerin teslim ettiğimiz haklarını sorgulamada.

Önce istihdam ile başlayalım. Dershaneler, kendilerinin 100.000’lik istihdamlarıyla topluma ne oranda katkı yapmışlar,  bir bakalım: Resmi verilere göre,Türkiye’de 1965 yılında işsizlik oranı yüzde 3.7 iken, 1970’te 6.4’e, 1975’te 7.6’ya ve 1978’de 10.1’e ulaşır. 1988’den sonra biraz gerileyen ve küçük iniş-çıkışlar sergileyen işsizlik oranı, 1998’de yüzde 6.4 olarak gerçekleşir. Bu oranın bu gün yüzde  8.8 olduğu tahmin edilmektedir.

Terör meselesine gelince, Türkiye’de PKK terörünün ilk kez 1978’de ortaya çıktığı bilinmekte. Dershanelerin açılışından 10- 12 yıl sonra. Bu gün dershanelerin gençleri ellerinden kurtarmaya çalıştığı örgüt dershanelerin açılışından sonra çıkıyor. Abartmayacağımı en başında söylemiştim: Tabii ki, terörden dershaneler sorumlu değil. Ancak, dershanelerin de içinde bulunduğu eğitim sistemimizin bu konudaki payını da sümen altı etmeyelim.

Dershanelerin, MEB öğretmelerinden daha fazla çalıştığına gelince, sanırım buna katılmayanımız yoktur. Peki, derhaneler ne için çalışıyor? Öğrencileri, eski adıyla ortaöğretime ve yükseköğretime hazırlamak için. Bunu zaten ilköğretim ve ortaöğretim kurumları da yapıyor, birinden biri anlamsız olmuyor mu, neden çocukları aynı suda iki defa yıkıyoruz denilse, “sınavlar var efendim çocukları sınava hazırlıyoruz” deniliyor. Peki nedir, bu sınavlar?

4 yanlış 1 doğru başlığı tam da bunun için konuldu. İlköğretim için 3 yanlış ama ben 4 üzerine yoğunlaşacağım.

Dershane sisteminde çocuklar 1 doğru bilgi için 4 yanlış bilgi öğreniyor. Belki, bazen doğrunun dahi hiçbir işe yaramadığı sistemde yanlışlar zihinlerde yer ediyor. O halde denilebilir ki, bir dershane için atılan temelin %80’ni  yanlış için atılıyor. O temelde çalışan, işçilerin emekleri % 80 yanlış için. Her 5 tuğladan 4’ü yanlış için örülüyor. Her 5 litre sudan 4’ü yanlışa akıyor. Yazılan, her 500 sayfalık test kitabının 400’ü yanlış bilgilerle dolu. Yani, öğrenci 500 sayfa okuyor ama sadece 100 sayfası doğru. Denilebilir ki, efendim 4 doğrunun 1 yanlışın olduğu durumlarda var. Bu oranın ne kadar az olduğunu hepimiz biliyoruz.

Bu oranlarla yapılan eğitimin sonucu aslında şöyle olmalı:

Tıpta, yapılan her 5 ameliyattan sadece birinin başarılı olması lazım. Mühendislikte, projeler %80 oranında hatalı olmalı. Eğitimde öğrencilerin sadece % 20’si maddi manevi açıdan donanımlı olmalı. Genel anlamda toplumda her 100 vatandaşın 80’i aç kalmalı. Her 100 vatandaşın 80’i sürekli yanlış yapmalı Ama, şükürler olsun ki, durum böyle değil.

Dershaneciler dahil herkes biliyor ki, eğitimde ciddi problemler var. Dershanelerle gelinen noktanın mini bir tablosunu sunmaya çalıştığım bu yazı da , dershaneler elbette problemin temel sebebi olarak gösterilemez. Ancak, görünen o ki, dershaneler mevcut haliyle eğitim -dolayısıyla da-  ülke sorunlarına  çözüm sunamıyor.
Vicdanlarınıza sunulur.

12 Aralık 2012 Çarşamba

Planlayıcı




Ben plan yapmam.
Doğrusu uzun planlar yapmam.
Kısa ve basittir benim planlarım.
Onlar da benim planım değildir aslında.
Hadi, adına plan diyelim haddi aşarak.

Bir örnek verelim:
Bir arkadaşımın köydeki yaşlı babasını ziyarete giderken,   5 yaşındaki oğlumu  da aldım yanıma. Maksat, çocuk biraz açılsın, temiz hava alsın, çok sevdiği  hayvanlarla oynasın. Ben de, hem ziyaretimi yapayım hem de hafta sonu güzel güzel dinleneyim istedim. Masum bir plan işte.

Köye varır varmaz oğlum evin kedisiyle oynamaya başladı, ben tabii oğlumu uyardım. “ Bak, oğlum kediye çok yaklaşma, kedi elini cırtar (tırmalar)” dedim. Ben uyardım ya,  çocuk hemen bıraktı. Şaka, şaka..
İkinci, üçüncü uyarmalar, tabii dinletemedim kendimi. Yirmi dakikanın içinde olan oldu. Kendi, oğlumun elini cırttı. Ben tabii çok kızdım.

Neden mi? Masum planım bozuldu ya ondan.

O an bir plan daha kurdum. Yok, yok!  Kuduz tehlikesi aklımın ucundan bile  geçmedi.
Benim ki biraz kurnazca bir plan,  şu çocuğa bir iğne yaptırayım da bir daha hayvanlara çok yaklaşmasın. Hemen, ilçedeki özel hastaneye götürdüm oğlumu.

Devlet hastanesi dışında “kuduz aşısı” olmadığını söylediler.

Gitmesem mi acaba diye düşünürken, onu korkutma planımı hatırladım.

Hastaneye vardık, giriş işlemini yaptırdıktan sonra, çocuğun elini uzunca bir süre sabunlu su ile yıkamamızı, bunun kuduz için çok iyi olacağını söylediler. Biz denileni hemen yaptık ve beklenen an geldi.

Oğlum, ağlana sızlana aşıyı oldu. Ben işlem bitti sanıp teşekkür ettikten sonra  iyi günler demeye hazırlanırken,  “durun daha bitmedi, size bir aşı kartı vereceğiz” dedi görevli hemşire. Aşı kartını aldım.  “ 5 doz aşı yaptıracaksınız, eğer 10 gün içinde kediye bir şey olmazsa ilk üç aşıyı yaptırdıktan sonra gerisini yaptırmayabilirsiniz ” diye de tembihledi görevli.

“Bayrama çıkacağız, gittiğimiz yerde olmazsa, aşı yaptırmasak ne olur ?“ dedim.
“O zaman Jandarma getirir “ dedi bir beyefendi.
Jandarma denilince ben olayın ciddiyetini anladım. Tabii, öfkem biraz daha arttı. Hastaneden çıktık, “oğluma, nasıl iyi oldu mu” dedim.

Ne dese beğenirsiniz! ” ACIMADI Kİ… Ben kahraman Yusuf’um,  bak baba kaslarıma. “
Gel de gülme şimdi. İşin güzel tarafı, planımın aksi de olsa yavrum iğne korkusunu yendi.
İkinci aşıyı da rahat rahat oldu bu sayede.  

Bayramda kendi köyümüze gittik, bayramın üçüncü gününde ilçemizdeki sağlık ocağında oğluma üçüncü aşısını yaptırdık. Devlet hastanesinin çok uzak olduğu yerlerde sağlık ocaklarında da olabiliyormuş kuduz aşısı. Bunu da öğrendik. Üçüncü aşı bittikten sonra, kedinin sağlık durumunu sorduk arkadaşımdan.

Sağlam olduğunu öğrenince, tamam bizim iş bitti dedik, ama ilçe tarımdan ardılar.
Kedi için tabii. Onlar da gerekli raporu tuttular. Bu arada  ilçe tarımda bir yıldır tanışmayı düşündüğüm hemşerimle tanışmak nasip oldu. Hoş bir tanışmaydı ama plansızca…

Tıpkı bu yazıda size  kuduz aşısı ile ilgili bilgi vermeyi planlamadığım gibi…

Dedim ya, plan yapmam.
Doğrusu, uzun planlar yapmam, öyle uzun hesaplarım, bekleyişlerim olmaz benim.
Kısa da olmaz, ama hadi adına plan diyelim.
Kısa planlarda dahi bir öfke kaplar beni.
O yüzden, plan yaparım ama birinci planım, planımın tutmama ihtimalidir hep.
Bir kedi cırtması değiştirebilir bütün planımı.
Uzun planlara gücüm yetmez,  aklım ermez benim.
O, planlar ve yaşarım.
Zaten, en büyük sıkıntı O’nun planıyla senin planının tutmaması değil mi!
Plan tutunca ne ala!
Peki, ya tutmayınca!
Bu yüzden, ben plan kurmam, planlayıcım O’dur benim.
O, planlar ben yaşarım: Hem de doyasıya.

8 Aralık 2012 Cumartesi

Okul Kumbarası




Her şey bir arkadaşlarının evinin yandığını duymalarıyla başladı.
Arkadaşlarının evleri yandı, onların yürekleri.
Bir şeyler yapmalı diyorlardı.
Okulda bir kampanya başlatalım dedi biri.
Arkadaşlarımızdan sadece 1 lira toplayalım.
Hepsi, kabul etti.
Biri ben toplarım dedi.
Biri öğretmenlerimize bildirelim dedi.

Bir diğeri söz aldı. “Arkadaşlar, hepinize fikirlerinizden dolayı gönülden teşekkür ederim. Bir fikrimi sizlerle paylaşmak isterim. Yangın, sel, deprem gibi afetler her an her zaman oluyor, tabii bizler duyarsız kalmıyor hemen bu tür organizasyonlarla yardımcı oluyoruz. Ama gecikmeler olabiliyor. Biz bu tür olaylara karşı her an hazır, anında olay yerinde olabiliriz.”

Herkes şaşırmış, onu dinliyordu.

O devam etti. “Okulda kendi, aramızda sürekli bir “Öğrenci Yardımlaşma Fonu” oluşturabiliriz. “Okul Kumbarası” yapabiliriz mesela, okulda 1000’den fazla öğrenciyiz her birimiz ayda 1 TL atsa bu kumbaraya, yılda en az 12000 TL eder. Biz, bununla okulda ihtiyacı olan arkadaşlarımıza anında yardımcı olabiliriz.

Herkes yapalım, tamam,  olur,  gibi ifadelerle desteklerini belirttiler.

Şimdi evi yanan arkadaşları için hummalı bir çalışma içindiler.
Kumbara işini başarabilecekler mi bekleyip göreceğiz.

Ama ben bu güzel fikri sizlerle paylaşmak için o günü bekleyemedim.
Belki sizler daha önce yaparsınız diye.

“Okul Kumbarası” yapılsa avantajları ne olur peki?

Öğrencilerin arkadaşlık bağları kuvvetlenir.
Öğrencilerin paylaşım duyguları artar.
Öğrencilerin  yardımlaşma, dayanışma hisleri her an taze kalır.
Öğrencilerin  öğretmenleriyle diyalogları gelişir.
Öğrencilerin kendilerini ifade yetenekleri, özgüvenleri ve özdenetimleri gelişir.
Doğal afetten kaynaklanan ya da günlük acil ihtiyaçlar anında giderilir.
Bütün bunlara bağlı olarak okulda, ailede, çevrede pozitif bir hava oluşur.

Belki sizin aklınıza gelecek nice avantajları olur bunun.

Peki, dezavantajı ne olur?
Kötü niyetliler suistimal edebilir.

Başka da bir dezavantaj sayamayız.

Bu kadar iyiliği, bir kötülüğe kurban vermeyelim.
İyiliğin bize değil, bizim iyiliğe ihtiyacımız var.

Bu genç beyinlerden çıkan mesajı  #birdüşünyeter .

6 Aralık 2012 Perşembe

Nasıl Çoban Oldum?






Çok zor bir iş başardım.  Herkesi, her şeyi karşıma alarak. Bir soyguncunun bankayı soymayı başarması kadar zordu benim işim. Soygunculuk kadar yüz kızartıcı bir yanı olmasa da hep bir eğreti  durdu benim işim. Bu işe ilgim hayvan sevgimle başladı.  Doktor olan ana babam, bu sevgimi hemen destekledi hemen balık, kuş, papağan, aldılar eve. Ben daha fazlasını istedim, koyunum, keçim olsun istedim, aldılar. İnek istedim aldılar. Başka hayvanlar da istedim aldılar. Ne de olsa güçleri vardı almaya. Bir çiftlik kurdular benim için. Çocuktum ya , hayvanları sevmem doğaldı, onlara göre bütün çocuklar biraz hayvan sever olmalıydı. Ne olmak istiyorsun denildiğinde ben “çoban” olmak istiyorum derdim,  onlar gülerdi.  Ne zaman okula başladım sıkıntı başladı. Okuma yazma dersleri hariç diğer derslere  ilgim pek olmadı. Ne zaman hayvanlarla ilgili bir örnek verilse, hemen söz alıyor bildiğim ne varsa saymaya başlıyordum.  Öğretmenim ne zaman ne olmak istediğimi sorsa ben çoban olmak istiyorum derdim.  Başta, öğretmenim olmak üzere herkesin yüzünde alaycı bir tebessüm oluşuyordu. Bu durum anne babamı iyice rahatsızlandırmaya başlamıştı.

Beni hayvanlardan yavaş yavaş uzaklaştırmaya çalıştılar olmadı. Özel öğretmen tuttular, öğretmenlerin hepsi şeker gibi insandılar. Derslerini sevdirmek için kırk takla atıyorlardı, bu çabalarını takdire şayan bulsam da derslerine ilgim hiç artmadı. Öğretmeni sevmemle ders arasında pek ilgi de kuramadım. Doğuştan gelen bir şeydi benimkisi. Böyle bir ilgim vardı benim, ailemin bir türlü kabullenemediği.  IQ testine götürdüler, zekam normal çıktı. Psikologa götürdüler, bir problem görülmedi. Kendi hastalarını her bireyin farklı , herkesin farklı bir ilgisi olduğuna Tolstoy, Einstein, Beethoven, Walt Disney, Werner Von Brown gibi kimselerden  örnekler vererek teselli eden anne babam iş kendi çocuklarına gelince en cahil gördükleri kimseler kadar sabit fikirlere sahip olabiliyorlardı.  

Farklı olmak için illa okuldan  atılıp Tolstoy gibi dünyaca ünlü bir yazar olmak mı gerek?  Ya da Einstein gibi 4 yaşında konuşmaya başlayıp yedi yaşında okumayı sökmek mi lazım? Veya fark Werner Van Brown gibi 9. Sınıfta cebir dersinden kalıp sonra insanları öldürmek için bomba geliştirmek mi lazım? Farklılık için illa ünlü olmak, nam salmak mı lazım?  Üstün Zekalı ya da Üstün yetenekli olmak mı lazım. İnsan olmak yetmez mi? Ben ilgi ve yeteneğim doğrultusunda eğitim almalıydım. 

Ailemin ya da öğretmenlerimin benden olmamı istediği mesleklerin hepsine saygı duydum.  Belki, biraz çalışsam o meslekleri de yapabilirdim. Ancak, bu bir sumo güreşçisine yüz metre koşturmak gibi garip olurdu. İşkence dolu yıllar beni beklerdi o zaman. İşte ailemi bunlara inandırınca, çoban olmayı başardım.

Başardım, çünkü başarıda kişinin kendi planları en temel etken. Planlarına ulaştığında başarılı sayılırsın. Planların olacak ki, onlara ulaştığında haz alabilesin. İşte bu yüzden, soygunculuğu başarı kabul ediyorum. Soyguncular, plan yapmadan hiçbir işe girişmezler. Onlarla benim işimin ortak yönü, ikisinin de toplumca istenilmeyen işler olması. Her ikisi de “çaresizlik mesleği”. Soygunculuk her ne kadar iş olarak görülmese de. Her ikisi de  aldıkları onca yıl eğitim sonunda önlerine konulan sınırlı sayıdaki meslek kontenjanlarının dolması sonucu çaresizce buralara yönelenlerin yaptığı iş.

Ben öyle değilim işte. Önüme konulan bütün fırsatları reddederek bu işe başladım. Bütün engelleri aştım. İlgim üzerine ısrar ettim ve bu günlere geldim. Sıkıntılı günlerim de herkes beni kınadı, bana akılsız dediler. Ne zaman biraz para kazandıysam, beni kınayanlar baktım ki “çoban” olmuş. En ufak dalgalanmada bırakıp kaçtılar tabii. Bunları doğal karşılıyorum. Çünkü, onlar hiç sabır, şükür, düşünce eğitimi almadılar. Onların aldığı “nerde para, koş oraya“ eğitimi idi.  

4 Aralık 2012 Salı

En Zor Meslek ...



                                                 
Sizinki değil bir kere.  Bu mesleği icra eden, ne iş yapıyorsun sorusuna “çalışmıyorum abi, …….. ” der ama , en zor meslek  hangisi derken kendi mesleği aklına dahi  gelmez. Meslek bile sayılmaz onların ki…

Eve en çok ” iş” getiren , en çok çalışmak zorunda olan desem,  öğretmenler  valla biz der ama değil.
Mesai mefhumu yok bu işin desem askerler biz, işte bizi anlatacak bu adam derler.
Manevi yönü var desem imamlar haykırır, bizim iş zor.
İnsan hayatını kurtarırlar desem hekimler, şöyle bir kasılırlar.
Tanıdık tanımadık herkese hesap vermek zorunda olunan bir meslek bu desem, Allah bilir kimler kendinden bahsedildiğini  zanneder…

Kısmen haklı olsalar da değil. Önce bu mesleği icra etmeleri lazım.

Bu, meslek dahi sayılmayan MESLEK: Öğrencilik.
Türkiye’de yapılan en zor meslek öğrencilik.

Kısmen herkes eve  iş getiriyor, ama öğrenciler okulda çalıştıkları yetmiyormuş gibi eve “mecburi” iş getiriyor.  Çünkü eğitim bu şekilde işliyor bu ülkede. Öğrencilik, sayısı 1 ile 21 arasında değişen, her biri derslerinin ne denli önemli olduğunu anlatmaya çalışan, buna bazen  kendileri de inanmayan öğretmenlerce anlatılan dersler için , hiç  bir şey anlamasalar da ödev yapmak zorunda kalınan bir meslek… Yetmedi, dershane ödevleri. Gitmiyorsa dershaneye, “sokak baskısına” maruz kalmaktır .

Öğrencilik, bir öğretmenin  “kitap oku” demesi üzerine tam okumaya yeltenirken başka bir öğretmenin “ne yapacaksın kitap okumayı”  üniversite sınavına hazırlan demesiyle dumura uğrayıp, bir öğretmene kitap okuyormuş gibi yapıp diğerine sınava hazırlanıyormuş gibi görünmektir.

Öğrencilik,   mesai mefhumu  olmayan,  7 / 24 bir meslek. Yazı, kışı yok . Bayramı tatili olmamaktır. Günlük hayatın gidilecek her yerinde, yaşanılacak her aktivitede “dersler nasıl, ne olmak istiyorsun, parmaklar gösterilip “bu kaç” vb sorulara muhatap olmaktır.

Öğrencilik, kendisi için cebinde daima “nasihat” taşıyan birilerine sahip olmaktır. Adını bile bilmediği kimselerin fırçasını yemektir öğrencilik. Giydiğine bile kendi kararını verememek, giydikleri yüzünden azarlanmaktır.

Öğrencilik, ana babayla oturup rahat rahat yemek yiyememektir. Kaçak TV izlememektir. Aile içinde bir sohbetin içinde yer alamamak. Konuşsa “aklı pek ermediği “ için susturulmaktır. Öğrencilik, misafirliğe gidememektir. Misafir gelince rahat rahat oturamamaktır. Çalışmak zorunda olmaktır vesselam.

Öğrencilik, sürekli birileriyle kıyaslanmaktır. Oynadığı oyunlarda dahi sınırlanmaktır öğrencilik. Öğrencilik, tatmin olmamış egoların dolum merkezidir.

Öğrencilik, ne iş yapıyorsun sorusuna mahcup bir edayla “çalışmıyorum abi, öğrenciyim” demektir.

İNSAN OLMAK

“En Zor Meslek …” konulu  yazıyı yazmaya karar verdiğimde fikir alma amaçlı Facebook’ta durumumu “En zor meslek …” şeklinde güncelledim.
Gelen üç yorumdan ikisi, herkesin yaptığı işin kendine zor olduğunu anlatırken, bir yorum “insan olmak” diyordu. İnsan olmak, bir meslek midir bilmem ama “iyi insan” olmak iyi öğrencilik yaşamamız lazım. Tabii, bu meslekler için de böyle…

1 Aralık 2012 Cumartesi

Fakirlik ve Önlük




Sen ne güçlü bir şeymişsin be fakirlik!

Adam hırsızlık yapar  sebep sensin
Kaçakçılık yapar sebep sen. Ne yapalım “tek”  geçim kaynağımız denir.
Kadın  hayat kadını olur, senin gözün kör olsun.
Adam kadın pazarlar, ne yapsın başka çare mi var. Fakirlik işte.

Biri siyaset yapar, hesap da sen varsın (!). Dert seni yok etmek (!).
Dershaneleri kaldıralım mı der biri.  Görmüyor musunuz, fakirler var der öbürü.
Biri şu üniformaları kaldıralım, bir renklilik  olsun der, diğeri fakirlik iyice gün yüzüne çıkar olmaz der.

Şimdi, bu fakir der ki: Beyler,  fakirlik kaleniz düşmek üzere. Ardına saklananları kamufle edemez halde ...


Önlük

Fakirlikten de güçlüymüş.
1930 Fransız solunun sınıf farkını bir nebze kapamak için icat ettiği önlük.
Türkiye’ye gelmek için altı yıl bekler.
1936’dan bu güne nice yoklukları örttü (!) , kim bilir.

Bu gün biri ben bu önlüğü kaldırıyorum arkadaş dedi. Diğeri, yapma yoksulluk belli olur dedi.

Ben üniformayı kaldırmak isteyen olsam:
Madem, bu iş bu kadar kolay.  “Alın herkese bir önlük, kapansın bütün yokluk”,  derim.

Tam mesele kapandı derken,
Diğeri ” hop ,  mesele bu kadar basit mi önlük, disiplini , otoriteyi  de sağlar. Önlük olmasa, bu çocukları bu kadar saygılı (!) yapamazdık. “

Biz, bu hamleyle, önlük  kalkmasın mı acaba diye düşünürken, bambaşka biri “önlük  kalksın”  arkadaş. Önlük doğru disiplini sağlıyor,  madem kalkacak disiplin de sağlanamayacak, o zaman okulların da bir anlamı kalmıyor.  Ancak,  malum  “eğitim şart” çocukları mutlaka eğitmemiz lazım. “Okullar kapansın, dershaneler kalsın” der.

Önlüğe “güçlü” demiştim.
Az demişim, sayesinde bu ülkede fakirleri düşünenler olduğunu ( !) öğrendik. Bir de herkesin bir hesabı olduğunu öğrendik.

Sahi,  bizim hesabımız ne?